Milenyum’un, yani Üçüncü Bin Yıl’ın başlamasıyla birlikte yeşeren (!) ´Kıyamet´in yaklaştığına dair haberler, zihinlerimizi neredeyse işgal etmiş bulunuyor! 2000’li yıllarla birlikte ‘felaket haberleri’nin “sürekli diri tutulduğu” dikkatli gözlerden kaçmıyor. ‘Ahirzaman (Kıyamet) Alametleri’ ile ilgili yayınlanan eserlerin ya da yazıların veya hazırlanan televizyon programlarının sayılarında belirgin bir artış olduğu gözleniyor. Holywood’da, 1990’lı yıllardan sonra çekilmiş, ‘Kıyamet öngörülü’ filmlerin sıklıkla gösterime girmeleri de yine bu döneme denk düşüyor. Nostradamus’lara, İbn Arabi’lere ait olduğu söylenen ‘Kıyamet tarihi’ öngörüleri havada uçuşuyor! 2012 (-14)’nin, Kıyamet yılı olacağı, Hz.İsa’ın ‘ikinci kez’ yeryüzüne geleceği (-Mehdi’nin de çıkacağı), sonrasında “Altın Çağı”ın başlayacağı iddiaları hızlı bir ‘eğitim programı’ gibi insanlığın ve insanımızın önüne konmuş bulunuyor.
Kıyamet değil, ‘Kıyametçi’ sorunu var…
Bu dönemde Kıyamet yaşanacağı, 2012-14’ün kıyamet tarihi olacağı öngörüsü, Köktendinci (fundamentalist) Protestan/Evanjelik Hıristiyanların ve Yahudilerin inanç arka planları oluyor. “Evanjelik Hıristiyanlar ile Yahudi koalisyonunun dünyaya yeniden çeki düzen vermek üzere deyim yerindeyse kelleyi koltuğa alarak yola çıkmaları…hem Evanjalik Hıristiyanlık hem Yahudiler …inandıkları efsanelerin nihayet gerçekleşmesi zamanının yaklaştığını düşünmektedirler…dünyayı yeniden kendi inanışları doğrultusunda düzenleme görevinin uygulanma zamanının geldiğine de inanmaktadırlar.” denilmesi (1) bu oluyor. Tabii ki de ‘kıyamet kopacak’, ama bu, köktendincilerin veya başka tarihler öngören benzeri hurafecilerin bildirdiği tarihte değil, “kimsenin bilemeyeceği bir tarihte” kopacak; zaten de “ansızın” kopacağı için kimsenin bir tarih öngörmesi de sözkonusu olamaz, konumuz bugün o değil. Konumuz bugün; Hıristiyanı, Yahudisi ‘kıyametçiler’, onların ‘boşinan’ları oluyor…
Kıyametçi bu anlayış (inanç) kökenini, Tevtat/Eski Ahit’te, Daniel’in haber verdiği ‘Günlerin (-Tarihin) Sonu’ misyonunda; İncil/Yeni Ahit’te ise, Yuhanna’nın Vahyi’nin 13’ncü bölümünde, ‘Tanrı’nın Krallığı’nın gökten yeryüzüne inmesinden hemen önce İsa/Mesih’in düşmanının yenik düşmesinin öngörülmesinde; o andan itibaren de dünyada huzur dolu ‘Altın Çağ’ başlayacak olduğu iddiasında buluyor (2). Bunun yanında, Kıyamet gününe (2012-14) kadar da ‘yaşanacak felaketler’ dizisi de sözkonusu bulunuyor. Bu durum Hıristiyan teolojisinde, “Yedi Yıllık Sıkıntı Dönemi (2005-2011)” inancı şeklinde, “Matta 24:6-8” anlatımında ‘olması gerekir’ denilen olaylar olarak yer buluyor. 11 Eylül 2001’de Newyork/ABD’de Babil Kulesi’ni hatırlatan ‘İkiz Kuleleri’ (kendilerinin) vurmaları, teolojideki “Sıkıntı Yılları”nın başlangıcı oluyor. Ünlü köktendinci Bernard Lewıs’ın, bir röportajında; “11 Eylül’ün nihai savaşın açılış olayı olduğundan şüphem yok.” demesi de (3) zaten bu oluyor. Sonrasında, 15-20 Aralık 2003’de İstanbul’da bombalar patlatmaları; 11 Mart 2004’de Madrid’de tren faciası yaşatılması; 7 Temmuz 2005’te Londra’da metro istasyonu bombalamaları ve de benzer şekilde sürecek başka olaylar, 2005-2011 yılları arasının kendilerinin de katlanmaları gereken Sıkıntı (Kıyamet) Yılları olduğu inancının gereği olarak yaşandı, yaşatılıyor. Havada, denizde, karada yaşanacak her türlü ‘sıkıntı’, mesela da; Kuş gribi, Kene gibi de, her ‘neler’ olacaksa ‘sıkıntı çekecek’ başka yeni bölgeler de olacak görünüyor. Öngörülen Kıyamete (!) kadar belki de her ülkenin bir ‘11 Eylül’ü olması isteniyor! Yaşanacakların son safhasında ise, bir büyük “göksel afet” beklentisi inancı var. Sonrasında ise (İncil’den ya da Hahamlardan gelen, Mesih öngörülerinde söz edilen ‘Tanrının Krallığı’na giden yolda Müslümanlarla yapılacak son savaş) Armegoddeon, Mesih/İsa’nın gelmesi, ‘Tanrının Krallığı’, ‘Altın Çağ’ın başlayacağı kabulü bulunuyor.
George W.Bush’a ve benzer, ‘şeytan insanlar’ın sahip oldukları inanç, kendilerine; “Pek yakında İsa tıpkı bir çobanın koyunları keçilerden ayırdığı gibi insanları birbirinden ayırarak onlara hükmedecek. Koyunlar onun vefalı tebaaları olduklarını kanıtlayacak kişilerdir. Keçiler ise Tanrı’nın Krallığını reddedecek olanlardır.” diyor (Matta 25:31-34, 46). Yani, ‘iyi’ler ile ‘kötü’ler arasında söz edilen ‘ayrım’ın yeryüzünde yapılacağını, ‘Tanrı’nın (Cennet) Krallığı’nın yeryüzünde kurulacağını kendilerine söylüyor. ABD yönetimindeki bazı yetkililerin, Tanrı/İsa’nın Amerika’ya dünyayı kötülerden temizleme ve ‘Tanrının Krallığını’ kurma misyonu verdiğini düşünmeleri de (4), sahip olunan bu inanç oluyor. Dünyada bütün yaşananlar, ‘fundemantalist’ Hıristiyan ve Yahudilerin, ‘birbirleriyle örtüşen İsa/Mesih inançları gereği oluyor.
2014 (-12), 1914 gibi yaşanabilir…
Fundemantalist ‘şeytan insanlar’ın, Altın Çağ düşlerinin tarihi, 2012-14 oluyor. Hatırlayıverin, 100 sene öncesinin tarihi olan 1914’ü… Bazı Protestan Hıristiyanlar (-Yahudilik ile de zaten ilişkili olan insanlar), 1914 yılı için; bazı görünmez “göksel olaylar” zinciri yaşandığını, İsa Mesih’in 1914 yılında görünmez olarak gelip, Şeytanı gökten kovarak göksel tahtına oturduğunu, Vahiy kitabında bildirilen korkunç olayların da bir bir yerine geldiğini, 1918 yılının da kutsalların ilk dirilişinin (Yeni Çağ’ın) gerçekleştiğini düşünüyordu. Onlar bunu ‘düşleyince’ de, 1914, 1918 tarihleri, I.Dünya Savaşı’nın başlama ve bitmesi tarihleri oluyor. Babil olarak kabul edilen, “Protestanlık dışındaki” Hıristiyanlık alemi, Yeni (II.) Milenyumun ilk döneminde, 1918’de yıkılıyor!.. Bu sebeple de, girdiğimiz Yeni (III.) Milenyum’un, 2012-14 tarihleri de bugünkü insanlık için ‘sorun’ olacak gibi görünüyor.
Korkulan ya da olabilecek olan şu: “Hollywood filmlerine konu olan olaylar birbiri ardına gerçekleşmeye başladı…Hollywood’un Amerikan yönetimleriyle çok yakın işbirliği içinde çalıştığı ve hatta derin operasyonlarda aktif rol aldığı bir süredir bilinen gerçek. Önceki gün ABD Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA) aynı adlı filmden esinlendiği ‘Deep Impact’ adlı bir operasyonu gerçekleştirdi. Bununla yaklaşmakta olan bir kuyrukluyıldız ilk kez uzay aracından gönderilen bir kapsülle vuruldu. Sinema tutkunları Amerika’nın aslında ‘Armageddon’un provasını yapmakta olduğunu fark edeceklerdir…Tehlikeler gerçektir ve tahmin edilenden daha yakındır… Ancak bir gün hızla dünyaya yaklaşmakta olan bir yıldız görülecek ve o anda dünya değişecek. O dünyada artık siyaset olmayacak, anti olan hiçbir şey ortada kalmayacak, insanlık bir araya gelecek ve gökyüzüne bakacak. Gökyüzündeki keskin parlamayı görünceye kadar tüm insanlık nefesini tutup bekleyecek. Gereken bilgi ve teknolojiye ve de vizyona sahip olduğunu gösteren Amerika harekete geçip dünyayı kurtardığı anda kolektif rahatlama nefesi verilecek. Ondan sonra da siyaset gereği anti-Amerikanizm sürebilir mi acaba, bunu da düşünmek gerekiyor.” deniyor (5). Köktendinci Hıristiyanların ve Yahudilerin inancı, ‘Tanrının Krallığı’, ‘Günlerin Sonu’ misyonu (İsa / Mesih’in tekrar gelişi sözkonusu) olunca, yaklaşan tehlike büyük görünüyor.
Tanrılarını ‘Kıyamete zorlayanlar’…
Şeytan insanların, arkalarındaki medya gücüyle oluşturdukları ‘korku’ yüzünden, yaşamlarında dünyanın sonunu görecekleri endişesini taşıyan bir takım insanlar, yaşanacak felakete hazırlık olmak üzere, gıda ve su sağlanacak yeraltı sığınakları planlıyor (6). 2012’de Kıyameti getireceği iddia edilen gezegen Marduk için, önce; “…bir geliyor ama pir geliyor, bizi mahvedip gidiyor.” diye yazan Engin Ardıç (7), ya bilgilendikten ya da uyandıktan sonra; “Hiçbir sorumluluk kabul etmem. Kimse bu saçmalıkların faturasını bana çıkarmaya kalkmasın…Ancak şu ‘Marduk gezegeni dünyaya çarpacak’ dangalaklığı, bu alanda geçerli Türk standartlarını da zorlamaya başladı. Dünyaya bir şey çarpacak falan değil, bin kere söyledik…Arkadaşlar, bu gezegenin varlığı kesin bir kanıta dayanmıyor…Kıyamet kopacak demedik.” diyordu (8). Kıyamet onların öngördüğü tarihte tabii ki olmayacak ama, gönderdikleri ‘Kıyamet geliyor dolması’nı yutmamakta ısrar edenlere, 16’ncı yüzyılın ölüsü Nostradamus gönderiliyor (!), ünlü kahine göre ‘2012 Kıyamet Yılı’ olacak dedirtiliyordu (9). Milenyum sahnesinde Maya medeniyetine de ‘rol’ veriliyor; takvimlerine göre, “Beklenen Tufan Yılı” 2012’yi gösteriyor dedirtiliyordu (10).
Köktendinci (Fundemantalist) bu ‘yalancılar’, 2012-14 yılındaki ‘son perde’ye endeksli olarak tanrılarını Kıyamete (İsa/Mesih’i yeryüzüne indirmeye) zorlarken, Müslümanlardaki ‘köktenyanlış’ bugünkü tasavvuf anlayışı da, Kur’an dışı öngörüler olan, Nüzül-i İsa’ ve Mehdi’yi yeryüzüne beklemeleriyle onlarla ‘el ele’ bulunuyor. Ne tesadüf ki ya da tesadüf mü ki, her iki kesim de aynı tarihlerde, 1432/2012’de ‘misafir’ bekliyor. Gavurcuklar açısından baktığınızda yaklaşık 2500 yıldır, bazı Müslümanlar açısından baktığınızda en az 1000 küsur yıldır gelen giden yok ama, ‘çarpık akıl’ hâlâ da ‘kurtarıcı’ bekliyor. Gayri müslümler, Tanrının Krallığı/Yeni (Altın) Çağ beklerken,bazı Müslümanlar da; Kur’an’ın ve sahih hadis-i şerif’lerin; “Kıyamet tarihini hiç kimse bilemez” uyarılarına rağmen de onlarla aynı beklenti (inanç) içersinde; tüm peygamberler döneminde ‘yaşanmamış’ bir hâli; Altın Çağ’ bekliyor. Köktenyanlış bu beklentinin sebebi, Sufiliğin/Tasavvufun din anlayışının, “İslamın din anlayışının yerini alması” oluyor.
İslamın büyük sorunu, Sufiliğin ‘din anlayışı’ oluyor…
Kur’an-ı Kerim’de, her canlı şeyin ‘sonu’ olduğunun haber verilmesi gibi, yaşadığımız dünyanın/evrenin de bir sonu olduğu bildirilmiştir. Sözkonusu bu son (evrenimizin sonu ve sonrası yaşanacak olan süreç), Kıyamet/Ayrım Günüolarak tanımlanır. Din olan İslamın, Kıyamet; Bilimin ise, Big Crunch dediği bu hadiseye ait ‘Alametler’den de bahsedilir ki, bu Alametlerin, evrenin yokoluşu öncesinde yaşanacak olan olaylar olduğu zannedilir.
Oysa, dinin/bilimin bildirdiği Kıyamet/Big Crunch hadisesinin, onlarca ya da asırlarca yıl EVVELDEN görülecek ALAMETİ YOKTUR. Kıyamet alametlerinin, Kıyamet esnasında yaşanacak olaylar olduğu tartışılır bile değildir(11). Bu gerçeğe rağmen, ‘kıyametin alameti’ olduğu ileri sürülen Deccal, Mehdi, Nüzül-i İsa’nın, Kıyamet öncesinde yaşayacakları inancı, ki biz buna Üçleme İnancı diyoruz; İslam geleneğinde bunu kabul etmeyen görüşler de bulunmasına rağmen bazılarınca; gerçekleşmesine inanmanın neredeyse İslam’ın şartı olarak ilan edildiği bozuk bir inançşekline dönüşmüştür. Harikuladelikler meydana getirecek sözkonusu ‘Üçlü’nün (Deccal, Mehdi, Nüzül-i İsa), Kıyamet Alameti olamayacakları da tartışılabilir bile değildir. İslam Ansiklopedisinde; “…deccal, mehdi ve nüzul-i isa gibi harikulade olayların Kur’an’ın kesin açıklamasına göre kıyametin ansızın vuku bulacak olması gerçeğiyle bağdaşmadığını söylemek gerekir.” denilmesi de budur (Bkz. İslam Ansiklopedisi,Cilt:22, s.526).
Bir anlamda, İslam geleneğindeki Teslis inancı (!) diyebileceğimiz bu düşünce (Üçleme İnancı), İslam literatüründe (geleneğinde), Kur’an’dan ziyade, ‘Hadis’ olarak gösterilen, ama esasında Hadis olmayan rivayetlerden hareketle temellendirilmiştir. Ne yazık ki de, Kur’an’ın; “ben apaçık kitabım” beyanına rağmen de kimileri; ‘Hurufilik’ denilebilecek bir hâl üzre ayetlerden ‘işaret’ler çıkartmakta, bir başka deyişle de, görmek istedikleri şeyi (kendi görüşlerini), Kur’an’a rağmen Kur’an’a da söyletmektedirler!
Üçleme İnancı, fazlalıkla Harun Yahya’nın eserlerinde, Fethullah Gülen Hocaefendi çevresinde ve Yeni Asya camiası içersinde ve de Ebubekir Sifil, Burhan Bozgeyik, Mustafa Kaplan, Mehmet Şevki Eygi gibi kalemlerin de yazılarında görülüyor. Genel bir değerlendirme ile de, bu inanç, Sufilğin görüldüğü her zeminde görülüyor ve yaşatılıyor.
Bu nasıl bir ‘anlayış’ ise de, bu kesimlerin her birinde bu ‘kabul’ ‘farklılık’ göstermesine, birbirilernin iddiaları birbirlerini yalanlamasına rağmen de yine de inanılıyor. Mesela da, kimi Hz.İsa bedeni gelecek derken, kimileri şahsi manevi olarak geleceğinden sözetmesine; yani her bir kesim bu inanca (!) farklı bir şekilde inanmasına rağmen de hala da ‘inanç’ olarak yaşatılıyor. Bu inancın (!) sürdürülebilmesi için de, ‘Üçleme İnancı’nın her bir unsurunun, yaniDeccal, Mehdi, ‘nüzül-i isa’ üçlüsünün her biri“mutlaka yaşatılıyor”. Bu, şu demektir; ‘Üçü’ de aynı dönemde yaşaması gereken Deccal, Mehdi, ‘nüzül-i isa’ üçlüsünden biri (eğer) olmazsa, diğer ikisi; dolayısıyla da ‘Üçleme İnancı’ ortadan kalkıyor. Çünkü, ‘nüzül-i isa’ olmazsa, arkasında namaz kılacak olduğu söylenen ‘Mehdi’nin olmasının bir anlamı da olmuyor. Eğer Deccal olmayacaksa, onu öldüreceği ileri sürülen Hz.İsa’nın olması için de bir sebep kalmıyor. Mehdi’nin çıkış alametleri aynı zamanda Hz.İsa’nın da çıkış alameti olduğu için de, eğer Mehdi çıkmazsa ya da diğeri olup Mehdi olmazsa, diğeri de olmuyor. Eğer biri varsa ‘Üçleme inancı’ da var, yok eğer ‘biri’ ya da ‘ikisi’ yoksa, ‘Üçleme inancı’ da yok oluyor. Mesela, Mehdi’nin olması için, Hz.İsa’nın yeryüzüne ‘tekrar gelmesi’, ikisi birlikte kendilerinden önce ortaya çıkmış olan Deccal’i öldürmeleri gerekmektedir ki (!), bu yüzden ‘üçü’nden her biri “mutlaka” olmalı, bir arada da yaşamalıdır, kastettiğimiz bu oluyor. Birinin olmaması hepsinin de “yokolması” oluyor ki, anlatmak istediğimiz işte bu oluyor (12). Hal bu olunca da, ‘Üçleme İnancı’; yani, Deccal gelecek, Mehdi çıkacak, ‘nüzül-i isa’ yaşanacak iddiaları, ‘birbirini yaşatıyor’ oluyor.
Bu sebeple de Mesih ve Mehdi üremesi / üretilmesi ve de “kıyamet tarihi” öngörüsü hiç bitmek bilmiyor.Hemen her devirde Mesih ve Mehdi çıkmasına rağmen de (!) ‘Üçleme İnancı’ hala da yaşatılıyor!. 1000 küsur sene önce ve o günden bugüne her asırda; Mehdi gelecek, Nüzül yaşanacak ‘inancı’ ile beklemiş olan insanlar olmuş, ‘inançları’ gerçekleşmediği, yanlış bir ‘inancı’ yaşattıkları kesin olarak ortaya çıkmış bulunuyor ama, tasavvuf/sufilik hâlâ da bu anlayışı yaşatıyor. Bu arada olan, İslam din anlayışına oluyor, bu beklenti İslamın din anlayışını yok ediyor. Sufiliğin yaşattığı ‘Üçleme İnancı’nın yüzünden, “Fundementalist Yahudi ve Protestan Hıristiyanlar”, ‘Milenyum başı’ düşlerine; ‘Tanrının Krallığı’ hedeflerine yaklaşmış bulunuyor…
Armegedon savaşına doğru…
Kudüs’ün ve Anadolu’nun geriye alınması düşüncesi 11-12’nci yüzyıldan bugüne dek tüm Hıristiyan din adamlarının, dolayısıyla da Avrupalı tarihçi, siyaset adamı ve düşünürlerin ‘özlemi’dir. Bu inancın bir başka versiyonu da, Yahudilik açısından, “Arz-ı mevud”un ülkemiz sınırları içersine de uzanması oluyor. Dolayısıyla Anadolu ve Ortadoğu, Hıristiyanların ve Yahudilerin ‘Cennet Bahçeleri’ olmuş oluyor!..
Fas’tan Afganistan’a kadar uzanan İslam coğrafyasında İslam’ı yok etmek isteyen fundemantalist Yahudi-Hıristiyan ortak projesi olan BOP=GOKAP=Yeni Ortadoğu projesi, Daniel’in haber verdiği ´Günlerin (-Tarihin) Sonu´ misyonu ile; Yuhanna’nın Vahyi’nin 13’ncü bölümünde; Tanrı’nın krallığının gökten yeryüzüne inmesinden hemen önce Hz.İsa’nın (Hıristiyanlar açısından Tanrı İsa’nın, Yahudiler açısından Mesih’in) düşmanının Vahiy kitabında sözü edilen Şeytan olarak tanımlanan (ya da Deccal kapsamında ele alınan) Müslümanların hesaplaşacağı ‘son büyük savaş’ın; Armegodon’un öngörülmesinde kökenini buluyor.
Bu ‘inanca’ göre, Yahudiler, Müslümanlar’a karşı, Kudüs yakınlarındaki Magedon ovasındaki tepelikte yapılacak Armageddon Savaşı’nı kazanmadıkça, Mesih/İsa tekrar yeryüzüne dönmeyecektir. Dönebilmesi için de nihai savaşın (Armageddon) çıkması ve kazanılması şartı bulunuyor. Bu yüzden bazı Yahudiler ve Protestan Hıristiyanlar, Mesih/İsa’nın gelişine zemin hazırlıyor ve dünyanın sonu için misyon üstlenmiş (!) bulunuyor. Kendilerini, “Tanrı tarafından seçilmiş”, “yeni bir ülke sözü verilmiş” Eski İsraillilerle karşılaştıran ABD Başkanı G.Bush dahil diğer Evangelist/Protestanlar, Armageddon ile; yani ‘iyi’ ile ‘kötü’ arasında yapılacak ‘son büyük savaş’ ile gelecek olan “Kıyameti ve Hz.İsa’nın gelişini” hızlandırmak için ellerinden geleni yapıyor! Sözkonusu savaşın öncesinde ise, İsrail’in, “arz–ı mev’ud” inancında belirtilen sınırlara kadar genişleyerek “Büyük İsrail” olması şartı da bulunuyor.
Üçüncü Milenyum’un (21’nci yüzyılın) başlarında (-2012) yaşanacağı beklenen Armagedon savaşının ardından Bush’un tanrısı, Davut’un tahtında Hz.İsa’yı (Mesih’i) hakim kılacak, böylece hem Yahudiler, hem de Hıristiyanlar amaçlarına ulaşacak ‘inancı’ yaşanıyor. Yahudilere göre, Mesih indiğinde yeryüzünde ‘Tanrı’nın Oğulları’nın Krallığı kurulacak; Hıristiyanlara göre ise, İsa Mesih geldiğinde yeryüzünde tek egemen güç Yahudiler değil, kendileri olacak, oluyor; çünkü, gelecek olan Mesih, ‘Tanrı’nın oğlu’ olduğuna inandıkları Hz. İsa oluyor!..
Mesih ile İsa ‘ayrımı’ sorunu…
Benzer inançları paylaşan Yahudiler ve Protestan Hıristiyanlar, kendi aralarındaki “sorunu”, Mesih/İsa’nın gelişinin sonrasına bırakmış bulunuyorlar. Hüseyin Hatemi Bey’in, NTVMSNBC’den Defne Sarısoy’a yaptığı açıklamalar (13.04.2004), yaşananların ve yaşatılması düşünülenlerin özeti oluyor: “Birtakım sapkın Protestan tarikatleri kendi fundementalist inanışları ve ideolojileri ile iktidar nezdinde taraftar toplamaya çalışıyorlar. Sözünü ettiğim Protestan fundamentalizmine göre, Hz.İsa’nın gelmesi için bu Üçüncü Milenyum başında mutlaka ‘Armageddon’ denen o nihai savaşın çıkması lazım…İnanmış bu Protestanlar, bir taraftan da Armageddon savaşının çıkması için uğraşıyorlar. Bu savaş nasıl çıkar? Mutlaka İsrail’in Araplara hücum etmesi veya Müslümanlar’ın İsrail’e hücum etmesi lazım. Armageddon Savaşı Kudüs yakınlarındaki Magedon Tepesi etrafında gerçekleşecek. Armegeddon Savaşı Müslüman ordusunun İsmailoğullarına saldırmasıyla çıkacak. Protestan fundamentalizmi, Armegeddon Savaşı’nda İsrail’in desteklemesi gerektiğini savunuyor. Çünkü Hz.İsa da ‘İsrail Arslanı’ olarak dünyaya gelmiştir. Yahudiler Müslümanlar’a karşı Armageddon Savaşı’nı kazanmadıkça, Hz.İsa tekrar yeryüzüne dönmeyecek. Hz.İsa’nın dönmesi için savaşın çıkması ve kazanılması şarttır. Bu savaşı önce Hz.İsa olmadan Yahudiler’in kazanması lazım. Onun için İsrail ile sıkı bir işbirliği dini nedenlerden dolayı mecburidir. Ama bu savaş bittikten sonra da, 144 bin Yahudi hariç, o 144 bin Yahudi de Hz.İsa’ya iman eden Yahudiler olacak, hepsi kırılacak. Bu sefer de Amerika ve Hz.İsa’ya bağlı olanlar yeryüzünde kalacak…Mantık şu: Yahudiler ile işbirliği gerekli ki, inanca göre Hz.İsa yeryüzüne geri gelsin, dirilişten sonra zaten bu Yahudilerin de icabına bakılacak…İşte Protestan fundamentalistleri , ‘144 bin Yahudi’den geri kalan hepsini öldüreceğiz’ diye beklerken, bir taraftan Yahudiler de ‘Biz tüm dünyayı ele geçireceğiz’ diye düşlerler. Tevrat’a bakın, ‘Kudüs’e tek bir sünnetsiz dahi giremeyecek’ der. Müslümanlar sünnetli olduğuna göre, bu sünnetsizler Hıristiyanlar’dır.” (13). Sayın Hatemi, ilaveten; “Buyrun, yorum sizin!” de diyor ama, yoruma gerek var mı, her şey apaçık; tarih, ‘din (ilahi) olan’ ile olmayanlar; ama aynı zamanda, ‘ilahi’ nitelikli olmayanların kendi aralarındaki çatışmaları şeklinde yaşanmış, yaşanıyor; medeniyetler durmaksızın çatışıyor. Bunun için ağzıkapanasıcılar susmak bilmiyor…
Ağzı kapanasıca gavurlar hiç susmuyor…
Yok edici fundemantalistlerinABD kanadındaki ‘kapanasıca ağızlar’ hiç susmuyor, çünkü “Tarihin (Günlerin) Sonu” misyonları (inançları) bunu gerektiriyor: “Bush’un manevi önderi olarak kabul ettiği ünlü Protestan vaiz Billy Graham’ın oğlu Papaz Franklin Graham..İslam’ı ‘çok şerir ve günahkar bir din’ olarak ilan etmişti. Güneyli Baptistlerin bu seneki kongresinde cemaatin eski başkanlarından Jerry Vines, Hz. Muhammed’e ‘çocuk istismarcısı’ hakaretinde bulunmuş ve Franklin Graham de bunu tasdik etmişti. Fundamentalist Protestanların siyasi örgütü Hıristiyan Koalisyonu’nun kurucusu Pat Robertson da Peygamberimiz için ‘gözü dönmüş bir fanatik’, ‘soyguncu’, ‘haydut’, ‘katil’ gibi sıfatlar kullanmıştı…Başkan Bush’un ağzından bu beyanları kınayan bir açıklama çıkmamıştı.” deniyor (14). Ağzı kapanasıcılardan çıkmazdı çünkü her şey inanç olarak yaşanıyor, yaşatılıyor. Bunun için de, George Bush’a siyasi yakınlığı ile tanınan, Güney Baptist Kilisesinin önde gelen liderlerinden Papaz Jerry Falwell isimli ‘şeytan insan’; Peygamber efendimize ‘terörist’ diyorken (15), ABD’nin Colorado eyaletinden Cumhuriyetçi milletvekili Tom Tancredo; Temmuz 2005’de, ABD’nin misilleme olarak Kâbe’yi vurabileceğindensöz ediyordu (16). Çünkü onlar için İslam dini “ilkel din”, bağlıları da zaten Barbar (!) oluyordu.
Amerikan ‘Protestan Hıristiyanlar’ı böyle düşünüyorlar da, Avrupa Hıristiyanları (-diğer Hıristiyan mezhepleri) farklı mı düşünüyor? Tabii ki hayır. 11 Eylül 2001 İkiz Kuleleri’nin vurulmasından hemen sonra, sayın Tayyip Erdoğan’ın “dostu” olarak tanıdığımız, İtalyan Katolik Berlusconi’nin; Batı medeniyetinin İslam medeniyetinden üstün olduğunu söylemesinin ardından, İtalya Reform Bakanı, Katolik Roberto Calderoli’de; “İslam’ın bir medeniyet olmadığını” belirtiyordu. Yakın tarihte Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yayın yapan bir radyoda, ‘Müslümanların öldürülmesi‘ çağrısı yapılıyor, Danimarka gazetelerinde yayınlanan, Peygamber Efendimiz’i hedef alan çirkin karikatürler, bütün tepkilere rağmen de, sonradan yeniden yayınlanıyor. Karikatürleriyle İslam âlemini karıştıran Jyllands Posten gazetesi ile, ‘Danimarka Özgür Basın Cemiyeti’ tarafından düzenlenen bir konferansa da konuşan, Cemiyetin başkanı Lars Hedegaard Jensen; Müslümanlar uygarlıktan, bilim, felsefe ve kültürden nasiplerini alamamışlar diyor, inanması zor ama ‘okumuş’ geçinen insanların ‘Ama siz de kabul edin ki İslamiyet ilkel bir din’ şeklindeki çıkışları gerçekten ibretlikti deniliyordu (17). Ama aslında ibretlik olan bir şey yok, her türlü gavurun inancı, İslamiyeti “ilkel din” olarak görüyor.
‘Kippa-Haç modası’…
Judeo (Yahudi)-Anglosakson (Amerikan–İngiltere Protestan) şer güçlerinin başını çektiği bu ‘Yeni Haçlı Seferi’ne; ister Kapitalist, ister Sosyalist, isterse de Liberal olsun ya da hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar, ‘Yahudi-Hıristiyan Batı Medeniyeti’ içindeki hemen tüm unsurlar destek veriyor. ‘Kippa-Haç modası’, ‘Hilal’ yok edilmelidir anlamını taşıyor. Yokedicilerin İsrail kanadını değerlendirmeye zaten gerek bile yok, kurulduğundan beri Ortadoğu’yu zaten ‘kan’sız bırakmıyor! İsrail’e destek için 19 Temmuz 2006’da Washington’da düzenlenen mitinge katılan İsrail Büyükelçisi Daniel Ayalon, ‘Bu sadece İsrail’le ilgili değil, dünyamızın neresi olacağı, kaderi ve güvenliğiyle ilgili, İran’ın bu küçük dallarını budayacağız’ derken, neocon (Protestan) konuşmacılara göre, İsrail ordusu, Filistinli ve Lübnanlı sivillerin katledildiği bombardımanlarıyla ‘Tanrı’nın işini görüyor’, ‘Medenileşmiş dünyanın yapması gereken işi yapıyor’, ‘Mesih’in yeryüzüne inebilmesi için İran’la bir çatışma gerekli’ diyorlardı (18). Her şey ‘din’ eksenli; ilahi olan ile olmayanın çatışması olarak yaşanıyor. Kıyamet güçleri, İslamiyeti Ortadoğu’dan kazımak’, yalnız ‘seküler bir ritüele’ indirgemek istiyor. Onlar bunu amaçlasalar da, Mülümanların azıcık ‘dik’ durmaları halinde hayal kırıklığı kesin görünüyor. Bunun için, “Kıyamet güçleri, nafile bir kumar oynuyor. Militarizm ve işgalin sonu ya neocon’ların pek arzuladığı Armageddon yahut da İslami kâbus olabilir ancak.” deniyor (A.g.e.). İslamın ruhu bile ‘kâbus’ gibi çöker bu köktendinciler üzerine de, sorun şu ki, Yahudilikteki ‘Mesih’ beklentisi ve Hıristiyanlardaki, Hz.İsa’nın yeryüzüne ‘tekrar’ geleceği inançlarının bir versiyonunun bazı Müslümanlar arasında; ‘nüzül-i isa’ gerçekleşecek, ‘Mehdi gelecek’ ve Altın Çağ yaşanacak şeklinde bir inanca dönüşmesi, ‘İslamın büyük sorunu’ olarak önümüzde duruyor.
Milenyumcularca gönderilen ‘Kıyamet paketi programı’nın, ‘Kıyamet (Mesih / İsa)’ kehanetinin doruk tarihi; 2012 yılı, 21 Aralık tarihi. Kıyamet tarihi olarak öngörülen 2012 tarihi, sadece, Güneş ve bütün gezegenlerin bundan önce de olduğu gibi, aynı düzlemde bir kez daha hizaya gelecekleri tarih, yani hepsi bu oluyor. Fakat “köktendinci çılgınlar”ın 2012-14 döneminde ne yapacağı bilinemiyor ya da her türlü çılgınlıkları yapabileceklerinin tahmin edilmesi gerekiyor. İşte bu yazı, bu sorunu dikkat çekmek düşüncesiyle de kaleme alınmış bulunuyor… Yoksa gelecek olan ‘Altın Çağ’ yok, zaten yaşanmış bitmiş bir dönem oluyor.
‘Altın Çağ’ yaşanmış bitmiş bir dönemdir…
Gerek “Üçleme İnancı”na sahip olan insanların, gerekse ‘ikinci gelişi (Mesih/İsa gelişini)’ bekleyenlerin, ahirzamanda yaşanacağına inandıkları bir ütopyaları var: Altın (Yeni) Çağ…
İlk ‘ütopya’ insanlık tarihinde ne zaman ortaya çıktı bilinmez ama, ütopya’dan yola çıkılarak yapılan Altın Çağ yorumunda: “Tüm hile ve entrikalar sona erer; onlara gereksinim duyulmaz. Haydutluk ve tahrip edicilik artık sökmez. Hatta öyle ki; dışarıda hâlâ deliler dolaşsa da, onları bir yere tıkmaya gereksinim kalmaz. Bu büyük toplum çağıdır (Altın Çağ’dır)…. Her şey ortak, özel mülkiyet yok. Yönetici, o mevkiye soyuyla değil yeteneğiyle ve seçimle geliyor. Çocukların bakımı, hastaların ve özürlülerin yaşamı toplum tarafından garanti altına alınmış. İhtiyaç fazlası tüketim kalmamış. Sömürü -metinde ‘kişisel yarar’- yok. Hile, entrika, haydutluk yok. Tımarhane bile yok. En önemlisi, bu metin geçmişteki bir ‘altın çağ’a gönderme yapmıyor, ‘Büyük Yol’ ile varılacak gelecekteki bir ‘büyük toplum’dan…söz ediyor…Her şey bir yana, kutsal kitapların ‘Cennet’i ne ola ki? O artık burada, dünyada…” denildiği gibi de (19), Altın Çağ denilince anlaşılan, “Cennetin yeryüzünde olması”, ‘yeryüzü cenneti’ tanımı oluyor…
Altın Çağ, büyük bir mutluluk ve refah dönemi olarak tanımlanıyor. Dünyadan anarşinin, terörün, kargaşanın, düşmanlığın, şiddetin, hırsızlığın, sahtekarlığın, dolandırıcılığın, katilliğin de ortadan kalkacak olması hâlidir bu! Öylesine olacak ki, yeryüzünün her köşesi, insanların, büyük bir rahatlık, huzur, güven ve adalet içerisinde yaşayabilecekleri emin beldelere dönüşecektir! Kurtla kuzu birarada otlayacak, minik çocuklar yılan ve akreple oynayacak ama zarar görmeyecek! Gökyüzü yağmurunu esirgemeyecek, bol bol yağdıracak, yeryüzünde bitkilerden hiçbirini eksik kalmayacaktır. Kişiler hayatlarından o kadar memnun olacaklar ki; zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varamayacak. Halklar arasında çok büyük bir kardeşlik yaşanacak, her türlü kavganın yerini barış, dostluk ve sevgi alacaktır! Daha neler neler… Aklınıza ne gelebilirse ya da hayal bile edemezsiniz, İsmi üzerinde, Altın Çağ…
Anlatılanlar Hz.Peygamberin ve O’nun mümtaz sahabelerinin yaşadıkları “Asr-ı Saadet” hiç değil ama, “Asr-ı Saadet” benzeri bir devir olacakmış deniyor. Tabii ki de bu dönem, Üçlemecilerin misafirlerinin bulunacağı devir olması gerekiyor: “Rivayet edildiği gibi Mehdi ile İsa aleyhisselamın veya şahs-ı manevilerinin buluşması..birleşen yollar anlamına gelecektir…20. yüzyıl küfrün final yüzyılıydı. 21. yüzyıl ise imanın tomurcuklandığı imanın final yüzyılı olacaktır…yeryüzü tek bir millet ve dünyada bu milletin camisi haline gelecektir. Yüzyılların tefrikası sona erecektir. (Et Tasrih Bima Tevatere fi Nüzül el Mesih-Enver Şah Keşmiri, sayfa 223) Bu devrede yeryüzünde bilinen ve mahut şekliyle Hıristiyanlık kalmayacaktır. Teslis tevhide inkılap edecek, cizye kaldırılacak, domuz yasaklanacak ve haç şiar ve sembol olmaktan çıkacaktır (Et-Tasrih, Keşmiri, sayfa 303). Dolayısıyla kudsi bir asrın başlangıcında bulunuyoruz…21. yüzyıl da (Allahu a’lem) asırların gizlediği hayrını ve bereketini fışkırtacaktır…21. yüzyıl atideki gizlenmiş bir nevi Asr-ı Saadet hükmüne geçecektir. Biiznillah….21. yüzyıl ise aydınlık çağımız ve altın çağımız (golden age) olmaya namzettir.” deniyor (20). Tabii ki de görülebilen, bazı Müslümanlardaki Hıristiyanlarla birleşilmesi arzusunun ve Altın Çağ düşünün kökeninin, Nüzül-i İsa’ olayını İslam coğrafyasında “yerleştiren (kökleştiren)” Enver Şah Keşmiri’nin öngörüsü olduğu oluyor. Fakat, bütün paygemberlerin ve “şanlı peygamberimiz”in yaşadığı “Asr-ı Saadet” dönemi de hiç de anlatıldığı gibi geçmedi, tarihsel olan da zaten bu, Altın Çağ’ın yaşanmayacak olduğu oıluyor.
Boşuna ‘Altın Çağ’ bekleme…
İnsanlık tarihinin, Hz.Adem ile Hz.Nuh arasında yaşanan uzun dönemi, Kur’an-ı Kerim’in hakkında pek az bilgi verdiği dönem olmasının yanında, insanlığın ‘Altın Çağ’ı da oluyor. Bu tarihsel dönem, insanların yeryüzünde ve kendi aralarında “barış içinde” yaşadıkları bir dönem olmasının yanında (aynı zamanda), herkesin ‘aynı (tek) dili’ konuştuğu, bir ‘tek tanrı’ya da taptıkları bir dönem olması sebebiyle Altın Çağ ismini almış bulunuyor. Bu sebeple Altın Çağ, önümüzde yaşanacak bir dönem değil, yaşanmış bitmiş bir dönem oluyor.
Bunu tarihsel olarak şu şekilde izah edebilmemiz mümkün olabiliyor: Arkeoloji alanındaki bulgulara göre ‘insanlık kültürü’,Ortadoğu’da ortaya çıkmıştır. Bu kültür, ‘İlk Anayurd’ MEKKE yöresindeki yaşamdan sonra çıkılan Filistin-Mısır bölgesi gelişmesi ile; sonrasında, Suriye-Anadolu-Irak ve İran Zağrosları ve onun da sonrasında güneybatı İran’dan inilen Aşağı Mezopotamya’da (yaklaşık, M.Ö.10-5 bin yılları arasında) yeşeren medeniyetlerin toplamına (21) katılan çeşitli kollarla da durmaksızın genişleyerek bugüne gelmiştir. Verimli Hilal adı ile tanımlanan bu bölgenin batı ucu Mısır,doğudaki ucunu ise, Nil’in Mısır’da oynadığı rolü Mezopotamya’da oynayan Dicle ve Fırat’ın aşağı kesimi (-Aşağı Mezopotamya) oluşturur (22). Bu alanın batı ucunda, geçmişte, Lut Gölü’nün kıyısında kurulan ve M.Ö.8000 yıllarında tahıl üretimiyle uğraşan büyük bir köy olan Jericho’da bulunan ve ata kültü (atalara saygı) olarak tanımlanan eserleri yorumlayan uzmanlar, burada yaşayan insanların atalarının ´ölmedikleri´, başka bir dünyada (-Ahirette) yaşadıkları ve yeni doğan çocuklarolarak (-dirilerek) dünyaya geri dönecekleri inancının delilleri olarak yorumlamışlardır (23). İnsanoğlunun yeryüzündeki bu ilk dönemlerine yakın yıllarda Filistin bölgesinde yaşayan insanların, inançlarına yönelik olarak yapılan bu yorumlama, o dönemlerde o yörede yaşayan insanların “Ahiretin varlığı”na ve öldükten sonra yeniden dirilecekleri inancına, yani “Tek Tanrı”lı bir din inancına sahip olduklarını göstermektedir.
Din/ler tarihi verilirken, başlangıçta animizm, ruhçuluk, naturalizm (vb.) vardı, sonrasında çok tanrıcılık ortaya çıktı, ondan da tek tanrıcılık gelişti şeklindeki hurafeleri çöplüğe atarak düşündüğümüzde, dinin yeryüzündeki ilk insan toplulukları ile ortaya çıkan bir olgu olduğunu görebilmemiz mümkün olmaktadır. Bu yüzden günümüzde pek çok yazar, dinsel düşünüşün Neolitik Dönemde (yaklaşık M.Ö.9000-5000 arasında) ortaya çıktığını kabul etmekte, Neolitiğin getirdiği üç kurumun ‘aile, din, devlet’ olduğu ifade edilmektedir (24).
Neolitik toplumlarda hiyerarşi, sömürü, yıkıcılık ya da belirgin saldırganlık bulunmadığı gibi, “eşitlik” de sözkonusu olmuştur. Mesela, Çatalhöyük’te (M.Ö.6500-5000), varlıklılar ile yoksullar arasında çok az sınıfsal ayrılığın olduğu ve kesinlikle belirgin bir eşitsizliğin olmadığı söylenmesi de (25) budur. Yaklaşık M.Ö.10.000 ile M.Ö.5000 yılları arası dönem (Hz.Adem ile Nuh Aleyhisselama kadar olan dönem) dikkatli bir şekilde incelenirse, bu süreçte yeryüzünde çok belirgin bir toplumsal huzursuzluğun yaşanmadığı görülebilmektedir. Bu dönemin sonu olan, yaklaşık M.Ö.4500 civarında, Nuh Kavmi’ninsergilediği ‘toplumsal putçuluk’ hareketi üzerine Tufan hadisesi gelmiş, insanlık kültüründe Nuh Tufanı hadisesi, Altın Çağ’ın “bitim” dönemi olmuştur.
İşte, uzak geçmişte (M.Ö.4500 öncesi) yaşanıp “bitmiş” olan bu dönem, sonraları Eski Mısırlıların bile özlemi olmuştu. Mısır’da yaşayan “…çiftçi, esnaf, soylu ve rahibin (-din adamının)hedefi, dünyanın başlangıcında yaratılan şeylerin doğru düzenine, maa’ta, uygun yaşamaktı. Bu nedenle, ister maddi olsun isterse toplumsal ya da dinsel olsun kökten değişimi benimsemek ma’at’ı ihlal etmek anlamına geliyordu.” (26). Maat için, insanoğluna “yaratıcısı” tarafından konulan kurallar, evrensel düzen denilebilir. Maat sözcüğü’nün Mezopotamya’daki karşılığı Me’dir. Me, uygarlıklık tarihinin olaylarını koruyan (tanrısal) kural ve yönergeler bütünü demektir (27). Eski Mısır dininin ve yaşamının ayrılmaz parçası olan ma’at kavramı; adalet, düzen, kozmik uyum, yaratılmış ve miras bırakılmış gibi değişik anlamları kendinde birleştirir. “(Mısırlılar)…oldukça erken bir tarihte son derece muhafazakar bir yaşam görüşü geliştirdiler. İlerlemeye, insan becerisinin müdahalesiyle şeylerin daha iyi olacağına inanan Batı uygarlığının tersine, eski Mısırlılar böylesi kavramlara sahip değillerdi. Onlara göre şeyler asla yaratılış zamanında olmuş olduklarından daha iyi olamazlardı. Tanrıların dünyada ikamet ettikleri bu zaman bir altın çağdı. Sürekli olarak bu mükemmel zamanı yeniden yaratmaya çalışıyorlardı.” (28). Bırakın gelecekte Altın Çağ düşü görenleri, binlerce yıl öncesinin Eski Mısırlılarının düşü olan “Altın Çağa dönüş özlemi” bile gerçekleşmedi, çünkü o yaşanılıp bitmiş bulunuyor.
Altın Çağ bitti, ‘Babil Sendromu’ doğru değil..
İnsanoğlunun,barış içinde yaşadıkları, hepsinin “aynı dili”konuştuğu, bir “Tek Tanrı”ya taptıklarıbu efsanevi dönem, yaşanılıp bitince; zaman içersinde özlenilir olmuş, yaşanmasından uzun bir zaman sonra bile şiir olarak tarihsel belgelere yansımıştır (Bu dönem Enki’nin Nam-şub’u, yani büyülü gücü şiirinde şöyle anlatılmaktadır):
“Bir zamanlar ne yılan
ne de akrep varmış,
ne sırtlan
ne de arslan varmış.
ne yabani köpek
ne de kurt varmış
ne korku
ne de dehşet varmış;
İnsanın rakibi yokmuş.
Bir zamanlar, Şubur-Hamazi ülkelerinde,
çok-dilli Sümer,
efendilik (prenslik) me’si ile yükselmiş ülkede,
Uri,
her şeyin bulunduğu ülkede,
güvenle dinlenen
Martu ülkesinde,
bütün dünya-
halklar tek vucüd gibi-
Enlil’e (-tanrıya) tek bir dilde seslenirlermiş.
Sonra çekişmeci ne yaptı –en
çekişmeci- efendi
çekişmeci-kral
……………..
Enki, hegal’in en’i,
………………….
Eridu’nun en’i,
Onların ağızlarındaki sözü değiştirdi,
çekişme koydu,
bir olan insanın konuşmasına.”
Yukarıdaki şiirin (29) yazıldığı (yaklaşık M.Ö.2000-3000 arası) dönemde dünya (insanların yerleşme alanı olarak), ‘dört’ ana toprak parçası olarak gösteriliyor. Bunlar, şairin kendi ülkesi olan Sümer Ülkesi (Aşağı Mezopotamya), kuzeyinde Uri Ülkesi, batısında; batı İran’ın büyük bir bölümünü içine alan Şabur-Hamazi ülkesi ve Sümer’in batı ve güney batısında, Fırat Irmağı ile Akdeniz arasında; Arabistan’da dahil çoğunluğu çölden oluşan geniş bir alan olan Martu Ülkesi oluyordu(bu dönemde dünya, kuzeyde Anadolu’nın güneyi, güneyde Arabistan körfezine, doğuda Akdeniz’e kadar uzanıyordu, yani insanoğlu o dönemde bu alanlarda yaşıyordu) (30).
Şiirin yazıldığı dönemde “Musevilik” henüz ortada yoktur. Musevilik (-Tevrat), yani Hz.Musa’nın yeryüzünde yaşadığı tarih, yaklaşık M.Ö.1200’dür. Bu durumda ‘şiir’in yazıldığı dönemden (-yaklaşık M.Ö.2000-3000 arası olan tarihi göz önüne aldığımızda), 800 ile 1800 yıl sonra ortaya çıkacaktır.
İşte burada çok önemli bir BULGU ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu tarihi gerçek, Tevrat’ta konu edilen, “Diller”in; Babil Kulesi Efsanesi ile ‘ayrımlandığı (tek dil iken dillerin çoğaldığı)’ iddiası doğru olmamaktadır. Çünkü, Tevrat’tan asırlar öncesi bu hadiseden bahsedildiği tartışılır bile değildir. Sümerlilerden (Aşağı Mezopotamyalı) bir şairin yazdığı şiirdeki haberin, zaman içersinde Tevrat’a girdiği kesin olmaktadır. Haliyle de, ‘Babil Sendromu (dillerin Babil Kulesi yıkılması ile ayrımlanması sonucu kaosun yaşandığı ve bu kaosun ortadan kalkması için dillerin/dinlerin tekrar birleşmesi)’ iddiaları da, anlamsız olmaktadır. Zaten şiir’de, “İnsanın diline –çekişme- koyan ve Altın Çağı’ı sona erdiren Enki’dir denilmesi de (31), Babil Sendromu’nun Tevrat’a sonradan girdiğinin, şiirdeki haberin Tevrat’taki habere köken olduğunun kesin delili olmaktadır.Zaten, Aşmelon Müzesi’nde bulunan bir tablette yer alan (dillerin karmaşasını da anlatan), Altın Çağ bölümü de; Altın Çağ’ın yaşanıp bittiğini (geçmişte yaşanmış bir dönem olduğunu, hem de Babil Sendromu tanımı ile anlatılan dillerin karmaşasının Musevilikle ilgisi olmadığını) ortaya koyan tarihsel delil olmaktadır (32).
Tabii ki de; şiirde söz edilen Altın Çağ Dönemi, şiirin yazıldığı dönemden önce; yani, yukarıda belirttiğimiz gibi, yaklaşık M.Ö.4500’lerde yaşanmış “Nuh Tufanı öncesi yaşanmıştır” ki; bu durum, Musevilikle ilgili ‘Babil Sendromu’ iddiasının yanlışlığını da, Altın Çağ beklemenin anlamsızlığını da ortaya koymaktadır.
Yalvarıyorum: Mesih/İsa ve Mehdi bekleme…
Geçmişte Aşağı Mezopotamya’da, M.Ö.2000-3000’lerde yaşamış Sümerler (doğru tanımı ile SÜMERLİLER) olarak adlandırılan halklar, insanların eskiden, çok uzun zaman öncesinde kalmış bir geçmişte mutlu yaşamış olduklarını biliyorlardı. “Bu (-yılanın, akrebin olmadığı) Altın Çağ temasını ünlendiren, klasik mitolojidir…fikir ilk kez Sümer Edebiyatı’nda ortaya çıkmıştır…insanlığın günahkar olmadan önce, bolluğu ve huzuru tanıdığı ‘çok eski çağ’dan söz eder…çok iyi korunmuş (tabletteki) ilk on bir satır mutlu günleri betimliyor; o zaman, diyor şair, evrenin bütün halkları aynı tanrıya..tapıyordu…Sümerleri, daha sonraki Yahudiler gibi, dil karmaşasından önce bütün insanların konuştuğu ortak bir dilin varlığına inandıkları ortaya çıkar.” (33).
İşte, sözedilen; insanlığın günahkâr olduğu dönem, yani “Yaratıcısına ilk toplumsal isyanı” Nuh Kavmi Döneminde yaşanmıştır. Nuh Kavmi Dönemi öncesinde insanlığın Yaratıcısına herhangi bir isyanı sözkonusu olmadığı için de, Altın Çağ olarak yaşanmıştır.
Tarihsel belgeler, hem ‘nüzül-i isa ve Mehdi’ beklentisi olanların, hem de Köktendinci Yahudi-Hıristiyanların gelecekte yaşanacağını bekledikleri Altın Çağ düşünün (!) kökenini ortaya koyarken, aynı zamanda gelecekte Altın Çağ yaşanmayacağını da ortaya koymaktadır. Hal bu olunca, Altın Çağ, yaşanmış bitmiş bir dönem olmakta, bir daha da (önümüzde bir tarihte) yaşanacak bir dönem olmamaktadır. Böyle bir dönemi beklemek, ne İslami, (zaten bilim İslam olduğu için de) ne de bilimseldir.
Bu sebeple de, “Hz. Mehdi (a.r.) ve Hz. İsa (a.s.) Yahudilerin başına geçen Mesih-i Deccal’i öldürüp, sistemini dağıttıktan sonra dünyaya hakim olacaklardır. O zaman tek bir dinin yani İslamiyetin yeryüzüne yayılması ile ırkçılık, milli egoizm yok olacak; sevgi, kardeşlik, güzel ahlak ana düşünce haline gelecek; ayrıca masonluk, siyonizm, materyalist felsefe, komünizm, faşizm, kapitalizm v.s. tarih sahnesinden silinecek, egoistlik, bencillik, kin düşmanlık her türlü sapkınlıklar etkinliğini kaybederek yok olacaktır. Savaşların, çatışmaların sebepleri yok olacağı için, savaş sanayine harcanan tirilyonlarca lira, bu sefer meşru ihtiyaçlara, gıdaya, imara, teknolojiye, kültür harcamalarına, sağlık ihtiyaçlarına v.s. gibi insanların mutluluğu için gerekli diğer yatırımlara harcanacaktır. (Allahualem)… Hz. İsa(a.s.)zamanında, bilimin gelişmesiyle hayvansal ve bitkisel gıdaların üretimi arttırılacak, ilim ve teknoloji son safhaya ulaşacak, dünya kurulduğundan bu yana teknolojik olarak en gelişmiş çağ yaşanacaktır. İnsanlar teknolojinin imkanlarıyla çok rahat ve bolluk içinde yaşayacaklardır. Bu devreye bu yüzden Altın Çağ adı verilmiştir. (Allahualem)” denilmesinin (34) hiçbir önemi yoktur. Zaten de, yapılan açıklamada, ‘Allahualem’ denilmesi de, söylenilene kesin inanılmadığının (iddianın kesinliği olmadığının), öyle olmasının istenilmesinin delili olmaktadır.
Üçleme İnancına sahip olanlar, yani Deccal, Mehdi, Nüzül-i İsa beklentisi olanlar, çok farklı beklentiler içersinde olsalar da, “..O halde yüzyılın başından itibaren her gelişen hadise görünüşte İslâmın aleyhine bile olsasonuçta İslâmın kazanç hanesine geçecek..” gibi, ne dediğini bilemeyecek görüşler ileri sürseler de (35); 21’nci yüzyılın ilk yarısında (-Allah’ın yardımı olmazsa), Müslümanlar açısından bir şey olmayacağı da, aksine (köktenyanlış Üçleme İnancı’nın da sayesinde), İslamın kaybettiği bir asır olarak anılacağı da şimdiden görülebiliyor.
Daha önce yazmıştım, Kabe’yi bile vurmaktan söz eden Fundamentelistler, herhangi bir çılgınlık yapıp, mesela; uydudan, veya denizaltından, yerkabuğunun en genç çatlağının yer aldığı Kızıldenize bir nükleer bomba atması ile, tsunami ya da başka bir felakete sebebiyet verip, sonra da ‘göktaşı düştü’ diyebilecekleri mümkün görülüyor. Üçleme İnancı bağlıları, Fundamentelistlerle aynı konumda; Kıyamet alameti olarak Mesih/İsa ve der Mehdi (kurtarıcı) beklerken, felaket gelebilir diyorum…
Yetişin İslam yok ediliyor!…
Tüm insanlık ‘tek evrensel peygamber’ ile uyarılmıştır. Buna rağmen de hâlâ da ‘uyarıcı/kurtarıcı’ bekleyenler bulunabiliyor…
Peki de ne demek ‘uyarıcı’ veya kainatın efendisinin ‘yaşatamadığı’ Altın Çağ’ı beklemek?..
Eğer Hz.İsa ‘tekrar’ gelmez, Mehdi denen kişilik ortaya çıkmazsa, Hz.Muhammed (Sav.); uyarmamış, eksik yapmış mı oluyor? Ya da İslam eksik mi kalıyor? İslam dininin, Hz.İsa’nın gökten (bedenen ya da bedensiz, her ne halde olursa olsun) inmesine, yahut da Mehdi’nin çıkmasına ihtiyacı mı bulunuyor? ‘Nüzül-i İsa’sız, Mehdi’siz İslam olmuyorsa, (haşa) Hz.MUHAMMED (Sav)’siz (İslam) NASIL OLUYOR? Ya da, Hz.İsa’sız, Mehdi’siz İslam niye (tam) olmuyor?..
İslam için tehlike, her dem ‘Kippa Haç modası’ olsa da, asıl tehlike ‘Sufilik’ten geliyor. Bugünkü Sufiliğin yaşattığı ‘din anlayışı’, İslamın ‘din anlayışını’ yokediyor. Nüzül-i İsa ve Mehdi inancı ile hacılar hocalar yaşatılıyor ama, buna karşın İSLAM TEHLİKE BULUNUYOR…
Milenyum ile birlikte, ‘iki muharref kitap (kutsal olmayan Tevrat ve İnciller)’ ile, “ilahi (kutsal) olan Kur’an”, özdeşleştiriliyor. İslam (dini) geleneği için çok tehlikeli olacak bir sürece girmiş bulunuyoruz. İslamiyetin, Museviliğin bir devamı olduğu iddiasına, benzeri bir formülle, Hıristiyanlık nokta-i nazarından da bakılıyor, İslamiyet’in aslının Hıristiyanlık olduğu da söylenebiliyor. Bütün bunların sebebi, ‘Nüzül-i isa ve Mehdi’ beklentisinin “yaşatılması” oluyor. Allah aşkına koşun, gerçek budur, İslam için tehlike de budur… İslam geleneğinde, Nüzül-i sa ve Mehdi beklentisini reddeden iki görüş daha varken, Nüzül-isa ve Mehdi beklentisinin ‘tek doğru’ olarak sunulması büyük tehlike oluyor…
Tarihte hala yankılanan sözlerden birisi, İslâmın son ordusu olan Mısır ordusunu, Moğollar’ın Mısır’a gelip dayandıkları sırada himmete getirmek ve ayağa kaldırmak için, Muzafer Kutz’un sarfettiği çığlık oluyor: Vaİslamah! Yetişin İslâmın bahtı kararıyor. Yetişin İslâmı kurtarın!
İşte bu çağrı üzerine savaşın seyri değişmiş, makus talih zamanla tersine çevrilebilmiştir…
Evet, Allah’ın izniyle içten gelen bir çığlık nelere kadir değil ki! Bugün her yanda ‘çığlık çok’ ama, ne yazık ki ‘Kutz’lar yok!..
Ben Muzaffer Kunt (hiç) değilim. Her Müslüman gibi, Rabbimin, “akletmez misiniz?” uyarısına muhatap bir Müslümanım… Umarım ki kalpler bu çığlığımı duyar: YETİŞİN İSLÂMIN BAHTI KARARIYOR. YETİŞİN İSLÂMI KURTARIN!..
Ahmet MUSAOĞLU/ Günebakış Gazetesi, 18-19.10.2007