“Aklınıza mukayyed olun – Hain Kültüre Son?” başlıkla, 2006 yılında Günebakış Gazetesi’nde çıkan yazımda, “Çevre kirliliği…havanın, suyun, toprağın kirlenmesi olarak sunulsa da, asıl tanımı, ‘kirlenen insan zihni’nin -sahip olması gereken bilgiye sahip olmayan insanoğlunun- ‘yaşadığı dünyayı/toplumsal çevreyi kirletmesi’ oluyor. Kişinin sahip olduğu ‘zihin’, ‘Çarpık bilgi’ dolu olunca, yaşadığı çevreyi ‘Misyoner’ gibi kirletebiliyor…Maskeli olan misyonerlik, Müslümanların kendi dinine geçmesini değil, ‘Öz kültür”ünden beslenmemesini istiyor. Misyonerliğin en büyük başarısı da zaten bu; insanımızın zihninden ‘Öz kültür’ünü çıkartıp yerine ‘Çarpık (kendine ait olmayan) kültür’ü yerleştirmiş olması oluyor. Kirlenmiş zihinler/bilgiler –MASKESİZ MİSYONERLER – ortaya çıkması da zaten bunun sonucu oluyor (doğuyor).” demiştim (1).

             İmdi de bu yazımda, şehrimizdeki ‘Ayasofya Müze/Cami’ ile ilgili olarak süregelen tartışmalarda yer alan “kirlenmiş ‘insan zihnini’ temizlerken”, haliyle de, ‘Maskesiz misyonerliği’ de ortaya koymuş olacağım. ‘Fundemantalist Batılı Beyaz Adam’ın saldırısı olan “Maskeli misyonerliğe” seyirci kalan, ama aynı zamanda, ‘Maskesiz Misyoner’ de yetiştiren “Hain (SahteKültür’e Son” dememizi bu defa da sürdüreceğim…

 Hain kültüre son

Trabzon doğumlu olup, çocukluğu Trabzon’da geçen yazar Vefa Baki Cinemre (1894-1963), Akın mecmuası’nda, 1912 yılında çıkan; “Ödenecek Bir Borç” başlıklı yazısında; “… eski Trabzon tarihi tetkik edilirken evvel emirde Trabzon’un Sinop’tan gelen Yunanlı müstamereciler (-Miletliler) tarafından tesis edilmiş olduğu hakkındaki yanlış esas bertaraf edilmelidir.” diyordu (2). 

Vefa Baki Cinemre rahmetliden bugüne, ‘Trabzon Tarihi’ konusunda yazan hemen herkes, ‘kes kopyala yapıştır’ şeklinde ‘tek ses’ olarak; “Trabzonu Miletlilerin kurduğunu; onların, bugünkü Yunanlılarla irtibatlandırılan ‘Eski Yunan’ denilen insanlar olduğunu, ‘Ksenophon-Onbinlerin ‘Dönüşü’nün de şehrin tarihine katkı koyduğunu yazıp konuşmuştur.

Buna karşın Bendeniz, “Uygarlığın Tarihi” isimli kitap eserimde (1999), ‘Eski Yunan’ iddiasının yalan-uydurma olduğunu yazmış, ayrıca da hazırlayıp sunduğum Tv. programlarımda da dile getirmiş, dahası ise; Trabzon’a “Gerçek Tarih’ yazma isteğimi de belirtmiştim. Düşündüğüm bu ‘kitap eser’, yoğunluğum sebebiyle henüz bana nasip olmadı ama, “TRABZON TARİHİ -Eski Yunan, Bizans, Pontos, Sümela, Ksenophon- YALANLARI başlıkla, 14.08.2010 tarihinde yayımlanan yazım ile de; Rahmetli Cinemre’nin arzusu olan; “Trabzon’un Sinop’tan gelen Yunanlı müstemlekeciler tarafından kurulduğu hakkındaki yanlış bilgi/kirli zihinler bertaraf edilmelidir” öngörüsündeki bana düşen ‘borcu’, yine bir ‘İLK’i daha ortaya koyarak ödemiş; “Trabzon’un kuruluş tarihi, alfabeyi de bulan FENİKELİ’lere yakışıyor. Fakat, Köktendinci ‘Batılı Beyaz Adam’, uygarlıkla Ortadoğu’lu insanları “buluşturmak istemediği için” Karadeniz’de de Ortadoğulular/Fenikelileri yoksaymış bulunuyor. Çünkü, Fenikeliler…Samî asıllı bir ulus oluyor…19’uncu yüzyıldan beri süren bu “kendimizi kandırmanın” ve Trabzon’un Tarihi’ni Fenikeliler’den çalan hırsızlığın da bitirilmesi, bugüne değin yazılmış kitap ve yayınlarda geçen, ‘Trabzon’u Miletliler kurdu’ yalanın düzeltilmesi için de,  Trabzon Tarihi’nin ‘yeniden yazılması’ gerekiyor…Umarım ve dilerim ki, bu çalışmam bir ‘ilk adım’ olur…Yoksa, Batıcı olan, olmayan, ‘farkındalık’ yaşayamayanlarımızın da yalanlarını okumaya daha çok devam ederiz, edeceğiz…” diye yazmıştım (3). Sonrasında, 27.10.2010 tarihinde, “‘Çakma Manastır’ Sümela ve ‘Trabzon Tarihi’ Yalanları” başlıkla yayınlanan yazımda ise; “Trabzon’u M.Ö.700’de Milet’lilere ‘kurdurtan’ yalancılar, peşinden de, M.Ö.400’de Ksenophon’un, ‘Onbinlerin Dönüşü’ hurafesini de gönderdiler, ama, bu iddialar  “gerçek tarih” olmuyor; “Sahte Tarihin’ diğer yalanları olan Bizans Devleti, Rûm, Pontos yalanları gibi birer “ideolojik/dini ihtiyaç” olarak uydurulmuş kavramlar oluyor. Bütün bu yalanları ortaya koyacak ‘ilk kitap’ bize nasip olur diyorum ama –kitap yapmak istesem de-, olmakta olan bu makalem oluyor…” da demiştim (4). O günlerden bugüne…

 Trabzon’umuz da tıpkı Türkiye’miz gibi, hemen her alanda ‘yoklar ülkesi’; ortalıkta, Cinemre rahmetlinin öngörüsünü yerine getirecek münevver vb.. pek yok. Ben şahsen, “Trabzon’u ‘Yunanlılar’ kurduğu  yanlışı bertaraf edilmelidir” öngörüsünda bulunan Vefa Baki Cinemre rahmetliye, Trabzon’uma da ‘borcumu’, bu makalem ile; Trabzon Ayasofya’sı ile ilgili yapılan tartışmalara (21.08.2012 yılında, yerel bir gazetede ve internet sitesinde yayınlanan) bir yazı ile katılan, KTÜ Atatürk İlkeleri ve İnkilâp Tarihi Bölümü okutmanı-YazarVeysel Usta Bey’ingörüşlerine yapacağım eleştirilerimle de ödeyeceğim…

Trabzon’u ‘Miletliler kurdu’ yalanı.. Fenikeliler gerçeği:

 ‘Uygarlığın beşiğinin Yunanistan’ olduğunu ileri süren ‘Sahte Tarih modeli’; “Eski Yunan” olarak tanımladıkları, Ege bölgemizde gelişen uygarlığın; Mısır’ın, Mezopotamya’nın ve de Fenike’nin öğrencisi olduğunusözkonusu bu uygarlıklardan ‘beslendiğini’ görmezlikten gelmişti..

 Sözkonusu bu “yoksayış” ile birlikte, Asya’dan Avrupa’ya, kuzeyden yapılan “Ari Fethi Modeli” yalanını Yunanistan’a uyguladılar. Kuzeyden gelen hayali istilacıların, Yunanistan’a girerek, buradaki kültüre baskın geldiği ileri sürüldü. İdeolojik/Dini ihtiyaç için ortaya çıkarttıkları ‘Eski Yunan’ miti’nin daha bir inandırıcılığı için de, kuzeyli istilacıların Kıbrıs, Suriye, Lübnan ve özellikle de, Anadolu sahillerinde KOLONİLER kurmaları da gerektiğinden (!); kuzeyden Yunanistan’a girdiklerini iddia ettikleri istilacıların, Yunan anakarasından Anadolu’ya geçerek, Batı Anadolu kıyılarında; Trabzon’u da kuracak (!) Miletliler gibi koloniler kurduklarını da ileri sürdüler.

Avrupamerkezci “Sahte Tarih Modeli” anlayışının ileri sürdüğü bu zırvayı yoksayıp, Miletli denilen insanlara baktığımızda, onların, Yunan/lı değil; İyonyalılar, ‘Batı Anadolu halkı’ olduğunu;  Efesos ve Miletos gibi adların da, özde yerli Anadoluluğunu belgelediğini görebiliyoruz (5). Üstelik de; İyonya kültürü varken ‘Yunan Anakarası’ Karanlık çağda bulunuyordu (6). Dahası.. Batı Anadolu halkları da; insanoğlu’nun tarihinin başladığı “İlk Şehir” olan MEKKE dönemi sonrasında –zaman içinde– çıkılan Filistin, Suriye (-Fenikeliler burada yaşadı), sonrasında Anadolu’muza ulaşan, ‘yayılım=göç’ hareketleri yapan nesillerin, Ege bölgemize ulaşıp yerleşmiş; Trabzon dahil, ‘Yunan kolonileri’ denilen şehirleri kuranlar Batı Anadolu’muza yerleşmiş Yunan ‘denilen Miletliler değil, Suriye-Lübnan kıyılarında yaşayıp da 12.yüzyılda Karadeniz’de ulaştıkları kıyılarda kıyı şehirleri/koloniler kuran Fenikeliler olmuştu.

TÜBİTAK, Bilim Teknik Dergisi’nde Fenikelilerle ilgili olarak; “Dünya birçok yeniliği onlarla tanıdı…modern alfabenin kökenlerini ortaya atan yine onlardı. Denizde yıldızlara bakarak yönlerini tayin eder, uzak diyarlara yelken açarlardı…Kenan (Fenike) Uygarlığı MÖ 12. yüzyıldan itibaren Akdeniz kıyılarında yaşamaya başlamıştı…Atlas Okyanusu’na kadarulaşan..seferler..yapılıyordu…Fenikeliler. Kalay Adası denen İngiltere’ye, Kehribar Kıyısı denen Baltık ülkelerine kadar gidiyorlardı…Fenikelilerin…Karadeniz kıyılarında da yerleştiği biliniyor. M.Ö. 521 yıllarında Fenikeliler Karadeniz’e geçtikten sonraKızılırmak ağzına gelerek Bafra ve çevresine yerleşmişlerdi.” deniliyordu (7). Bu satırlar, Fenike-Karadeniz, haliyle de Trabzon ilişkisini ortaya koymasına paralel olarak, Karadeniz’deki Yunanlılar (!) palavralarının ötesindeki gerçek “Karadeniz Tarihi” sayfası oluyor/du. Ayrıca da,  hemen aynı dönemlerde, Fırat Nehri boyunca karadan Kül Tepe/Kayseri ve Hattuşaş/Çorum’a kadar gelip buralarda şehirler kuran Asur egemenliğinin ‘karasal yürüyüşlerinin’ de, Samsun/Karadeniz’e inmelerini ya da Erzurum üzerinden Trabzon’a girme ihtimalleri bulunduğunu da aklımızda tutmamız gerekiyor.

Fundemantalist ‘Batılı Beyaz Adam’ın; Alfabesi’ni, Fenikelilerden ‘çalıp’ ürettikleri ‘Eski Yunan’a vermeleri sahtekarlığının düzeltilmesi benzeri; ‘Trabzon-Karadeniz tarihini’ de Fenikeliler’den ‘çalıp’,Yunanlı dedikleri Miletlilere vermiş olmalarını da Biz, bugün de düzeltmiş oluyoruz. ‘Sahte Tarih Yazıcıları’nın ‘çaldıkları’ bir başka şey ise, ‘Doğu Roma Tarihi”; ona paralel olarak da, “Trabzon Rum (Pontos) Devleti” deseler de, çaldıkları, “Trabzon Romalıları” tarihi oluyor… Bu ‘hırsızlığa’ da dur demek adına…

Rum Devleti ve Bizans yalanları.. ‘Trabzon Romalıları’ gerçeği:

Veysel Usta Bey tarafından yazılan ve 21.08.2012 tarihinde; “Ayasofya Müzesi’nin tarihsel gerçeği” başlıkla çıkan bir yazıda; Ayasofya Kilisesi’nin, 1204 tarihinde Trabzon’da ‘Trabzon Rum Devleti’ adlı yeni bir devlet kuran Bizans hanedanına mensup Komnenos ailesi tarafından 1250-1260 yıllarında yapıldığı ileri sürülmekte; sözkonusu bu yapının, kent merkezinin uzağında bulunması Fatih Sultan Mehmet tarafından da görülmüş ve değerlendirilmiş olmalıdır ki Ayasofya Kilisesinin camiye dönüştürülmesi düşünülmemiştir deniliyordu (8). Bu ifadelerin ve elleştireceğimiz daha başka görüşlerin de yer aldığı sözkonusu yazı, bir ‘yerel gazete’de yayınlanmadan birkaç gün önce de bir internet sitesinde, ‘dip notlar’ da verilerek yayınlanmıştı (9). Yapılan bu açıklama ve başka pek çok açıklamada söz edilen ‘Rûm’ tabiri; ne bir ırk, ne de bir ulusu tanımlamaktadır. ‘Rûm’ tabiri, ‘Doğu Roma’yı (Ortodoks Hristiyan inancına sahip olmayı) ifade etmekte; ‘Roma’dan kalma Rûm’anlamın ageliyor. Haliyle de, geçmişte Anadolu, “Rûm diyarı” ya da “Roma ülkesi” demek oluyordu. Mevlana Celaleddin-i Râmi örneğinde olduğu gibi de, “Rûmi”; “Rum’da/Roma topraklarında” yaşayan demek oluyor/du. Bu sebeple, geçmişte Trabzon yöresinde yaşamış insanlardan sözederken, “Rumlar ya da Trabzon Rum Devleti” tanımı yerine, ‘Doğu Roma kalıntısı insanlar’, ama asıl da, “Trabzon Romalıları” demek daha doğru bir tanımlama oluyor. Bu aynı zamanda, insanımızı kandırmamak; milli birliğimiz için de kullanılması gereken tanımlama oluyor.

 ‘Bizans’ tanımına gelince..

Bu tanım, 17’nci yüzyılın ortasından itibaren canlılık göstermeye başlamış ama, asıl da, ‘Sahte Tarih Modeli’nin yazıldığı 19’ncı yüzyılla sahneye sürülmüş bulunuyor : “Bizans tarihi üzerine çalışanlardan ilkinin ise, Heronymus Wolf (1516-1518) olduğu ifade edilmektedir (10). Ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı’ya göre, Bizans ismi; Hieronymus Wolff’un kaleminde, yıkılan Doğu Roma’yı Bizans diye kasıtlı ve yanlış bir isimle adlandırması olmaktadır (11). Yani, ‘Bizans İmparatorluğu’ yoktu, varolan, “Doğu Roma” idi ama, “Bizans İmparatorluğu” üretiliyordu. Bizans terimi ancak 19. yüzyılda kullanılmaya başlandı.” deniliyordu (12). Bizans “uydurma” bir “devlet” oluyor: “Bizans isminde devlet var mıydı?: Bizans sonradan uydurma bir isimdir.” deniliyor (13). Bu ‘dini ideolojik’ olarak ‘üretilen’ tanımlama ile kast edilen, “Doğu (Ortodoks) Roma (Hıristiyan) İmparatorluğu” oluyor. Veysel Usta Bey veya benzerleri tarafından ifade edilen; “Bizans kökenli Trabzon Rum Devleti” tanımlaması, “bilimdışı saçma sapan görüşler” demek oluyor. Haliyle de, 1204’de, Aleksi Komnen tarafındankurulduğu ve 1461’e kadar yaşadığı söylenilen “Trabzon Rum İmparatorluğu” iddiaları da saçma sapan iddialar oluyor.

Dördüncü Haçlı Seferi, (1200-1204) yılları sırasında Katolik Hıristiyan Haçlılar, Ortodoks Hıristiyanların yaşadığı İstanbul’u yakıp yıkıp ellerine geçirince, 1204’te “Katolik Hıristiyan” inançlarına uyan “Latin İmparatorluğu” kurunca; “Doğu (Ortodoks Hıristiyan) Romalılar”dan bir grup, Komnenos sülalesi (de) olsun, Doğu Romalılar; Trabzon bölgesinde krallığını (!) ilan etmişti.

Fakat, nasıl bir imparatorluksa, bağımsızlığı, kimi zaman Selçuklular, bazen de Moğollar elinde olmuştu: “Komnenos sülalesinin genç kanadından iki kişi, 1204 yılında İstanbul’un Latinler tarafından istila edilmesini fırsat bilerek Trabzon..bölgesinde hükümdarlıklarını ilan etti. Bu krallık, sınırlarını fazla genişletmeden 1461 yılında Osmanlılar tarafından ele geçirilinceye kadar yaşadı…Komnenos Krallığı…önce Anadolu Selçuklularının,ardından da Moğollların VASAL devleti olarak varlığını sürdürmüştür…Trabzon Rum Devleti Kösedağ’da (1244) Moğollarla müttefik olarak yan yana çarpışmış ama Selçuklu yenilgisinden sonra…bu kez de Moğolların vesayeti altına girmişlerdi…Rubruquis 1253 yılında Trabzon’u ziyaret ettiği zaman, Trabzon Rum Devleti’nin Moğol egemenliği altına girmiş olduğunu söylediğini göre, belki de Moğol hükümranlığı daha erken bir tarihte gerçekleşmişti…Manuel’in, Kösedağ savaşını izleyen yıllarda, Trabzon Rum Devleti yeniden Selçukluların altına girdi…Ortaçağ’ın en çok korkulan (Moğol) ordusu ile çevrelenmiş olan Trabzon gibi küçük bir devlet(t)i.. ” deniliyor (14).

 Trabzon Devleti/İmparatorluğu denilen bir yapıya ‘vesayet altında bir devlet’ diyen Tamara T. Rice, bir Müslüman değil, bir gayrimüslim (gavur) oluyor. Rice, Trabzon Rum İmparatorluğu” denilenin, Vasal, yani, “bağlı, bağımlı, biat eden, hizmetli, köle” anlamlarına gelen bir yönetim olduğunu söylüyordu. Bir “gavur” bile, bağımsızlığı pek olmayan, küçük bir devlettensözederken, bizim ‘Maskesiz misyonerlerimiz’, sıkılmadan, bağımsız imparatorluktan söz edebiliyor/du. Tablot Rice gibi, “Maskeli misyonerler”den biri olan, William Mıller’ın; “Son Trabzon İmparatorluğu” kitabında, Timur’un bizzat Trabzon’a geldiği, vergiye bağlayarak yeğeni Mirza Halil’e bıraktığı açıklaması da (15), söz edilen “Son (Trabzon) Rum imparatorluğu” iddiasının zırva olduğunu açıklar nitelikte oluyor. İspanya Kral’ı III.Enrique’un Timur’a elçi olarak gönderdiği, 1404 yılında Trabzon’a ulaşan mabeyincisi Ruy Gonzales De Clavijo’un; “İmparator Manuel ile komşuları olan Türkler, Timur’a vergi veriyorlardı…Denize yakın bir yerde sağlam duvarlarla çevrilmiş bir kale vardır. Bunlardan biri Venediklilere, biri Cinevizlilere aittir…Nisan’ın 27’si Pazar günü her şeyimiz hazırdı…Aynı günün akşamında Biksit (Sürmene suyu) namıyla maruf nehrin kenarındaki bir yerde konakladık…Pazar günü buradan hareket ettik. İmparatorun maiyetimize verdiği adamlar bizi bırakarak geri döndüler. Çünkü, ilerisi düşman memleketi idi.” açıklaması da (16), vasal küçük bir devletten ve döneminin önemli gücü, “Batı Roma İmparatorluğunun / Katolik Hıristiyanlığın” Karadeniz’deki uzantıları olan, “Venedik ve Ceneviz kale/kent/leri” gücü gerçeğini de ortaya koymaktadır. Ayrıca da, Anthoney Bryer’in; “Trabzon İmparatorluğu’nda Gemicilik” makalesinde yer alan;“..Trabzon’daki Aya Sofya Manastırı’nın duvarlarında 100’den fazla gemi resmi bulunmaktadır…Şekillerdeki dört gemiden üçünde Cenova’nın simgesi olan ‘St. George Haçı’ vardır ve Cenova St. George Bankası imparatorluğun son yüzyılında Trabzon ticaretine sermaye sağlamıştır.” açıklamasını da (17) gözönüne aldığımızda; bölgede “Trabzon Romalıları (Doğu Roma- Ortodoks Hıristiyanlar) kadar, “Katolik (Batı Roma) Hıristiyanları”nın da muktedir olduklarını anlamamızı kolaylaştırıyor.

Diğer taraftan.. Trabzon’a, Doğu Karadeniz bölgesine, Anadolu’ya tarih yazarken; Trabzon’da, Bölgede ve Anadolu’da, “Doğu Roma’dan/Ortodoks Hıristiyanlardan” önce, ‘Pagan-Putperst Roma’nın, onların da/M.Ö.63öncesinde, ‘Putperest Persler’in hükümferma olduğunu da bilmeleri gerekiyor. Veysel Usta Bey’in de bilmesi gereken bir başka husus da, “Trabzon Ayasofya’sını Komnenos ailesinin yaptırdığı” iddialarının –ki Trabzon Romalıları denilmesi gerekiyor– doğru olamayacağı oluyor…

Ayasofya’yı, ‘Komnenoslar/Trabzon Romalıları’ yapmamıştır:

Veysel Usta ya da ‘Trabzon Tarihi’ üzerine yazı yazan hemen herkes, “Fundemantalist Batılı Beyaz Adam’modellemelerinden ‘beslendikleri’; okuduklarını sorgulamadıkları için, Ayasofya’nın ‘Komnenos’denilenler tarafından yapıldığını ileri sürseler de, bu iddianın en küçük bir ‘belgesi’ yoktur. Dahası…

Sayın Usta2012 yılında; “Ayasofya Kilisesi’nin, 1204 tarihinde Trabzon’da ‘Trabzon Rum Devleti’ adlı yeni bir devlet kuran Bizans hanedanına mensup Komnenos ailesi tarafından” yapıldığını ileri sürerken; bizatihi kendisinin 1999 yılındahazırladığı, “Anabasis’ten Atatürk’e seyahatnamelerde Trabzon” isimli eserinde yer verdiği kişilerden bir kısmının; “Ayasofya’nın kimler tarafından/ne zaman yapıldığının bilinmediğini” ifade ettiklerinden bihaber gibi duruyor!.

Mesela.. kendisinden üçyüz küsur sene önce, 1701 yılında Trabzon’a yaptığı geziye ilişkin notlarında Joseph Pitton De Tournefort (1656-1708); “Bu kilisenin…Kostantinopol’deki Sophien kilisesi gibi Justianus tarafından inşâ edilip edilmediğini bilmiyorum.” diyor ama (18); Veysel Bey, bu görüşe de, kitabında yer verdiğini, “ne yazmış, ne de okumuş gibi” görünüyor!.

Bunlar gibi de, doğduğu yer olan Trabzon’un da bulunduğu güney ve kuzey Karadeniz kıyılarını -1817 ile 1819 arasında- dolaşan P.Minaş Bıjışkyan’ın (1777-1851), Veysel Bey’in yine aynı eserinde; “Ayasofya üç mil ötede güzel bir tepedir…Aleksios Komnenos’un tamir ettirdiği bu kilisenin, ilahi hikmete ithafen imparator İustininous tarafından yapılmış olduğu söylenir...” ifadeleri de yer almasına rağmen (19); Ayasofya’yı Komnenoslara yaptırması hiç de ‘ustaca’ olmuyor. ‘Ustalık’sözkonusu olmayınca da, Bijikyan’ın; “Aleksios Kommenos’un Ayasofya’yı yaptırdığı değil, “tamir ettirdiği” açıklamasını veTournefort gibi,  Ayasofya’nın İmparator Iustininous tarafından yapıldığınınsöylendiği açıklamalarını da bize göstermiyor!.

eysel Usta Bey yine, “Anabasis’ten Atatürk’e Seyahatnamelerde Trabzon/1999” isimli eserinde, Charles Texier’in (1802-1871); “Ayasofya Camii...Bu binanın hangi hükümdar tarafından yaptırıldığına dair hiçbir yazı yoktur.” açıklamasına da yer verdiğini (20), bize yine göster(e)miyor!.

Ve de..

 Sözettiğimiz eserinde, 1836-1838 ve 1843-1844 yıllarında Trabzon yöresine iki seyahat yapan Karl Koch’ın; Trabzon Ayasofya’sı için; “Herhalde 13. yüzyılda inşâ edilmiş.” olduğu açıklamasını da (21) yine gör(e)memiş, göster(e)memiş bulunuyor!.

Peki de neden? Ya da sayın Usta, eserinde kendine ait diyebileceğimiz yukarıdaki görüşleri hiç okumamış diyeceğiz! Okumamış da, “Trabzon Rum Devleti adlı yeni bir devlet kuran Bizans hanedanına mensup Komnenos ailesi tarafından 1250-1260 yıllarında yapılan Trabzon Ayasofya Kilisesi..” şeklinde kesin bir ifade kullanmış mı bulunuyor!..

 Trabzon Ayasofya’sını ‘Komnenosların yaptırdığı’ iddiasının “kesin olmadığı” iddiamızla ilgili olarak, Melek Öksüz’e ait bir doktora çalışmasındaki; yapım tarihinin kesin olarak bilinmediği, hem üslub açısından hem de politik nedenlerden dolayı 1250 yıllarının sonuna doğru yapıldığı düşünülmektedir açıklaması da ortaya koymaktadır (Melek Öksüz: “1476-1789 Tarihleri Arasında Sosyal Hayat / Doktora Tezi, Ankara-2004). Demek ki de, 13. Yüzyılda Komnenoslar tarafından yapıldığı görüşler “kesin değil”, sadece iddia oluyor. 

 Peki de Veysel Usta Bey, bu görüşü ‘neden kesin gibi’ vermişlerdir (?) cevabını ‘kendileri’ versinler de; sadece Veysel Beyde değil, Trabzon Valiliği İl Kültür Müdürlüğü, ha keza Belediyesi Kültür Müdürlüğü yayınları ve internet siteleri ile, Trabzon hakkında yazan veya eser veren hemen herkes, Miletliler-Rumlar-Bizans-Ksenophon/Yunanlılar ‘dolmalarıyuttukları’; Ayasofya ve ‘Trabzon/Bölgenin tarihi’ için yazılanları ‘sorgulamadan’ aldıkları, hem de “doğru okuyamadıkları” için, Ayasofya’yı Komnenoslara/Hıristiyanlara yaptırtmışlardır!.

Oysa…

 Trabzon Ayasofya’sı Kâfirlerden kalmadır:

Veysel Usta, “Trabzon Ayasofya’sı” ile ilgili tartışmalara katıldığı sözettiğimiz yazısında, Ayasofya için; Aşık Mehmed’in (Trabzon/1555-?), “Menazirü’l-avalim” adlı eserinden alıntısı şu idi:

Salis (üçüncü) cami-i Ayasofya, sahil-i bahr üzere ebniye-i kafiriyyeden (Hristiyan binalarından) bir kinîse (kilise) idi.” (22)

Usta’nın, alıntıladığı yukarıdaki ifadeleri, “Menazirü’l-avalim”in 3.Cildinden Biz birebir alıntıladığımızda; cümlenin doğrusununaşağıdaki gibi olduğunu, ama, aynı zamanda, hem cümleyi “eksik” aldığını, hem de, “ebniye-i kafiriyyeden” ifadesini “yanlış (Hristiyan binalarından şeklinde)” değerlendirdiğini görebiliyoruz:

Salis (üçüncü) cami-i Ayasofya, sahil-i bahr üzere ebniye-i kafiriyyeden yed-i Nasârâ’da bir kinîse (kilise) idi.” (23)

Cümlenin yukarıdaki doğrusunda görülebildiği gibi de, cümlede hem “ebniye-i kafiriyyeden” sözedilmekte, hem de “yed-i Nasârâ’da” ifadesi yer almaktadır.

Veysel Usta Bey’in alıntısında ise, “yed-i Nasârâ’da” ifadesi eksiktir! Bilerek veya bilmeyerek, alıntıda “yed-i Nasârâ’da” tanımı yoktur.

Sözkonusu cümleyi ‘eksik’ haliyle değil de ‘eksiksiz’ haliyle okuduğumuzda ise, “ebniye-i kafiriyye” tanımı ile, “Hıristiyan olmayanlardan”, yani, “kâfirlerden” sözedildiğini; “yed-i Nasârâ” tanımı ile de, “Hıristiyanlardan” bahsedildiğini kavrayabiliyoruz.

Veysel Bey cümlesinde, “..yed-i Nasârâ’da..” ifadesi neden yok (?), cevabını, ‘usta/lığı’versin de; yapılan bu “eksik/yanlış” alıntı, hem “Ayasofya’nın ‘yapılma tarihini’ değiştiriyor”, hem de, “Trabzon tarihini” bilebilmemiz için gerekli olan bir “bilgi’nin” yokedilmesi de demek oluyor. Çünkü, cümlenin ‘eksik’ değil de,‘doğru verilmesi’ hâlinde, hem “Ayasofya’yı Komnenosların/Hıristiyanların yaptırmadığı” anlaşılıyor, hem de, bölgede, “Hıristiyanlardan önce ‘Kâfirler/Paganlar-Putperestler’ bulunduğu”; dolayısıyla da, “Ayasofya’yı onların yaptırdığını” anlamamız da kolaylaşıyor. Çünkü cümlenin ‘eksiksiz’ olanın da, “Kafirlerden kalma, Hıristiyanların elinde olan Ayasofya’dan” sözediliyor.

Sayın Usta’nın, 2012 yılındaki, “Ayasofya’yı kimin/cami yaptırdığı” tartışmalarındaki bu ‘eksikliği’, Hıristiyanların lehineyansımış olsa da,  1999 yılında hazırladığı, “Anabasis’ten Atatürk’e Seyahatnamelerde Trabzon” isimli eserinde, aynı konuyu, yine Aşık Mehmed’in “Menazirü’l-avalim” adlı eserine atfen ama, aşağıda görüleceği gibi, Bizim önerdiğimiz gibi/eksiksiz vermiştir:

Cami-i Ayasofya…sahilde kafirler zamanından kalma Hıristiyanlar elinde bir kilise idi.”

Veysel Usta Bey, 1999 yılından gelen; “Aysofya’nın kafirlerden kalma olduğu” bilgisini inkâr edercesine, 2012 yılında Ayasofya için; “Komneneos/Hıristiyan binalarından bir kilise idi” diyor.

Ne yazık ki de, her iki açıklamasına kaynak gösterdiği eser, Aşık Mehmed’in, “Menazirü’l-avalim” adlı eseri ama, yapılan ‘yanlışlıksa eğer’, bu durum, “Menazirü’l-avalim”den değil, Usta’nın, 2012 yılındaki ‘ustalaşamamaş/1999’dan eserinden bihaber’ olmasından kaynaklanıyordu. Haliyle de, “Cami-i Ayasofya…sahilde kafirler zamanından kalma Hıristiyanlar elinde bir kilise idi.” şeklindeki  beyanı ile, “Ayasofya’nın, Komnenos ailesi tarafından yapıldığı” şeklindeki kendi iddiasını, “yanlışladığının” farkında bile olamıyordu.

2012 yılındaki alıntısında; “ebniye-i kafiriyyeden (Hristiyan binalarından)” ifadesinde Ayasofya’yı, “Hıristiyan binalarından biri” olarak kabul ederken; yine “aynı kaynak” eseri olan, “Aşık Mehmed ve Menazirü’l-avalim”e atfen verdiği 1999 yılı alıntısında ise, Ayasofya için; “kafirler zamanından kalmaHıristiyanlar elinde bir kilise idi.” demekle; “Hıristiyanlar elindeydi ama, onlardan, -yani, Doğu/Ortodoks Hıristiyan Romalılardan önce Anadolu’da yaşayan kafirlerden (putperest Roma veya Perslerden) kalma bir binaydı” diyordu.

Hâl bu olunca da, Veysel Usta ve bugünedeğin Ayasofya tarihine değinen hemen herkes, yapının yapılışının ‘şerefini’, kâfirlerden ‘çalmış’ oluyor;“Ortodoks Hıristiyan Doğu Romalılar”a yaptırtarak da, Ayasofya’ya ‘Sahte Tarih Modeli’ yazıyordu!.

Aşık Mehmed’in “Menazirü’l-avalim” eserini, TTK Baskısına/2007 hazırlayan Mahmut Ak Bey’in;1997 yılında çıkan“Bir Tutkudur Trabzon” isimli eserde yer alan; “Aşık Mehmet’e Göre Memleketi Trabzon ve Havalisi” isimli makalesinden aldığımız aşağıdaki alıntıda da görülebileceği gibi, Trabzon Ayasofya’sı için, “kafirler zamanından kalmadır” deniyordu:  

..Ayasofya…sahilde kafirler zamanından kalma Hıristiyanlar elinde bir kilise idi..” (24

Bunun gibi yine “Bir Tutkudur Trabzon/1997” isimli eserde, ama bu defa, “Zekeriya Kurşun” tarafından yazılan, “Evliya Çelebi Trabzon’da” isimli makalede, Ayasofya için; “kafirler zamanından kalmadır” ifadesi yer alıyordu: 

..Ayasofya camii..Küffar asrında bina olunmuştur…Kürt Ali Beğ namında bir vali-i vilayet padişaha arz idüp emr-i sultâniyle dest-i nâsarâdan alup…cami’-i latif…ihdas..” ediyordu.” (25

Ayasofya’nın, “Hıristiyanlardan önce”, yani, “Pagan-Putperest Roma veya –kuvvetle muhtemel- Pagan Persler” zamanından kalma olduğu/yapıldığı iddiamız, KTÜ Mimarlık Bölümünün kurucularından da olan Erdem Aksoy tarafından yapılan şu açıklama ile de anlaşılabiliyor: “Trabzon, M.Ö. 6. Yüzyılın sonlarından başlayarak iki yüzyıl boyunca Perslerinkültürel etkilerini…yaşadı…Anthony Bryer ve David Winfield (1985), Trabzon şehrini ‘Güneyden Koruyan Boztepe’de Mithras tanrısının bir heykeli bulunduğunu açıklıyorlar…Anadolu’da Roma İmparatorluğu egemenliği sırasında Trabzon, Bithynia-Pontus eyaletinin önemli bir liman şehridir…Hadrianus, 117-138 arasında iki kez Trabzon’a geldi ve kendi adına yapılan liman inşaatını denetledi…Hadrianus dönemi (Hıristiyan öncesi) mimarlığı, Roma’da olağanüstü bir mimarlık yapıtı olan Pantheon’u mimarlık dünyasına katmıştır.” deniliyordu  (26). Trabzon ve Anadolu’da Roma (Rûm) İmparatorluğu ve onun da öncesinde Pers İmparatorluğu hüküm sürmüştü ve Trabzon’daki eski mabedleri/tapınakları onların “yaptırmaları” sözkonusu edilebilirdi ama, “Kendi/ÖZ kültürlerine yabancı/Maskesiz misyoner” olma ‘tercihi’ bizi; “kendi mülkümüzde ‘ev sahibi’ gibi değil de, ‘kiracı’ gibi yaşatmamızı sürdürüyor!.

Bu topraklarda “Müslümanlardan önce Hıristiyanlar vardı” deyip, onlara ait “tapınakları-toprakları” aldığımızı “bilmemizi isteyen”  cahillerin önce, Trabzon’da da, “Hıristiyanlardan önce” “Putperest Roma” ve onun da öncesinde yaşamış olan “Putperest Persler”in tapınaklarının,“Hıristiyanlara/Trabzon Romalılarına” kaldığı gerçeğini de bilmeleri gerekiyor.

Veysel Usta ‘gibi usta kişiler’, Orta Hisar Fatih Camini de “Hıristiyanlara yaptırtırken”, Hıristiyan Lord Kinros bile, onun öncesinde bir “pagan mabedi” bulunduğunu kabul ediyor; “Kentin fatihinin camisi Orta Hisar’dı. Eski adı, Altın Başlı Bakire anlamına gelen Krisokefalus’du. Bir pagan mabedinin yerine yapılmıştı.” diyordu (27). Tarihsel gerçek bu ama, ne yazık ki de, “Müslüman kimlikleriyle” tanınan tüm ‘ustalaşmamış usta/lar’, kendi kültürlerine karşı, “gavurlar (gayrimüslimlerkadar bile” objektif ol(a)mıyorlar. Komnenoslar denilenlerden önceleri yaşamış “1.Pontos Devleti” yalanı ile milleti yanıltınlar da, yine bu “Didonlar/Maskesiz misyonerler”  oluyor. Oysa, Pontus krallığı,   M.Ö. 120’de Pers satrabı VI. Mithridates’in (Mihirdat), Trabzon dahil Anadolu, kuzey kıyılarını da çepeçevre kuşatan krallığın hakimiyeti demek oluyordu. Kaynaklarda, Mithridates’in, Trabzon Boztepe’de dikilmiş bulunan heykelinden sözediliyor olması da, Trabzon tarihiniHıristiyanlarla başlatan Didon kafaları’ bilimdışına iterken, ‘Trabzon’daki Rum tapınakları’ denilenlerin önemli bir kısmının, ‘Pagan Roma’ veya ‘Pagan Persler’den kalma olduklarının da bilinmesi gerekiyor.

Bu noktada tarihe not da düşüyor;Bizim,“Ayasofya’nın Komnenoslar/Hıristiyanlar tarafından değil, kâfirler/paganlar (Persler) tarafından yapıldığı” görüşü artık, “Ayasofya’nın yapılış (Trabzon) tarihine (de) işlenmesi” gerekir diyorum.

Ayasofya-Trabzon tarihinde ‘düzeltilip işlenmesi’ gereken bir konu da, ‘Menazirü’l-avalime’ atfen yapılan; Ayasofya’nın “KÜRD” Ali Bey’e yaptırtılması ‘kandırmacası’ oluyor. 

“KÜRD Ali Bey” ve “KÜR Ali Bey” sorunu?

Kimin tarafından ve ne zaman yapıldığı kesin bilgiye dayanmayan, ama “Hıristiyan (Doğu-Ortodoks) Roma”dan önceleri bölgede yaşamış paganlardan kaldığı artık bilinebilen Ayasofya’nın, ne zaman Camii olduğu ile ilgili olarak Veysel Usta Bey; “Fatih tarafından camiye dönüştürülmesi gerekli görülmeyen Ayasofya Kilisesi, fetihten yüzyılı aşkın bir süre sonra, 1572-73 tarihinde dönemin padişahı III. Murad’ın izniyle camiye çevrilmiştir. Ayasofya Kilisesinin Ayasofya Camiine dönüştürülmesi hakkında bize en gerçekçi bilgiyi ünlü Osmanlı bilgini Trabzonlu Mehmet Aşık vermektedir…çalışmasını Menazirü’l- Avalim adlı bir kitapta toplayan…Prof. Dr. Mahmut Ak tarafından yayınlanan kitapta Aşık Mehmet’in bildirdiğine göre, önceden kilise iken padişah emri ile Kürd Ali Bey tarafından 980 H. (1572-73 M.) tarihinde camiye çevrilen Ayasofya’da ilk Cuma namazı kılındığında hutbe babası tarafından okunmuş…” demektedir (28).

Veysel Usta Bey’in alıntı yaptığı kaynağa; gazetede çıkan yazısında değil de, bir internet sitesinde yayınlanan aynı yazısına verdiği “Dip not-1’den baktığımızda; Veysel Bey’in bu ‘bilgiyi’, – Aşık Mehmed, Menazirü’l-Avalim, Haz: Mahmut Ak, Cilt: I, Ankara-2007, Türk Tarih Kurumu, s.XXXIX’den aldığını okuyoruz (29). Sözkonusu bu ‘dipnot’a, Menazirü’l-Avalim’debaktığımızda ise;  Ayasofya’yı Camiye çeviren kişinin isminin, “KÜRD Ali Bey” değil, “KÜR Ali Bey” yazdığını görebiliyoruz:   

“…Âşık Mehmed’in bildirdiğine göre, önceden kilise iken padişah emri ile Kür Ali Bey tarafından 980 (1572) tarihinde câmie çevrilen Ayasofya’da ilk Cuma namazı kılındığında hutbe, babası tarafından okunmuş ve hatiplik vazifesi de ona verilmiştir.

Yukarıda görüldüğü gibi de, Veysel Usta’nın, “KÜRD Ali Bey” iddiasına kaynak gösterdiği “Menâzirü’l-Avalim” isimli eserin I.Cildinde, “KÜRD Ali Bey” tanımı değil, “KÜR Ali Bey” tanımlaması bulunuyor. Bu durumda ise, “Ayasofya’yı Cami’ye çeviren  kişi” olarak, “Kürd Ali Bey” değil, “KÜR Ali Bey” iddiasını ileri sürmemiz de mümkün olabiliyor.

Sayın Usta’nın, “KÜRD” dediği yerde “KÜR” geçmesi için ise, Veysel Usta’nın, bu bölümü de “okumadığını” söylememizi ya da neden yoksaydığını (?) düşünmemizi mümkün kılabiliyor.

Diğer taraftan… “KÜRD Ali Bey” ismi; Veysel Usta’nın sözettiği “Menâzirü’l-Avalim”in I.Cildinin XXXIX’uncu sayfasında görünmüyor ama, 3.Cildinin, 1025’inci sayfasında görülebiliyor:

Salis (üçüncü) cami-i Ayasofya, sahil-i bahr üzere ebniye-i kafiriyyeden (Hristiyan binalarından) bir kinîse (kilise) idi.  Sene semânin ve tis’a-mi’e’de (H. 980/M. 1572-73) veyahut dahi sonrada Trabzon ayanından Kürd Ali Bey nam bir sahibü’l-hayr bu Ayasofya ila haysümâ-lâ-yentehî (sonsuza kadar) Nasara yedinde (Hristiyanların elinde) olmağı münasip görmeyip emr-i sultani (padişah emri) ile yed-i Nâsâradan ahz edip (alıp) salat-ı cum’a ikameti (Cuma namazı kılınması) için minber ve mahfil-i müezzinin ihdas etmiştir.” (30)

Daha önceki sayfada ifade ettiğimiz gibi de; Veysel Usta’nın, hem ‘eksik’ verdiği, hem de “ebniye-i kafiriyye ile, yed-i Nasârâ” arasındaki farkı göremeyerek ‘yanlış yorumladığı’ bu bölümde, “KÜR Ali Bey” isminin değil, “KÜRD Ali Bey” isminin geçtiğini okuyoruz.

Menazirü’l-avalim”in 1. ve 3. Ciltlerinde görülen bu ‘farklılık!!’, Ayasofya’yı “camiye çeviren kişi” olarak karşımıza, hem “KÜRD Ali Bey”, hem de “KÜR Ali Bey” isminin çıkması da demek oluyor. Veysel Usta Bey başta olmak üzere hemen herkes, “KÜRD Ali Bey”i telaffuz etmiş, ama “KÜR Ali Bey”i ise, kimse gör(e)memiş bulunuyor! Sanırımdailk kez Biz, ‘neden iki isim/çelişki’ sorununu ortaya koyup, çözüm aramaya girişmiş de bulunuyoruz…

Evliya Çelebi seyahatnamesi ne diyor :

Ayasofya’yı “kimin camii yaptığı?” sorusuna Evliya Çelebi’den de görüş koyan sayın Usta; Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ne atfen, Ayasofya’dan şu şekilde söz ediyordu:

Ayasofya Camii, Süleyman Bey camiinin garp tarafındadır. Derya kenarında vakidir. Küffar asrında bina edilmiştir. Sonra KÜRLET Metinde bu şekilde yazılı olmasına rağmen aslı KÜRT veya KURT olmalıdır- Ali Bey namında bir vali hazret-i padişaha arz ettikten sonra bunu bâ emr-i sultani (padişahım emriyle) zabt ederek sene H. 991/ M. 1583 tarihinde bir mahfil ve minber-i dil-güşâ(gönül açıcı) bir cami haline koymuştur. ” (31)

Veysel Usta’nın, yukarıdaki; Evliya Çelebi seyahatnamesi’nin “Dersaadet İkdam Matbaası, 1314, cilt 2, s. 88” baskısından yaptığı alıntıda okuduğunuz gibi de, Evliya Çelebi de, “Ayasofya’yı Komnenos’lara yaptırtan Veysel Usta Beyi” yanlışlarcasına –Aşık Mehmet gibi-, “KÜFFAR (Kâfirler) zamanında yapılmıştır” diyordu.

Diğer taraftan, yukarıdaki, “Dersaadet İkdam Matbaası” baskısı alıntısında görüldüğü gibi de, Evliya Çelebi, “seyahatnamaesinde KÜRD Ali Bey’den” değil, “KÜRLET Ali Bey” isminden söz ettiğini de okuyabiliyoruz.

Veysel Bey, Evliya Çelebi seyahatnamesinin “Dersaadet İkdam Matbaası” baskısından gelen, “KÜRLET Ali Bey” ismi için; “metinde bu şekilde yazılı olmasına rağmen aslı KÜRT veya KURD olmalıdır” da diyor ama, hâlâ da I.Cildde okunan, “KÜR Ali Bey” isminden ise bihaberdir! Kendisinin, Ayasofya’yı cami yaptıranın, “Kürd veya Kurt Ali Bey olmalıdır” görüşündeki “Kurt” olma iddiasını; kelimenin, “KUR(t)D” olması için, “Kef, vav, Ra, dal” harflerinden oluşması gerektiğinden –olamayacağını düşündüğümüz için– konu dışına itiyoruz. Haliyle de, “KÜRD Ali Bey” veya “KÜR Ali Bey” sorunu olarak isimlendirdiğimiz konuya, Evliya Çelebi’den gelen “KÜRLET Ali Bey” ismini de katarak çözüm ararken, Seyahatnamenin “Üç Dal Yayınevi” baskısında, “Kürlet Ali Bey”i değil de, “KÖRLET Ali Bey” ismini (aşağıdaki alıntıda görüldüğü üzere) okuyoruz:

Ayasofya Camii:..Kafirler zamanında yapılmıştır. Sonra Körlet Ali Bey adında bir vali, padişah hazretlerine bildirdikten sonra, bunu padişahın emri üzerine zapdederek 991 yılında bir mahfil ve minber İLAVESİYLE gönül açıcı bir cami haline koymuştur. Kıble kapısından mihraba varıncaya kadar uzanan boyu biraz fazlacadır. Camide her çeşit mermerden uzun sütunlar vardır ki, medhinden dil acizdir. Bir minaresi, eski usül, sade, güzel mihrab ve minberi vardır. Etrafında zeytinlikler ve bahçeler vardır.” (32)

Böylelikle de, “Ayasoyfa camini ‘KÜRD Ali Bey mi?’ yoksa ‘KÜR Ali Bey mi?” yaptırdı sorunu, Evliya Çelebi Seyahanamesinden gelen, “KÜRLET/Körlet Ali Bey” tanımlamalarıyla daha da karmaşık bir hâle gelmiş olsa da, Aşık Mehmed rahmetliden gelen (!), “KÜRD Ali Bey mi veya KÜR Ali Bey mi? sorununu, birkaç günlük araştırma sonucunda –sanırım da– ilk kez Bizçözmeyi –en azından bir çözüm önerisi yapmayı– başardık diye düşünüyorum. Ama önce şu…

TTK ve Mahmut AK Bey ne dediler?

Kürd Ali Bey mi, Kür Ali Bey mi?” sorununu çözmek için, “Menazirü’l- Avalim”i 2007’de basan TTK’ya (Türk Tarih Kurumu) yaptığım müracaatta, Bilimsel Çalışmalar K. Müdürlüğünden A.B. hanımefendiyle yaptığım görüşme sonrası isteğimi aşağıdaki belirtmiş, demiştim ki:

Kurumunuz tarafından 2007 yılında basılan, ““Aşık Mehmed, Menazirü’l- Avalim, Haz: Mahmut Ak,” künyeli “üç cilt”lik eserin,

1- “I.cildi, “s. XXXIX”de :  ““…Âşık Mehmed’in bildirdiğine göre, önceden kilise iken padişah emri ile Kür Ali Bey tarafından…” denirken;

2- “aynı basımın 3.Cildinde, s.1025’de ise :  “Sene semânin ve tis’a-mi’e’de (H. 980/M. 1572-73) veyahut dahi sonra da Trabzon a’yânından Kürd ‘Ali Bey nâm bir sahibü’l-hayr ..” ifadesi geçmektedir.

Kısaca, farklı iki sayfada, ayni kişi; KÜR ALİ BEY ve KÜRD ‘ALİ BEY olarak  tanımlanmaktadır…

İsteğim… Sözkonusu bu iki sayfanın, -hiç olmazsa- SÖZKONUSU TANIMLAMALARIN geçtiği kısmın “orjinallerinin” tarafıma temininin sağlanması oluyor.. Bir yanlışlığın düzeltilmesi gerektiği için de, önemle de istirham ediyorum

Yazdığım bu e-mail’e, aldığım A.B. imzalı cevabi mail yazıda şunlar yer alıyordu:

Ahmet Bey..

Bahsettiğiniz yazma Kurumumuza ait değil. Bizim kayıtlarımıza göre yazar Kayseri Raşit Efendi Kütüphanesine ait bir yazmayı kullanmış. Biz sadece doktora tezi olarak hazırlanmış bu kitabın baskısını yapmışız. Bu durumda ya o kütüphaneye başvurmanız ya da yine yazara ulaşmaya çalışmanız gerekir. /A.B.

Bu cevap üzerine, arayıp bulduğum Kayseri Raşit Efendi Kütüphanesi Müdürü Muhammed Hızarcı Bey ile, yaptığım konuşma sonrası, Muhammed Bey; eserin 3. Cildinde, 1025’inci sayfada, “Trabzon Camileri” bölümünde sözkonusu olan “KÜRD Ali Bey” ifadesinin bulunduğu sayfanın “görüntüsünü” okumamız için bana göndermiş –oradan sorguladan yapılan ilk okumada Kürd Ali Bey okunsa da-; “KÜR Ali Bey” isminin geçtiği, Prof. Dr. Mahmut AK’ın hazırladığı TTK’dan çıkan I.Cilt’te, “Âşık Mehmed’in bildirdiğine göre” denilerek bu ismin verilmesi yüzünden ‘yazma’da nerede geçtiğini bulamayışımız sebebiyle, bu tanımlamanın geçtiği bölümü görüp okuyamamış-okutamamış bulunuyorum.

TTK’nın, “Yazar’a ulaşmanız” önerisi üzerine de, Prof.Dr. Mahmut AK Bey’i, üniversitesinden ısrarlı arayışım sonrasında, kendisinden, aşağıdaki ‘e-mail cevabı’ alıyordum: 

Ahmet Bey,

Birkaç görevim dolayısıyla gerekli iletişim kuramadık.

Sorduğunuz konularla ilgili bilgiler Menâzırü’l-avâlim metninde var.

KÜR ALİ konusu tam da okuduğumuz gibi, bu kelimenin sonunda de (dal) harfi bulunmamaktadır.”

Mahmut AK

“KÜR Ali Bey” tanımlamasının geçtiği orijinal sayfayı bulup alamamıştık ama, o bölümde, “KÜRD Ali Bey” geçmediğini, “KÜR Ali Bey” isminin geçtiğini de öğrenmiş bulunuyordum.

Menazirü’l- Avalim”de yer alan “Kürd Ali Bey” veya “Kür Ali Bey?” ayrımlamasına hiç kimsede bir ‘çözüm önerisi’ göremediğimiz için de, konuya/soruna eğiliyorum ama, önce şu…

Nereden ‘türedi’ bu “KÜRD”?

Trabzon ‘Ayasofya’sını cami yaptıranın’, “KÜRD Ali Bey olduğu” açıklamalarını, “Menazirü’l- Avalim”in, 2007’deki TTK Baskısından önce de görmüş-okumuş bulunuyoruz. Eseri yayına hazırlayan Prof. Dr.Mahmut AK Bey’in, “Yüksek lisans-Doktora Tezlerini/1990” okumadım ama, Dr. Mahmut AK’ın, 1997 yılında; “İ.Günday Kayaoğlu; Öner Ciravoğlu; Cüneyt Akalın” isimleriyle, Yapı Kredi Yayınları arasında/1997 çıkan, “Bir Tutkudur Trabzon” isimli eserdeki, “Aşık Mehmed’e göre memleketi Trabzon ve havalisi” başlıklı makalesinde de “KÜRD Ali Bey” tanımlamasını okumuş bulunuyoruz. 

Yine “Bir Tutkudur Trabzon” isimli eserde/1997 yer alan, Doç. Dr. Zekeriya Kurşun tarafından yazılan, “Evliya Çelebi Trabzon’da” başlıklı makalede de; Seyahatnamenin, “Dersaadet İkdam Matbaası” ve “Üç Dal Yayınevi” baskılarıyla çıkan, “Kürlet Ali Bey” ve “Körlet Ali Bey” tanımlamalarına karşın, “KÜRD Ali Bey” ifadesini okuyoruz.

 “KÜRT Ali Bey” tanımını okuduğum daha eski tarihli yazı ise, “İstanbul Kültür ve Yardımlaşma Vakfı”nın 1987 yılında çıkarttığı, “Trabzon Kültür ve Sanat Yıllığı 87, sayfa 489”da, “Orhan Şefik Gökyay” tarafından sadeleştirilen, “Trabzon Mehmed Aşık” başlıklı yazıda geçiyor.

Sözkonusu bu yazıdan daha eski bir yazıda veya bir eserde “KÜRD Ali Bey” ismi geçti mi bilemiyorum ama, “KÜRD Ali Bey” tanımlamasının ilk kimin tarafından ileri sürdüğünün bilinmesi, “Maskeli veya  Maskesiz misyonerliğin ” bilinmesi açısından önemli oluyor. Bu noktada dikkat çekmek istediğim yer ise, İslam Ansiklopedisi’nde yer alan “Ayasofya Camii” maddesinde; “(-Evliya Çelebi) Seyahatname’(si)nin J.von Hammer’in elinde bulunan ve kısmen İngilizce’ye çevirdiği nüshasında ise Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi tarihi 951 (1544-45) olarak gösterilmiştir. Ayasofya hakkında büyük yayında da (D.Talbot Rice, The Church of Haghia Sophia at Trebizond, Edinburgh,1968) bu tarih aynen alınmıştır. Aynı eserin 1155’te (1742) istinsah edilen yazma nüshasında (İÜ Ktp., TY, nr.5939, vr, 2586) Ayasofya’yı camiye çeviren valinin adı ‘KURD’ olarak yazılmıştır ki doğrusu da bu olmalıdır.” denilmesi oluyor (33). Bu ‘KURD’ yazılımı sonrası mı ‘KÜRD’ tanımı ‘kullanıma girmiştir’ ya da ne zaman girmiştir, bu hususun mutlaka ortaya çıkarılması gerekiyor diyorum. 

Bu görüşümü dikkatlere sunduktan sonra; Ayasofya’yı cami yaptıranın, Kürd Ali Bey mi?”,yoksa “Kür Ali Bey mi?” olduğu sorununa ‘çözüm önerimiz’ şu oluyor…  

“KÜRD Ali Bey mi, KÜR Ali Bey mi (?)” sorununa çözüm teklifimiz:

“KÜRD” kelimesi Osmanlı Türkçesi’nde Arapça gibi kabul edilip “Ekrad (Kürtler)” olarak çoğullandırılır. Dolayısıyla da, “Kürt” kelimesi “tekil” alınarak yazıldığında, “KEF” harfinden sonra “VAV” konularak yazılır. Yani, “KEF” ile “RA” arasında “VAV” olmalıdır. Hâl bu olunca da, metindeki “KÜRD” kelimesinin, “GÜRD” olarak da okunması da mümkün olmaktadır.

Farisi kelime olan ve sıfat olarak kullanılan “GÜRD” kelimesinin ne anlama geldiğine, “Kamûs-i Türki’de, 1151, 3.bölüm, 5. kelimede baktığımızda, “GÜRD”; “Yiğit, Kahraman”  anlamlarına geldiği görülebilmektedir.

Haliyle de, Ayasofya’yı cami yapan “KÜRD Ali Bey” denilen ifadede ki, “KÜRD”ü, Biz “GÜRD” olarak okuduğumuzda, “KÜRD Ali Bey” denilen kişi, “YİĞİT ALİ BEY” olmaktadır.

Bu noktada şu da : Menazirü’l-Avalim”in I.Cildinde geçen “KÜR Ali Bey” ifadesindeki “KÜR”e, “Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları” arasında çıkan, Reşid Rahmeti Arat’ın, Kutadgu Bilig İndeksi II, İstanbul-1979, 302. Sahife, 5.kelime üzerinden baktığımızda, “KÜR”ün de; “YİĞİT” anlamına geldiği görülmektedir.

“KÜR” kelimesine, Divanu Lügat’it-Türk –Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi, s.7– üzerinden baktığımızda da, “YİĞİT, Sarsılmaz” anlamlarına geldiğini okuyoruz.

İmdi…

Menazirü’l-Avalim’in 3.Cildinde, “KÜRD Ali Bey” ifadesindeki “KÜRD” olarak okunan kelimeyi Biz; “GÜRD” olarak alıp da, kullandığımız anlamı olan “YİĞİT” ile,  Menazir’in 1. Cildi’nde geçen, “KÜR Ali Bey” ifadesindeki “KÜR” kelimesinin anlamı olan “YİĞİT” sıfatını “örtüştürdüğümüzde”, Aşık Mehmed’in metinde kullandığı “GÜRD” ile, “KÜR” sıfatlarının, anlam ifadeleriyle “özdeş” olduğunu, haliyle de, Ayasofya’yı yaptıran kişinin, “KÜRD Ali Bey” değil, “GÜRD=KÜR Ali Bey” olduğunu anlamamız da kolaylaşmaktadır.  

Bir başka şekilde ifade edersek de…

Farisi ifadelerde “KEF” harfinin üzerine “Keşide” kullanıldığı zaman bu harfin karşılığı latin harflerinde, bildiğimiz “G” harfi olmaktadır. Aşık Mehmed ise, ‘Menâzirü’l-Avâlim’in 3. Cild’indeki “KÜRD Ali Bey” ifadesinde ise, “Keşide kullanmamıştır. Metindeki “KÜRD Ali Bey” örneğinde olduğu gibi, “Keşidesiz” kullanıldığında, bu harfin latin harflerindeki karşılığı, “K” olmaktadır. Dolayısıyla da, “KÜRD” olarak okunan kelime, zaten “GÜRD”, yani “YİĞİT” olarak okunmaktadır.

İşte, “YİĞİT” anlamındaki “GÜRD” kelimesi, (eğer kasıt yoksa) yanlış bir şekilde “KÜRD” olarak okunmuş bulunmaktadır.

Zaten, ‘Menâzirü’-Avâlim’in 3. Cild, s.1025’de “KÜRD Ali Bey” olarak okunan kelimenin hemen devamında gelen, “münasip görmeyip..” ifadesi de düşüncemizi doğrulamaktadır:

“…Trabzon ayanından Kürd Ali Bey nam bir sahibü’l-hayr bu Ayasofya ila haysümâ-lâ-yentehî (sonsuza kadar) Nasara yedinde (Hristiyanların elinde) olmağı münasip görmeyip emr-i sultani (padişah emri)...”

Eserde “KÜRD” olarak okunan kelimenin hemen sonrasında diyebileceğimiz devamında gelen, “münasip görmeyip..” ifadesinin başındaki harf, GÜRD’ün (G) harfi, ama, “Keşide” kullanılması gerekirken kullanılmamışAşık Mehmed bu kelimeyi, 1. Cild’de sayfa XXXIX’daki “KÜR” kelimesinin (K) harfi gibi yazmıştır.

Bu durum, Aşık Mehmed’in, (K) ve (G)’yi, ‘ayırmak’ için “Keşide” kullanmadığının göstergesi olmaktadır. Bu sebeple de, metinde “Ali Bey”e sıfat olarak verilen “KÜRD” kelimesinin, aslında “GÜRD”; onu da, anlamıyla ifade edersek, “YİĞİT/Gürd” olarak okunması “doğru okuma” olmaktadır. Dahası da şu..

“GÜRD” kelimesinin yanlış/kasıtlı olarak “KÜRD” olarak okunması sonrası kimileri, “Kürd”ü bir “ırk” olarak alabilecek olsa da, “ırkların türetilmesinin”, 1789 Fransız İhtilali sonrası; özellikle de “19’uncu yüzyıl üretimi” olduğu; bu dönemden önce “Kürt ırkı (veya Türk ırkı, Yunan, Bulgar ırkı vb..)” tanımlamalarının olmadığı da dikkate alınırsa, Aşık Mehmet’in, “Menazirü’l- Avalim”, 3.Cildine atfen verilen “Kürd” tanımının, bugünkü “Kürt” denilen insanlarla ilişkisi olmayacağının anlaşılması yanında; geçmiş dönemlerdeki coğrafi isimlerden; mesela Aşağı Mezopotamya’ya verilen “Sümer ülkesi” tanımından, “Sümerler kavmi/ulusu” üretilmesi gibi, ‘ideolojik üretim’ yapıldığının da bilinmesi gerekiyor. Bu sebeple de, Ayasofya’yı Cami yapanınKürd Ali Bey olduğu açıklamalarının anlamsızlığı da ortaya çıkıyor.

İmdi de, şu hususu belirtmeliyim ki de : “KÜR” kelimesi; “YİĞİT” anlamına geldiği gibi, “KÖR” anlamına da gelmektedir. Bu sebeple de, iki ayrı “KÜR” kelimesini birbirine “karıştırmamak” gerekiyor. Çünkü, “YİĞİT” anlamındaki “KÜR” kelimesi “KEF” ve “RA” harflerinden oluşur. “KÖR” manasını ifade eden “KÜR” kelimesi ise, sırasıyla, “KEF, VAV, RA” harflerinden oluşur. Menazirü’l Avalim’de sözettiğimiz “KÜR” kelimesi ise, “KÖR” anlamındaki “KÜR” değil, “YİĞİT” anlamındaki “KÜR” olmaktadır.

Metindeki kelimenin, “KÜRD” yerine “GÜRD-KÜR/YİĞİT” olması gerektiğini, KTÜ Edebiyat Bölümü profesörlerinden Osman Kemal KAYRA hocamızın da katkılarıyla çözmemizin hemen sonrasında, Menazirü’l-Avalim’in I.Cildindeki “KÜR” ile, III. Cildindeki “KÜRD” kelimesi arasındaki “çelişkiyi!!” ısrarla sorduğum –TTK tarafından basılan eserin hazırlayıcısı– olan Prof. Mahmut AK Bey’in bana gönderdiği, 25.09.201 tarihli e-mail’deki; “KÜR Ali konusu tam da okuduğumuz gibi, bu kelimenin sonunda de (dal) harfi bulunmamaktadır” şeklindeki cevap da, görüp okuyamadığımız orijinal metindeki kelimenin başka bir kelime olup olmayacağı endişemizi de ortadan kaldırmış; Ayasofya’yı cami yaptıranın, “KÜR=GÜRD= YİĞİT ALİ BEY” olduğu görüşümüzü pekiştirmiş bulunmaktadır.

Böylelikle de, (eğer yanılmıyorsam) kimsenin daha henüz farkında bile olamadığı, “KÜRD Ali Bey ile KÜR Ali Bey” çelişkisini farkedip,bir çözüm getirmiş bulunuyoruz. Bir çözüm önerimiz de,  “KÜR” yerine, “Kürlet /Körlet Ali Bey” sorununa geliyor…

Evliya Çelebi’deki Kürlet ya da Körlet Ali Bey sorununa (!) da çözüm önerisi:

Menazirü’l-Avalim”e atfen, “KÜRD Ali Bey” ve “KÜR Ali Bey” olarak gelen, fakat aslında, her ikisinin de “KÜR (Yiğit) ALİ Bey” olması gerektiği şeklinde yorumladığımız isim, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde, “KÜRLET Ali Bey” ya da “KÖRLET Ali Bey” olarak karşımıza çıkmaktadır.

Veysel Usta Bey, Evliya Çelebi Seyahatnamesinin, “Dersaadet İkdam Matbaası” baskısına atfen, “KÜRLET Ali Bey” demektedir :

 “Ayasofya Camii…Küffar asrında bina edilmiştir. Sonra Kürlet -metinde bu şekilde yazılı olmasına rağmen aslı Kürt veya Kurt olmalıdır– Ali Bey namında bir vali… ” (34)

Seyahatname’nin ‘Üç Dal Yayınları’ baskısında ise –aşağıda görüldüğü gibi-, “KÖRLET Ali Bey” tanımlaması vardır :

Ayasofya Câmii:…KÖRLET ALİ BEY adında bir vali…991 yılında bir MAHFİL ve MİNBER İLAVESİYLE gönül açıcı bir cami haline koymuştur..” (35)  

Evliya Çelebi tercümelerinden gelen, “KÜRLET ya da KÖRLET” tanımlamaları da, tıpkı “Kürd Ali Bey yada Kürd Ali Bey” okumalarında olduğu gibi, “Ayasofya’yı yaptıran kişinin kim olduğu” sorununu çözmeyi  zorlaştırmıştır. Yine bilebildiğim kadarıyla da, bugüne değin kimseden de, “Kürlet / Körlet Ali Bey” tanımlaması için, “Trabzon’un valilerinden biri” açıklamalarının dışında başka bir yorum getirmemiş olması, dahası da; bu tanımların, “Kürd (Gürd) ya da Kür Ali Bey” tanımlamalarıyla da ilişkisini kurma gayreti de gösterilmemiştir.  “Biz” bu makalemizde, bu soruna da çözüm öneriyor ve diyoruz ki :

“KÜRLET” kelimesinin “KÖK” anlamını arayacak olursak, “Kürümekten” gelmesi ihtimalinin yüksek olduğu bilinebiliyor…

Kür=(mek), Kür=Ü=(mek)=Kürü=mek…(fiil)…Kür-ü-le-t=(mek)fiil olabilir…

Anlamı ise “Kazımak” oluyor..

KörLet=Emirkipi-Kör-Le-t (2.Tekil)=(SEN)

“KÜR” kelimesini “YİĞİT” olarak alıp, “KÜRLET” ilişkisini aradığımızda; bir lakab olabileceğini, o zaman da bazı harflerin düşmüş ya da kaynaşmış olabileceğini gözönüne alarak, yakın anlam aradığımızda…

Kürümek, kazımak, kökünü kazımak, ortadan kaldırmak” olabiliyor…

Bu durumda…

YİĞİT, “Temel atanyerle bir eden, köküne kadar inen” olabiliyor…

Yani (KÜRÜYEN, KAZIYAN) camiyi inşâ eden olabiliyor…

O zaman da, “KÜRLET Ali Bey”; Camii’nin temelini atan kişi; Bâni’si demek oluyor.

Yakın anlam yüklemesi sözkonusu olduğu için de, “Kürlet = Körlet”i çağrıştırdığını anlamamız da kolaylaşabiliyor…

Bir başka şekilde ifade edersek de :

kür-(kürmek), kürümek sıyırmak.

“KÜRLET” kelimesi Türkçe gramer kurallarına uygun olarak bir isimden, önce fiil sonra isim yapılarak türetilebilir. Şöyle ki:

Kür (isim kökü) kür-le-(ismden türetilmiş fiil gövdesi), kür-le-t (fiil gövdesinden türetilmiş isim gövdesi.)

“Kürlet” burada, -anlama çok uygun olarak- Cesur/YİĞİT kökünden türetilebiliyor.

Buradan da anlaşılmaktadır ki, kendisi için “KÜRLET” lakabı üretilen Trabzon ayanından/valilerinden “KÜRLET Ali Bey”, “YİĞİT Ali Bey olmaktadır. Çünkü, “KÜRLET” kelimesi “YİĞİT” anlamındaki “KÜR”den türemiş bulunuyor.

Bu durumda, “KÜRLET Ali Bey”,  cami’yi ‘inşâ eden’ demek oluyor.. Yakın anlam yüklemesi olduğu için de, “Kürlet=Körlet”in bunu çağrıştırdığını anlamamız da kolaylaşabiliyor…

KÜRLET ya da KÖRLET Ali Bey =  Bina yapan… mabed yapan.. 

KÜR (YİĞİT) Ali Bey, Ayasofya’yı camiye çeviren kişi, Bânisi demek oluyor..

Veysel Usta Bey, Evliya Çelebi’de geçen kelime için, –Metinde “Kürlet” yazılı olmasına rağmen aslının Kürt veya Kurt olmalıdır– diyordu.

Kelimenin “Kürd” olamayacağını, “Kür” olması gerektiğini zaten ortaya koymuştuk..

“KURT” olması için ise, kelimenin; “KAF, VAV, RA, DAL” harflerinden oluşması lazımdır. Haliyle de, metindeki kelime “KURT” da olamaz.  

“YİĞİT” anlamındaki “Kür ve Gürd” kelimelerini, “Kürd veya Kurt olması gerektiği” şeklinde öngören Veysel Usta Bey’in,Trabzon Ayasofya’sı konusundaki görüşleri/yazısı, sorun/tartışılır olmasını durmaksızın sürdürüyor. Çünkü, sayın Usta, “Ayasofya’nın KÜR ALİ BEY tarafından camiye çevrildiği” gün, “mahfil ve minber” yapılmasının, “İLAVE EDİLMESİ” olduğugerçeğini de gör(e)memiştir…

“İLAVE” edilmesi (mevcut/varolan yapıya olur)!

Veysel Usta Bey, Evliya Çelebi seyahatnamesinin “Dersaadet İkdam Matbaası” alıntısında:

“..H. 991/ M. 1583 tarihinde bir mahfil ve minber-i dil-güşâ (gönül açıcı) bir cami haline koymuştur.” denmiştir.

Seyahatnamenin, ‘Üç Dal Yayınevi’baskından Benim alıntıladığım aynı bölümde ise:

 “991 yılında bir mahfil ve minber İLAVESİYLE gönül açıcı bir cami haline koymuştur.” ifadesi vardır.

Usta’nın yaptığı alıntıda, “caminin gönül açıcı hâle gelmesinin” “bir mahfil ve minber İLAVESİ”yle olduğunun “belirtilmesi” yoktur.

Veysel Usta bu ‘eksikliği’, “Dersaadet İkdam Matbaası” baskısında “o ifadeler” olmadığı için mi ya da varolmasına rağmen mi “atladı” bilemiyorum, fakat, Usta’nın “ustalaşamamış” olduğunu, kendisinin 1999 yılında hazırladığı “Anabasis’ten Atatürk’e Seyahatnamelerde Trabzon” isimli eserinden –önceki sayfalarda– birden çok kez ortaya koyduk, bu defa da ortaya koyuyoruz.

Sayın Usta, 2012 yılında ‘göster(e)mediği’, Ayasofya cami yapılırken “minber ve mahfil İLAVE EDİLMİŞ” olduğu gerçeğini, 1999 yılında hazırladığı, “Anabasis’ten Atatürk’e Seyahatnamelerde Trabzon” isimli eserinin 42,43’üncü sayfalarında –Mahmet AK’ın, Aşık Mehmed’e atfında olduğu gibi- gösteriyordu :

Cami-i Ayasofya:…H.980 veya daha sonra Trabzon ayanından Kürd Ali Bey adlı hayır sahibi bu Ayasofya’nın sonsuza kadar Hıristiyanlar elinde kalmasını uygun görmeyerek sultanın emriyle onların elinden alıp Cuma namazı kılınabilmesi için minber ve müezzin mahfili İLAVE ETMİŞTİR.”

Göster(e)mediği “İLAVESİYLE” ifadesini, yine aynı eserinin 55’inci sayfasında, bu defa da, Evliya Çelebi Seyatnamesı, Üç Dal Neşriyat Baskısına atfen (aşağıda da) göstermektedir:

Ayasofya Câmii…Kafirler zamanında yapılmıştır. KÖRLET ALİ BEY adında bir vali…991 yılında bir MAHFİL ve MİNBER İLAVESİYLE gönül açıcı bir cami haline koymuştur. Kıble kapısından mihrabına varıncaya kadar uzanan boyu biraz fazlacadır.”

Veysel Usta’nın, 2012 gazete-internet yazısında görülmeyip de, 1999 yılında hazırladığı “Anabasis’ten Atatürk’e Seyahatnamelerde Trabzon” kitabında görülebilen yukarıdaki iki alıntıya baktığımızda; “Ayasofya’nın, (gönül açıcı bircami hâlini alması”; bir başka ifadeyle de, “Cuma namazı kılınabilmesi için” mevcut yapıya “mahfil ve minber İLAVE edilmesi” sözkonusu olmuştur. İslam Ansiklopedisi’nde de, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi sırasında “bir mahfil ve minber İLAVE’siyle camiye çevrilmiştir yazmaktadır (36).

Sayın Usta, “Cuma namazı kılınabilmesi için Mahfil ve Minber İLAVE edilmesi” hâlini göremeyip gösteremeyen ‘ustalaşmamız fikirler’ oluyor. ‘Ustalık’ görülemeyen bir konu da, “YİĞİT/Kür Ali Bey”e, Ayasofya’nın cami yapılmasına izin veren padişahın isminin ‘gösterilememesi’ oluyor…

Hangi ‘padişahın izni’ sözkonusu ?

“Yiğit (Kürt) Ali Bey”in,  Ayasofya’yı camiye çevirmek için ‘izin aldığı’ padişah kimdir?

Bu soruya Veysel Usta Bey; “..Ayasofya Kilisesi, fetihten yüzyılı aşkın bir süre sonra, 1572-73 tarihinde dönemin padişahı III. Murad’ın izniyle camiye çevrilmiştir.” demektedir (37).

Padişah III. Murad’ın, hangi zaman diliminde yaşadığı ve ne zaman padişah olduğuna baktığımızda ise; D.1546 – Ö.1595 tarihleri arasında yaşadığı; kendisinden önceki padişah olan II. Selim’in, 1574’de ölmesiyle de, yine aynı yıl/1574’de padişah olduğunu görebiliyoruz.

III. Murad, 1574’de tahta çıktığına göre, Veysel Usta Bey’in, “Ayasofya Kilisesi…1572-73 tarihinde dönemin padişahı III. Murad’ın izniyle camiye çevrilmiştir” ifadesi de doğru olmuyor. Çünkü, 1574’de tahta çıkan Padişah III. Murad, 1572-73 tarihindeAyasofya’nın camiye çevrilmesine nasıl izin verebilecektir! Bir başka ifadeyle de, 1572-73’de, yani “padişah olmadan” önce ‘izin vermesi” nasıl sözkonusu edilebilmektedir?

Okuma” doğru yapılmamış olduğu için de, Veysel Usta Bey’in, Ayasofya’nın 1572-73’de camiye çevrildiği iddiası da doğru olmuyor.  

Hüseyin Albayrak’ın, “Tarih İçinde Trabzon Valileri -1461-2008– ” isimli eserinde; Evliya Çelebi’de, “Körlet Ali Bey” olarak tanımlanan vali’nin, Veysel Bey’in ileri sürdüğü 1572-73’den yaklaşık 10 sene sonra Trabzon’da göreve başladığı de ifade edildiğine göre, sözkonusu padişahın III.Murad olabilmesi ancak bu durumda, yani, 1574 yılında padişah “olmasından” sonra; 1582’de sözkonusu edilebilir oluyor : “Körlet Ali Bey, Batum (Trabzon) Eyaleti’nin Beylerbeyliğine 991 (1583) yılında tayin edilmiştir. Körlet Ali Bey, Batum (Trabzon) Beylerbeyi iken Ayasofya Kilisesi’nin, Evliye Çelebi’nin belirttiğine göre, Sultan III. Murad’ın emriyle camiye çevrildiği bildirilirken, Mehmet Aşık bu Kilise’nin 980 (1572-1573)’de veyahut daha sonra “Trabzon’un ayânından Kürt Ali Bey” tarafından camiye çevrildiğini yazmaktadır. Körlet Ali Bey’in beylerbeylik görevinin 1585 yılının ilk aylarına kadar devam etmiş olması muhtemeldir. Mahmut Goloğlu Körlet Ali Bey’in 1582’de bu göreve geldiğini belirtmekte ve şu bilgiyi vermektedir: “1582’e kurulan Trabzon-Batum Eyaleti’nn ilk valisinin (Ali Bey) adında biri olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, Evliye Çelebi Seyhatnamesi’nde, Trabzon Beylerbeyi Ali Bey’in 1582’de Padişah’ın izni alındıktan sonra Trabzon’daki Ayasofya Kilisesi’ni camiye çevirdiğini bildiriyor.” açıklaması da (38), Ayasofya’nın cami olma tarihinin, Veysel Bey’in ileri sürdüğü 1572-73’ler değil, Evliya Çelebi’den kökenlenen 1582-83 tarihi olduğunu gösteriyor.

Aşık Mehmed, Ayasofya’nın cami olması için “980 (1572-73) ve “sonrasını” tarih olarak vermiş olmasına rağmende, sözkonusu “sonranın” dikkate alınmaması sebebiyle, “Ayasofya’nın cami olması tarihinde” hata yapılmış, o dönemde padişah olmayan III.Murad’a “padişah izni” verdirilmiştir! Yok eğer, Aşık’a atfen 1572-73 tarihini ileri sürdük denilebilecekse de, bu tarihte III. Murad’ın “padişah olmadığı” da farkedilemediği için yine hata yapılmıştır.  

Veysel Bey ‘tarih hatası’ yapınca, onun yazısına eleştiri yazan birden çok kişi de, 1572-73 tarihini kullandıkları için hata yapmış; bunlardan biri de; “Veysel Usta, kıymetli bir kütüphaneci, araştırmacı, yayıncı…” diyen M.Akif Bal Bey oluyordu (39). Haliyle de bu hatayı; Ayasofya’nın camiye çevrilme tarihinin, 1572-73 değil, 1583 olması gerektiğini de ortaya koymuş bulunuyoruz.

Dikkatlere sunmak istediğim bir ‘düşüncem’ ise, “Trabzon Ayasofya’sının kilise’den değil de, varolan bir mescid’den mi camiye çevrildiği” oluyor?..

Ayasofya Cami, Kilise’den mi, varolan bir Mescid’den mi cami oldu?

Öncelikle şunu bilinmesini istiyorum: Bu bölümü, “kesinleştirdiğim bir iddiam olarak değilüzerinde düşünülmesi gerekir bir fikir jimnastiği” olarak sunuyorum..

Ayasofya “KÜR = YİĞİT Ali Bey” döneminde camiye çevrildiğine göre; çevrilen yapı, cami öncesinde bir kilise mi idi? Ya da kilise değil de, mescid görevi mi yapıyordu?

Bu sorgulamamızı şu şekilde yaparsak da: Ayasofya, eğer “Kür/Yiğit Ali Bey” zamanında kilise iken camiye çevrilmişse, bu işlem, kiliseye bir “bir mahfil ve minber” ilavesiyle mi olmuştur? Ya da herhangi bir kiliseye, “mahfil ve minber ilavesi” o kiliseyi cami yapar mı?

El cevap: Bir kiliseye, “mahfil ve minber ilavesiyle” o kilisenin cami olmayacağı açıktır. En azından, o camide bir “mihrab” da yapılması/olması gerekmektedir. Ayafosya’nın “Kür/Yiğit Ali Bey” zamanında camiye çevrilmesinde, “mahfil ve minber” yapılmasından söz edilirken, “mihrab” yapılmasından ise söz edilmemiştir.

Peki de neden? Şöyle sorarsak da, camiye çevrilen mevcud yapının “mihrabı” var mıydı?

Hiçbir kaynakta “mihrab’ın” yapıldığından sözedilmediğini göremeyişimiz Bize; Ayasofya’nın bir “kiliseden değil” de, bir “mescid’den camiye çevrildiğini” düşündürtmektedir. Metinde, “Cuma namazı kılınabilmesi için” camiye çevrilmesinden sözedilmesi de zaten, cami olmadan “önce” varolan mevcud yapının, kilise “değil”, mescid “olduğu” –haliyle de Mihrab’ın önceden varolduğu– düşüncemizi doğrular gibidir. “Cuma namazı kılınabilmesi için minber ve müezzin mahfili ilave edilmiştir” ifadesindeki “ilave”; Cuma namazı “kılma şartı değil” ama, Cuma namazı kılınacak mekan için, “minber ve müezzin mahfili” gerekmesi “şartı” olması; Ayasofya’nın kilise iken değil, “Mescit iken” cami yapılması da demek (gibi) oluyor.

Evliya Çelebi’den gelen, Fatih Sultan Mehmed Han’ın, fetihten sonra Trabzon’u taht edinip, üç sene bu şehirde oturduğu (40) veya yine Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden gelen, Erdoğdu Camii’nin; “Eskiden mescid olarak yapılmış, sonra Erdoğdu Bey padişah emri ile bunu câmi şekline sokmuş.. (-açıklasıyla, Yeni Cami için yaptığı) Eskiden kilise imiş. Sonra, İslam mahalleri arasında olduğundan camiye çevrilmiştir.” (41), Ayasofya caminin bulunduğu mahalle/Ayasofya için, Heath W.Lowry’in; “1583 yılında burada bir de Müslüman Aya Sofya mahallesi bulunuyordu. 1583 (991) yılında bu adı taşıyan bir Hıristiyan mahallesine artık rastlamamaktayız.” (42Hanefi Bostan Bey’in; “1583 tarihli Tahrire göre Ayasofya mahallesinde Müslümanların dışında başka bir dini grup yaşamamakta idi.” (43) açıklamalarını da dikkate aldığımızda, Fatih Sultan Mehmed’in, şehir merkezi olan Orta Hisar’a uzak olmasının yanında, Müslüman nüfusun pek yaşamadığı bir mahaldeki Ayasofya’yı, cami yapmamasını normal karşılamamız yanında, fetihle birlikte bu yapının, mescid olarak kullanılmış olduğunu, sonra1582’de cami yapılmış olduğunu, bu arada bir kısmının ise, “işlemeyen” bir kilise olarak kaldığını kavramamızı anlaşılabilir kılıyor.

Ayrıca da, Aşık Mehmed’in, Erdoğdu Camii için yaptığı; “Cami H.985’den önce kare şeklinde bir mescid idi. Üç vakit, akşam, yatsı ve sabah namazları kılınırdı. Ancak bu mescidin vakfı olmadığı için, olanı da yok hükmünde bulunduğundan harab halde idi. O tarihten 1-2 yıl önce Erdoğdu Bey adından bir hayır sahibi bu mescidi temelinden yıkıp mescid yakınındaki bazı yerleri de satın alarak mekanı genişletmiş, yüksekçe ve uzunca bir cami yaptırmıştır. Ayrıca..minare, cami içinde minber ve müezzin mahfili ilave etmiştir.” açıklamaları da (44), “Yiğit/Kür Ali Bey”in Ayasofya’yı, mescid iken cami hâline soktuğunu bize düşündürtüyor.

P.Minaş Bıjışkyan, seyahatnamesinde her ne kadar; “.…Ayasofya kilisesi fetih zamanında camiye çevrilmiş olupgüney tarafında namaz yeri vardır.” dese de (45), Ayasofya fetih/FATİH zamanında cami yapılmış değil, mescid yapılmışolmalıdır. Bu dönemde yapının bir kısmının da, “işlemeyen kilise” olmasından sözedilebilir. Bıjışkyan’ın, “güney tarafında namaz yeri vardır” dediğinin, sözettiğimiz mescid olması da “muhtemel gibi” görünüyor…

Aksini izah eden oldu!..

Veysel Usta Bey’in, Ayasofya ile ilgili görüşlerini belirten 21.08.2012 tarihli yazısını gazetesinde yayınlayan Kuzey Ekspres imtiyaz sahibi-yazarı Hasan Kurt Beyde; “Bir hafta kadar önce KTÜ Eğitim Fakültesi öğretim görevlilerinden araştırmacı-yazar Veysel Usta aradı ve ‘Sayın Kurt, Ayasofya Müzesi ile ilgili bir araştırma yazım var. Size gönderiyorum. Göz atarsınız. Uygun bulursanız, yayınlayabilirsiniz’ dedi. Usta, bu yazısını aynı gün bir internet sitesine de göndermiş…Veysel Usta’nın, Ayasofya Müzesi’nin tarihçesi ile ilgili geniş araştırmasını bugün yayınladık…Usta’nın belge ve bilgiye dayanarak yazdıklarıyla bizim özet olarak söylediklerimiz hemen hemen aynı. Bu güzel yazıyı okumanızı ve arşivinizde bulundurmanızı tavsiye ediyorum. Veysel Usta’nın bu bilimsel yazısı Ayasofya ile ilgili ahkam kesenlere ders olsun diyoruz. Bu arada unutmadan söyleyeyim,  1500’lü yılların sonlarına doğru  (1572- 73) Ayasofya’yı Cami olarak ibadete açan Trabzon valisi Kürd(Kurt)Ali, bu satırların yazarının da dedesinin büyük dedesidir…Benim iddiam bu şekilde…Aksini iddia eden varsa, belgesiyle bilgisiyle çıksın ortaya!” şeklinde buyurmuşlardı da (46).

Ahmet MUSAOĞLU  /  Günebakış Gazetesi, 4-10.10.2012