Gazeteci-Yazar Ece Temelkuran, kendisiyle yapılan bir röportaj sırasında; “…kişisel gelişim kitaplarının birinde, ‘Kimse size kim olduğunuzu söylemeseydi, kim olurdunuz?’ yazdığını okumuştum…” deyince, “O soruya cevap bulabildiniz mi? sorusuna, “Aslında ne çok şeyi yapamadığımı düşündüm.” cevabını veriyordu (1). Kişisel gelişim “kandırmacaları/saçmalıkları” bir tarafa, sorulan sorunun doğru cevabı, tabii ki,” ne çok şeyi yapamadım” olmuyor. 

İşte, yazı konumuz bugün bu, sorum size de; “Kimse size kim olduğunuzu söylemeseydi, kim olurdunuz?”… Sahi hiç düşündünüz mü, kim/ne olurdunuz? Ya da sorunun “doğru cevabı” ne oluyor?.. 

Kim/ne olduğunuzu bilebilmeniz için Evren Sistemi’nin başlangıcına gitmeniz gerekse de, ben sizi o kadar uzağa götürmeyeceğim, sorunun “doğru cevabı” için, insanoğlunun yeryüzüne “ilk ayak bastığı” döneme “biz de ayak basalım” diyorum…

‘Olması gerekenleri’ kim yaptı?..

Bir an için, yeryüzündeki “ilk insan grubu” arasında bulunduğunuzu varsayın diyorum. Cevabı aramaya, yeryüzündeki “ilk insan Hz.Adem” ile de başlayabiliriz ama, “hissedebilmeniz” için biraz daha “geniş lıyor”, size, “ilk insan grubu” arasında yeryüzünde bulunduğunuzu düşünün diyorum…

Yeryüzündeki “ilk insan grubu”, etraflarına baktıklarında suları, taşları, dağları, ağaçları, ormanları, bitkileri, hayvanları (vb.) görmüşlerdi. Bütün bu ve dahası gördükleri, lehine veya aleyhlerine olarak kendiliklerinden, yani insan ortaya çıkarmadan oradaydılar. Bütün olması gerekenleri içeren bir “Doğal Ortam (insanoğlunun uygarlığını başlatabilmesi için gerekli olan yaşanabilen bir alan)”, “ilk insan grubu”nun iradeleri dışında, kendilerinin bir tercihleri olmadan orada-ortada, hazır bulunuyordu.

Bu noktada şunu soruyorum: İnsanoğlu, yaşamak zorunda kaldığı önceden hazırlanmış bir “Doğal Ortam/İlk Çekirdek Ortam”bulamasa idi, ortaya çıkacak gereksinmelerini nasıl karşılayabilecekti? Bunu başaramayacağı için de zaten, sözkonusu “İlk Doğal Ortam”ın ortaya “çıkmış olması” gerekiyordu.

O zamanda soru şu: “İlk insan grubu”nun yeryüzünde ortaya çıktığı dönemde “kendileri için hazır” olması gereken  “İlk Doğal Ortam” nasıl ortaya çıktı ya da yaşayacağı “İlk Doğal Ortam”ı kim oluşturdu? Üstelik de, insanoğlu, yaşamını sürdürmek zorunda kalacağı bu “doğal çevreye”, nasıl müdahale edebilecek, “bilmediği ortamda” nasıl davranabilecek, onu nasıl değiştirebilecekti?..

Bunun olabilmesi için, bir “bilgi birikimi” olmalıydı. Yoksa, bir “bilgi birikimi” olmadan ya da bir “bilgilendirilme” olmadan, kendi tercihi olmadan hazır bulduğu, “kendisini içersinde bulduğu” doğal ortamda yaşamını başka nasıl sürdürebilecekti?

Diğer taraftan, olması gerekenler olmadan “uygarlık” başlayamayacağına göre de, “olması gerekenlerin” olması “tabii/normal” oluyordu…

Peki de, bu “olması gerekenleri” kim ortaya çıkardı?..

Bu sorunun, “baştanberi her şeyi tasarlayan bir Yüce Tasarımcı sağlamıştır” cevabının dışında başka bir cevabı bulunmuyor. Kainatı Yok’tan Var’eden sözkonusu “Yüce Sanatkar”, arz’ı (yeryüzünü) döşediğini (insanlar için yaşanır bir ev-yaşanılır doğal ortam) yaptığını ve o arz’da her bir canlıdan üretmesinin yanında, insanoğlu için pek çok geçim imkanları da hazırladığını, “göklerdekilerini ve yerde olanları” insanoğlunun menfaatine sebep kıldığını da bildirmiş bulunuyor:

“And olsun ki, sizi yeryüzünde yerleştirdik ve sizin için orada bir çok geçim

     imkanları hazırladık..”  (Kur’an-ı Kerim:  A’raf (7) 10)

Yaklaşık M.Ö.10.000 yıl önce biten “Son Buzul Dönemi”nin sonunda/Ortadoğu’da yeryüzüne ilk ayak basan” insanoğlu, etrafına baktığında, bugün bizim dağ, nehir, deniz, rüzgar, orman, ağaç, meyve, kuş, çiçekli bitkiler, böcekler (vb…) dediğimiz unsurları görüyordu…

Fakat, bu isimleri bir “bilgilendirme” olmadan nereden bilip koyacaktı? Hangi bitki, hayvan, meyvelerin zehirli veya zehirsiz olduğunu ya da yenip yenilmeyeceğini nasıl bilebileceklerdi?

“Bilgi” olmadan bilemeyeceği, “insanoğlunun uygarlığını” başlatamayacağı için de, “ilk insan(lar)”, “Yaratıcı” tarafından bilgilendirilmişti…

Ortaya çıkardığı her “nimeti” insanların “emrine” bağlı kılan “Yüce Yaratıcı”, denizi insanların hizmetine bağlı kıldığını, aşılayıcı rüzgarlar gönderip bitkilerin çoğalmasını sağladığını, yeraltına inen suları haznelerde yeraltı suyu olarak tuttuğunu, erkekli dişili bitkiler ortaya çıkardığını, buğdaygiller ailesinden bir çeşit bitki olan çimen-çemen ile, baklagillerden önemli bir yem bitkisi olan (esas olarak da hayvan yemi olarak ekilen) yonca ve çeşitli meyveler bitirdiğini, dahası dahasını da, çeşitli ayetlerde haber vermiştir…

“Son Buzul Dönemi”nin sonunda, bu döneme kadar yaşamış olan pek çok bitki ve hayvan türü, bu dönemdeki en son ki “toplu tükenişle” yokolmuş, bu yokoluşa paralel olarak pek çok (yeni) bitki (ve hayvan) türü de ortaya çıkmıştır. Yeryüzünde; çiçekli bitki türleri çeşitlenip (çoğalıp) yeryüzünü işgal ederken, kuşlar ve böcekler de onlara paralel olarak yeryüzünde görülmüşler, aynı dönemde birlikte yeryüzüne ayak basmışlardır.  Gül ile Bülbül’ün “aşk” serüveni “ilk kez” bu dönemde başlamış, bu nedenle de “gül bülbülsüz yaşayamaz” denilmiştir.Çiçekler ve Arı’lar yine bu dönemde kucaklaşmaya-koklaşmaya başlamış, bunun sonucu olarak çiçekli bitkiler arı’lara meyve-tohum-bal vermiş, onlar da bitkilerin tohumlarını-çiçek tozlarını taşımış-yaymışlardır. Çiçekli bitki türleri bu şekilde çeşitlenip çoğalırken, arı’lar (böcekler) ve kuşlar da onlara bağlı olarak çoğalmışlardır. Eğer, arı ve kelebek gibi böcekler, çiçekli bitkilerin yeryüzünde görüldüğü bu dönemde ortaya çıkmamış olsalardı, çiçekli bitkilerin yaşamlarını devam ettirmeleri mümkün olamazdı, olabilmesi için ise, çıkmışlardı…

Bu dönemde koyun, keçi, köpek gibi, “ilk insanların” yanında mutlaka olması gereken “evcil hayvanlar” da var… Tıpkı bunlar gibi, mutlaka “evcil olması gereken” buğday, arpa…”; “evcil bitkiler” de varoluyordu…

Bunların “nasıl varoldukları” bir tarafa, insanoğlunun “uygarlığı için” mutlaka başarılması gereken “evcilleştirilmeyi” kim nasıl başardı? Mutlaka “evcil” olması gereken “buğday”ın, nasıl “evcilleştiğini” ya da “evcilleştirileceğini” kim nasıl bilebilecekti? Koyun, Keçi gibi hayvanların etinden, sütünden, derisinden faydalanma nasıl bilinebilecekti? Evcil olması gereken Köpeğin, ulaşımda kullanılacağını, dost da olduğunu, bekçilik de yapabileceğini kim nasıl bulabilecekti? Yeryüzündeki “ilk insanlar” arasında bulunuyorsunuz ya da bugün de yaşıyorsunuz, sahi siz dahil, kim nasıl bunu başarabilir? 

‘İlk bilgi’nin kökeni…

Aradığımız cevabı bulmak için bu noktada cevabını bulmamız gereken bir soru daha var. “İlk insan(lar)” nasıl ortaya çıktı?..

Bu sorunun da cevabını vermemiz gerekiyor… Evelemeye gevelemeye gerek yok… İnsanoğlunun ortaya çıkışı için, ya “yerden ot biter gibi bitti” diyeceksiniz ya da “Yaratıcı’nın eseri” diyeceksiniz, üçüncü bir şıkkınız bulunmuyor…

Yine evelemeye gevelemeye gerek yok: Eğer “yerden ot biter gibi bitti” diyecekseniz size hemen “beyaz gömlek” giydirmemiz gerekiyor. Aklıbaşında hiç kimse, “insan, yerden ot biter gibi bitti” demeyeceğine göre, geriye kalan cevap da, insan, “Yaratıcının eseridir” cevabı doğru şık oluyor…

İnsanoğlunun tarihi’ni Avrupamerkezci bir bakış açısı ile yorumlayanlar, insanın yeryüzünde ortaya çıkış tarihinin, yani bir fare’nin, “insan olmak için” önce yarı fare-yarı maymun, sonrasında ise maymun; maymunun da, önce yarı maymun-yarı insan; daha sonrasında da insan olduğu iddialarının başlangıç tarihinin 70 milyon yıl önceye gittiğini, bu tarihte bir orman faresi’nin, ağaçlarda yaşamaya başladığını, sözkonusu bu fare’nin ağaçlarda milyonlarca yıl kalıp 12 milyon yıl önce ağaçlardan yarı maymun-yarı insan olarak yere indiklerini ve 3 (-5-7) milyon yıl önce de, “ayağa kalkan insan”ın ortaya çıktığını iddia etmekteler. Fakat, Neolitik Çağ başına (yaklaşık M.Ö.10.000’e) kadar geçen son bir milyon yıl içinde gide gide bir arpa boyu kadar yol alabildiklerini de kabul etmektedirler ki (2), bu kabul bile, M.Ö.10.000 tarihine kadar yeryüzünde ortaya çıkmış bir “insan/kültür birikimi olmadığını” ortaya koyar nitelikte oluyor.

Yok eğer, “insanoğlu M.Ö.10.000 civarında yeryüzüne ayak basmamıştır” denilebilecekse,  bu döneme kadar herhangi bir kültür birikimi ve medeniyet izi görülmeyen Ortadoğu’da, dahası bütün yeryüzünde, M.Ö.10.000 civarında ortaya çıkan uygarlık patlaması’nın sebebini kim, nasıl izah edebilecektir? Tarım ve hayvancılığın bu dönemde aniden/birdenbire ortaya çıkması “Yaratıcı”ya bağlanılmazsa nasıl açıklanabilecektir? Evcilleştirmeyi sağlayacak, “binlerce yıl sonunda ancak ulaşılabilecek” bilgi birikimine insanoğlunun birdenbire sahip olamayacağı kabul edilebileceğine göre, “bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi” hadisesinin “bir önceli olmadan” başarılmasının izahı nasıl yapılabilecektir?..

Evcilleştirme hadisesi, bitki ve hayvanların yaşamak için insanlara bağımlı olması demektir (3). Evcileşmesi gereken tüm bitki ve hayvanlar, tümüyle insanoğluna bağımlı bir hale gelmiş olduğuna göre, bu bağımlılığın (evcilleştirilmenin) açıklaması “Yaradılışın dışında” yapılabilecek midir?

Tabii ki de açıklanamıyor. “..önemine karşın bunun açıklanması pek kolay değil(dir); çünkü bu konu somut ve fiziksel olmaktan çok, soyut ve fizik ötesi alana giriyor.” denilmesi de bu oluyor (4). Fizik ötesi, yani “Yaratılış” alanına giriyor. İnsanların köpeklere, köpeklerin de insanoğluna karşı duyduğu ilginin sebebi ancak bununla açıklanabiliyor. Maidesuresi’in 4’inci ayeti; köpeğin “ilk yaratılan hayvanlardan” olduğunu düşünebilmemize izin vermesinin yanında, evcilleştirilmesinin; köpeğin insana tabii kılınmasının ve avcı köpek olma özelliğinin kaynağını da bize  bildiriyor:

 “Allah’ın, size öğrettiği av edeplerinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların

      size tutuverdiklerinden de yeyin..” Kur’an-ı Kerim : Maide (5) 4

Ayetten de anlaşılabileceği gibi, insanoğlu kendisine sağlanan bir “fıtrı” kabiliyet  ile (Rabbinin kendisine öğrettikleri ile-köpeğin nasıl evcilleştirileceği bilgisi ile) yetiştirdiği avcı hayvanlar (köpek) ile avcılık yapmış ve bu avcı hayvanların avladıklarından da yemiştir. Bunun olabilmesi için ise, köpek insanoğluna “bağımlı hâle” hazırdır! Buna benzer şekilde, diğer “evcil” olarak bulunması gereken koyun, keçi gibi hayvanlar da, insanoğlunun emrine-menfaatine tabii (evcilleşmeye yatkın) kılınmış bulunuyor:

“O hayvanları, kendi menfaatlerine bağlı kıldık da, hem onlardan binekleri var,

     hem de onlardan yiyorlar.” Kur’an-ı Kerim : Yasin (36) 72

İnsanların menfaatlerine bağlı kılınan hayvanlara ihsan edilen “fıtri bir duygu” ile, sözkonusu hayvanların insanoğluna yönlendikleri ve boyun eğdikleri (evcilleşmek için bir anlamda boyunlarını uzattıkları) haber veriliyor:

“…yerde ne var hepsini (Allah) kendi katından sizin hizmetinize bağladı (boyun

    eğdirdi). ” Kur’an-ı Kerim : Casiye (45) 13

“İlk insan grupları” ile “mutlaka olması gereken” evcil buğday’ın durumu da, evcil hayvanlar gibidir. Evcilleşmiş-evcilleşmeye yatkın olarak ortaya çıkartılan bitki ve hayvanların, “bilgilendirilmiş” ilk insan (dolayısıyla ilk insan grupları) vasıtasıyla “ortak yolculuğu”nun başlatılması da bu oluyor. 

İşte, ilk insan gruplarının “uygarlığını” başlatabilmesi için “ilk başlangıçta” mutlaka olması gereken “ilk bilgi”, ilk insan/Peygamber Hz.Adem üzerinden gelen “bilgi” oluyor. Yeryüzündeki “İlk bilgi”nin ortaya çıkışının bir başka açıklaması olmadığı için de zaten, “ilk bilgi”nin kökeni “Tanrısal” oluyor. Dolayısıyla, Peygamberler üzerinden gelen bilgi, “Gerçek bilgi” oluyor…

‘Gerçek Bilgi’ye güvenmek gerekiyor…

Ece Temelkuran, (tercihidir) bir inançsız… “Tanrı”, dolayısıyla da, yeryüzündeki “ilk insan”a “ilk bilgilendirme” yapıldığı “inancı” bulunmuyor…

Kim/ne olduğu “kendisine de” söylendiği halde, “tercihi”, “Çarpık/Sahte bilgi” yönünde oluyor. Yaşam, bir “Doğum ve Ölüm/Diriliş sistemi” üzerine kurulu, yani “iki safhalı yaşam” olmasına rağmen de, “tercihi”, “tek safhalı yaşam” kabulü oluyor. Bu “kabulünün” yanlışlığı, “ölüm hadisesini” düşündüğünde yalnızlığını ve yanlışlığını ortaya koymasından da anlaşılabiliyor. “Apar topar doğduğumuz gibi apar topar ölüyoruz…başlayan ömrümüz langır lungur nihayetleniyor. Bu memlekette ölüyorsanız bilin ki sanki bir ayıplarını örtermiş gibi insanlar, sizi manasız bir aceleyle gömecekler. Sanki üstünüzü toprakla örtmeden rahat etmeyeceklermiş bir hınçla, hırsla…Herhangi bir duygu yaşamaya izin verilmeyen bir merasimle…Ve hatta beceriksiz bir merasimsizlikle.” açıklamasında olduğu gibi de (5), kendisine de “bildirilen”, “Ölüm Yeniden Doğuş için” gerçeğini, yani, “Sanatkârı olan Tanrı”ya ve de dünyadaki sevdiklerine “yeniden kavuşma” gerçeğini, sahip olduğu “Çarpık/yanlış bilgi” sebebiyle kavrayamadığı için, “asıl merasimin”, yaşamın “ikinci safhası”nda, “ölümötesinde/dirilişle gelen yaşamda” olduğunun farkındalığını da yaşayamayıp, “kıvranıp” duruyor. Langur lungur “nihayetlendiğini” söylediği “merasimsiz ömür”, “kendi/diriliştanımaz gerçeği” oluyor, yoksa, bu memleketin önemli bir çoğunluğu, ölüsünün üzerine “hınçla, hırsla” toprak atmıyor.

Tercih ettiği “Çarpık/yanlış bilgi” şu açıklamalarında da görülebiliyor: “Ölüm oluyor. Ölen dindar biri değil, Tanrı’ya da inanmıyor. Ama ölüyü kaldıracak camiden başka bir yer bulamıyoruz. Mevlit okutmuyoruz ama bir araya gelip ne konuşacağımızı da tam bilemiyoruz. Ölenden mi bahsedeceğiz? Acıyı tazelemeyelim diye susuyoruz. Ölüme inat dostlarla birlikte gülecek miyiz? Ayıp olmasın diye susuyoruz. Gidenin eşyalarını ne yapacağız? Birilerine versek ihanet mi etmiş oluruz? İnsanlığın bilgisine biraz da güvenmek lazım. Hayatın önemli olaylarında, bizden önce gelenler aptal ya da ortalama oldukları için uydurulmadı o merasimler. İnsanlık zaman içinde ortak duygularını hangi kanallardan akıtacağına karar verdi. Ölüm evlerinin hemencecik temizlenmesi kadınların iş yaparak normalleşmesi içindi. Hemen lokma dökülmesi hayatta kalmaya ilişkindi, karbonhidrata duyulan içgüdüsel ihtiyaçtan dolayı icat edildi.” diyordu (6). Görmediği, görmek istemediği, “yeryüzündeki ilk bilginin” ortalıkta bir yerde duruyor olup da insanların onu alıp kullandığı gibi bir durum olmadığı, “insanlığın bilgisine güvenmek lazım” dediği şeyin aslında, “ilk/Tanrısal bilgilendirmeden” gelen “bilgi” olduğunu algılayamıyordu. “Gerçek bilgiye/doğruya” güvenmesi lazım ama, tercihi “Çarpık/Sahte bilgi” olduğu için “ölüyü kaldıracak camiden başka yer” bulamıyor, “mevlit “sıkıntısı” da çekiyordu. 

Benzer tanrıtanımazlar gibi, “din olanı” bilemedikleri için de göremiyordu. “…’inanmak’, ‘boyun eğmek’, ‘isyan etmemek’, ‘kabullenmek’ daha konforlu gibi görünebilir…‘Ben kimim?’ diye sormadan sana kim olduğun söyleniyorsa o olmak daha tercih edilebilir olabilir kimilerince. Ama Reyyan Hanım’ın yüzündeki tartışmasız inanç müthiş yorucu geliyor benim gibilere…Felsefe soru sorar ve cevap arar. Din, sizden çok önce verilmiş cevaplara teslim olmanızı beklerKimileri soru sorarak debelenmeyi seçer. Kimilerinin ise yüzünde o tuhaf gülümseme vardır; hiç soru sormadan…cevapları edinmiş olmanın, öyle sanmanın gülümsemesi.” demesi (7), sahip olduğu “Sahte bilgi” gereği oluyor.  İnanmanın “boyun eğmek olmadığını” bilemeyişi bu “bilgisizlik” oluyor. Allah, Kur’an-ı Kerim’de, sıklıkla; “Akletmez misiniz?” diye soruyor. Akledilmeden kabul yapılacak bir imanı da “doğru iman” bulmuyor. Nerede bir “yanlışlık” varsa, onun düzeltilmesinin “gerekli oluşu da”, “teslimiyetin” kabul edilmediğin açıklması oluyor. Teslimiyet ancak, “Gerçek/doğru bilgiye” olur, “bilgi” eğer doğru ise, ancak olna teslim olunur, bunu da bilmiyor. Yoksa, “inanan” birinin, koyun gibi başını uzatıp “teslim olma” hâli inançta sözkonusu olmuyor. Dinin, “önceden verilmiş cevaplara teslim olmanızı bekler” dediği şey ise, “başka teslim olunacak” olmadığı için “teslim olunması” oluyor. Yoksa, “ben teslimim” demek, “sorgulamamak” demek olmuyor. “Gerçek/Doğru bilgi” sahipleri tabii ki, “Çarpık/Yanlış bilgi” sahiplerine göre daha “huzurlu”, çünkü, “kalpler ancak, Allah’ı anmakla huzur bulur oluyor (Ra’d-28). Ece hanımlarda (!) “kalp” bunu “yapmadığı için” huzursuz/sıkıntılı, onun için de gülemiyor!..  

Ece Temelkuran, “Ben kimim, nereden gelip nereye gidiyorum?” sorusu üzerinde düşünmeyişini “bizim sorunumuz” zannediyor. Felsefe dediği şey, soru sorarak cevap bulamaz, “herkeste doğru” ortaya çıkarır ancak ki, bu da, ortada bir yerde hep/sadece, “tek doğru” vardır, herkese göre doğru yoktur, gerçeğine aykırı oluyor. CERN’de, bugünlerde kainatın başlangıç safhaları “deneyselleştirilirken” Ece hanımın felsefecilik oynaması, “kendi/tercih sorunu” oluyor. Çünkü, “çağdaş bilimin” de öngörüsü olan “Tanrı gerçeği”, “bilime de isyan” oluyor. Soru sorarken “debelenmemek” “doğru sorular” sormak, huzur bulmak için de, “doğru tercih” yapmak gerekiyor. Ece Temelkuran, “doğru soru” soramadığı, “doğru bilgi” taşıyamadığı için de, bir yanlışlıktan bir başka yanlışlığa geçip duruyor. Kendisine de “iki (safhalı) hayat” verilmesine rağmen, “tek hayat” yaşadığını zannetmesi de bu bir başka yanlışlığı oluyor… 

‘İki hayat’ verilmiş, ama kavranılamıyor…

İnsanoğlu arasında kimileri, “yaşamın iki safhalı” sürdüğü “bilgisini” yaşarken, Ece Temelkuran gibi kimileri de, “yaşamı tek safhalı” olarak yaşıyor, sonra da kendiyle çelişerek, “Tek hayatla olmuyor” diyor: “İki hayat verseler bizeişler ne kolay olacaktı. Var olmak bu kadar dayanılmaz ağır olmayacaktı…elimizdeki tek bir hayatla olmuyor bu iş. Çünkü ‘kalbinin götürdüğü yere gitmelerin’ bir de dönmeleri oluyor, kös kös….dönüş yolu için bıraktığımız ekmek kırıntıları çoktan yenmiş olduğu için…hep yolumuzu kaybederek…Ama sırf yıldızlara bakarak bulsaydık yolumuzu, gökyüzü söyleseydi hep ne yapacağımızı hiç geri dönmeyebilirdik. O zaman ne yapacağımıza karar vermek zorunda kalmayabilirdik. Sadece seçtiklerimizin toplamı değiliz biz. Sadece seçmediklerimizin toplamı da değiliz. Bana sorarsanız, yıldızların bizim için ayarladığı şeyler de oluyor ara sıra. Tesadüflerin toplanıp bizim için kararlaştırdığı şeyler…hep en ummadığın anda yıldızların yaptığı küçük bir organizasyonla yeniden yaşamaya başlamak…Öyle olmasa deniz bu kadar güzel parlıyor olabilir miydi? O varaklar o suyun üzerine düşmese hepimiz başı sonu belli hayatlar içinde grileşerek ölmez miydik? Öyle olsa biz ölmeden çok önce biterdi hayatlarımız.” diyorlar ama (8), özlemlerinin, kendisine de verilmiş olan “yaşamın ikinci safhası” olduğunu göremiyor. Var olmayı “dayanılmaz ağır” görmesinin ise, “ölümden”, yani “geçici uykudan” sonraki hayatı kabul etmeme “tercihi” olduğunun farkındalığını yaşayamıyor. Yıldızların, kainatın yaratışından çok sonraları ortaya  çıktığı, onlardan önce Hidrojen atomunun da ortaya çıktığını bilmediği için de, “yıldızları tanrı/huzur veren” kabul ed(ebili)iyor. Yaşamda “geriye dönmek” olmadığını, “zaman oku”nun hep ileriye gittiğini de bilmediği için, “Gerçek Tanrı”yı bulamayıp “Sahte tanrı” üretiyor. “Tanrı sadece O olan” Allah, öldükten sonra “yeni yaşama” geçeceğimizi de “bildirmiş” ama, Ece Temelkuran, “yıldızların ayarlamasını tercih ediyor”. Yaşamımızın, “Seçtiklerimizin/Tercihlerimizin toplamı” olduğunu da bil(e)miyor.

“Yanlış Seçim/tercih” yaptığını, “mucize” dediği olay üzerinde de algılayamıyor. Baksanıza neler diyor: “Mucizevi bir şey nereden baksan. Milyonlarca spermden biri, diğer değil, bizatihi o sperm gidip yumurtayı buluyor bi’ gayret. Rahme tutunuyorsun sonra. Vücuda girip de vücudun dışarı atmaya çalışmadığı tek nesne o sperm, enteresandır. Sonra büyümeye ve düşmemeye çalışıyorsun içeride. Hayret verici bir biçimde büyüyorsun bir kadının karnının içinde. Sonra başın yeterincebüyüdüğünde, iki kalça kemiği arasından geçecek büyüklüğü aşmadan hemen önce, ittirmeye başlıyorsun eti. Dışarı çıkıyorsun bir gövdeyi yırta yırta. Sudan çıkıp havadaki oksijene alışıyorsun bağıra bağıra, ciğerlerin yırtılmıyor mesela. Sonra nasılsa yaşıyorsun. Yastığa yüzünü gömüp boğulmuyorsun mesela, yataktan düşüp ölmüyorsun…Bombalar patlıyor ölmüyorsun…Ama sonra bir gün…Oluveriyor Biri arabasında gaza basıp hava atmak isteyiveriyor…Biri trafik ışıklarını tamir etmeyiveriyor. Böyle saçma sapan bir meseleden ölüveriyorsun. Senin mucizen bitiveriyor.” diyor (9). Anlattığının “Yaradılış” olduğundan bihaber “Tanrı Gerçeği”ni anlatıyor. Dahası, insanın “spermle” ortaya çıkışına kadar yanşanan sayısız diyebileceğim/sayabileceğim “mucizeleri” göremiyor. Kainatın “ilk atomu” olan yaklaşık 13 milyar yıl önce ortaya çıkmış Hidrojen’den sonra (eğer) eğer Karbon, Oksijen, Demir gibi ağır elementler ortaya çıkmasaydı, bırakın “kendilerini” de ortaya çıkaran “spermleri”, üzerinde yaşadıkları Dünyanın, onun içinde bulunduğu Güneş Sistemi ve Galaksilerin de ortaya çıkamayacağını algılayamıyor. “Gerçek/doğru bilgiye” sahip olamadığı için, “geçici uykuyu/ölümü” “temelli uyku” zannediyor. Bilgi “gerçek” olmayınca da, hemen sürekli de “Sahte/yanlış bilgi” seslendiriliyor…

Evden kaçan kız gibi…

“Sahte bilgi”, “Gerçek bilgi”nin yerini konulduğu için de, ne denildiği bilinemiyor:   “Belki o zaman insanlar anlayacak Tanrı’nın hepimizin içinde olduğunu…Hepimiz Tanrı’nın kırıntılarıyız. “En el hak” hepimizin hakkı. Kırıntılar olduğumuz için hepimiz birleştiğimizde bir tanrı oluşturuyoruz bu yüzden birleşebildiğimizde. Ve bu yüzden işte, sorduklarında “İnanıyor musunuz?” diye, “İnanıyorum” diyorum, “İnsanlığa inanıyorum“. Çünkü bir araya geldiğinde Tanrı’yı yaratabilecek tek güç onda, her bir kırıntı toplanıp birleştiğinde…insanlar, aynı Tanrı’nın kırıntıları olduklarına, dünya, yani belki ancak o zaman, kurtulacak…O zaman ne dinlere ihtiyaç olacak ne de kılıçlara. O zaman birbirimizin yüzüne Tanrı’nın yüzüne bakar gibi hayret ve hayranlıkla bakacağız…Ancak o zaman birbirimize hiç kıyamayacağız.” denilmesi bu oluyor (10). İnsan ya da insanlık, ne “tanrının kırıntısı” ne de “tanrı”, ama “tanrı” görülebiliyor. Dahası, “Tanrı” denilen “Güç”, Evren Sitemi’nin dışında olduğu için, “En el halk” zırvalığının da söylenmemesi gerektiği, bunun söylenmesinin, “tanrıcılık oynamak” olduğu da görülemiyor. Bilgi, “Sahte/Yetersiz/Yanlış/Çarpık bilgi” olduğu için, “dine/tanrıya” ihtiyaç olmayabileceği zannediliyor. Fakat, “Tanrısal Gerçekleri bil(e)meyenlerin İnsani Gerçekleri Bilemeyeceği” bilinemiyor…

Kur’an-ı Kerim, “insanın” kendini “yeterli/tanrı gibi” gördüğü için (yetersiz bilgi tercihi sebebiyle) “Gerçek bilgi”ye ulaşamadığını bildirmiş bulunuyor:

“Yaratan Rabbin adıyla oku!

Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir;

O Rab ki, kalemle (yazmayı) öğretti.

İnsana bilmedikleri şeyi öğretti.

Gerçek şu ki, insan azar.

Kendini kendine yeterli gördüğü için.

Kuşkusuz dönüş Rabbinedir.“ (Alak Suresi, 1-8)

Gerçek/Doğru bilgi”den kaçış, “evden kaçan kızın sonu” gibidir… ya davulcuya ya da zurnacıya varır, varılan; “Sahte/Yanlış bilgi” olur, oluyor…

Ece Temelkuran (da),insanoğlunun “uygarlığını” başlatabilmesi için “olmazsa olmaz” olan yeryüzündeki “ilk bilgi”yi kendisinin zannettiği için “tanrıcılık” oynuyor.“Yazılarımı okuyanlar makineli tüfek taşıyorum zannedebilir” diyor ama,aslında, “kuru sıkı taşıdığını”, kendilerinin de, “Bilmediğini bilmeyenlerden” olduğunu ise göremiyor…

Yazımızın başlangıcına dönersek de, “Kimse size kim olduğunuzu söylemeseydi, kim olurdunuz?” sorusunun cevabı da zaten, kendiliğinden ortaya çıkıyor…

“Kim” olduğunu bilme hâli tercihi “kimlik”; diğeri ise, “Sahte bilgiyi seçme” sebebiyle “kendini/huzur bulamama”, yani “kimlik-sizlik!” hâli “tercihi” oluyor… Bu noktada kimse bana, ‘Amerikan İslamcıları’ da “kimlik mi?” diye sormasın, çünkü, ismi “üzerinde/Amerikan”, o da “kimliğini kaybetmiş/reddetmiş kimlik” oluyor… 

Ahmet MUSAOĞLU / 25.12.2010

O, insanı bir alak’tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı.