2008 Haziran’ı, Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Türk Milli Takımı; ‘herşey bitti’ denildiği anlarda ‘yeniden doğdu!’… Hem de birkaç defa… 90 dakikanın, 120 dakikanın bitmesine yakın saniyelerin kaldığı anlarda, hem de gol yenilip morallerin yerle bir olmasının görülebildiği anlarda doğdu!..
Şampiyonada Milli Takımımız; Portekiz, İsviçre, Çekoslovakya ve Hırvatistan’ın bulunduğu grupta yer alıyor, ilk maçı Portekiz’le oynuyordu…
Portekiz maçına Türk Milli Takımı, kendi (milli-öz) forma rengi ‘kırmızı beyaz’ ile değil, “Türkuaz Devrim/Sorosculuk” başlıklı yazımda ortaya koyduğum gibi, kendini reddederek kabul ettiği Türkuaz renkli, özüne ait olmayan forma ile çıkıyordu. Rakip Portekiz takımının formasında kırmızı renk bulunduğu için de, hangi takımın Türk Milli Takımı olduğu da pek seçilemiyordu. Formasıyla kendine yabancılaştığı maçında, forma hüsranı gibi, maçın sonucu da hüsran oluyor; Portekiz’e 2-0 gibi net bir skorla yeniliyorduk…
* * *
Allah yardımcımız olsun…
Portekiz maçı sonrası yazısında ünlü (eski) hakemimiz, spor yorumcu/yazarı Ahmet Çakar Bey; “…bu futbolla değil İsviçre’ye karşı oynamak, Liechtenstein karşısında bile zorlanırız. Üstelik İsviçre ev sahibi, hamisi Blatter ve bizim maçın hakemi de ‘Blatter Çocuğu Lubos Michel.’ Allah yardımcımız olsun.” diyordu (1). Böylece, Portekiz maçı sonrası denilebilecek olan ifade ediliyor, “Allah yardımcımız olsun” dua niyetine oluyordu…
Şampiyonadaki ikinci maçımız İsviçre karşısına da, yine ‘devrim forması (kendimize yabancılaştığımız)’ Türkuaz forma ile çıkıyor, takımımızın aleyhine olan yağmur altında oynadığımız ilk yarıda; İsviçre adına bir Türk’ün hazırlayıp, yine bir başka Türk futbolcu olan Hakan Yakın’ın gol vuruşuyla ilk devreyi 1-0 mağlüp bitiriyorduk. İkinci yarıda bir şeyler olacağı ilk yarıda yağan şiddetli yağmurun durulur gibi olması ile hissediliyor; önce 57.dakikada Semih’in kafa, ardından uzatmalardaki son saniyelerde, 90+2′de; Arda’nın müthiş golü durumu 2-1 lehimize çeviriyor, tur umudumuzu üçüncü maça; Çek Maçına taşıyorduk… Adeta yeniden doğuyorduk…
Bu maçta yaşananlara ister şans, ister mucize deyiverin, İsviçre’den sonra karşısına çıkacağımız Çek’ler ile formalite maçı oynayıp, hemen sonrasında da Cenevre-İstanbul uçağına binip döneceğiz gibi düşünürken Çek maçına çıkıyorduk… Avrupa futbol tarihine, ‘Proje (Sahte) Çılgın Türkler’ gibi değil, ‘Gerçek (Eski) Çılgın Türkler’ gibi damgamızı (yeniden) vuruyorduk… Kaybettiğimiz milliliğimizi tekrar yakalıyor, Milli Takımımızı (ruhumuzu) kaybetmişken buluyorduk!..
* * *
Milli Takımımızı kaybetmişken buluyorduk!…
Klasik/kendi (kırmızı beyaz) forması ile Çek Cumhuriyeti karşısına çıkan millilerimiz, 2-0 geriye düşüyordu. Fakat turnuvada çok farklı şeyler olmaya da başlıyordu. Çek maçının son 15 dakikasında ‘yeniden diriliş (geri dönüş)’ yaşayan Türk/ler/iye, 75’te Arda ile ilk golü buluyor, 87’de Nihat ile eşitliği sağlıyor; herkes penaltıları beklerken de yine Nihat, 89.dakikadaki golüyle Türkiye’yi zafere taşıyordu. Ne olduğu anlaşılamadan 2-0 mağlupken, maç 3-2 kazanılıyordu. Çekler de ne olduğunu anlayamıyor, olanlara da inanamıyordu zaten…
Ünlü futbolcumuz Sergen Yalçın, maç ile ilgili olarak yorumunda; “İlk 70 dakikayı herhangi birine izletsek ve TV’yi kapatıp maçın sonucunu sorsak, istisnasız herkes, ‘3 veya 4 farkla Çekler kazanmıştır’ yorumunu yapar…Ama biz büyük bir mucizeye imza attık…” diyordu. Tabii ki de insani hadiseler “mucize” ile izah edilemez, futbolcularımızın alınterleri öpülesidir, ama ‘mucize’ insanüstü bir şey, onların (insanın) bunu yapamayacağı bilinemiyor…
Düşünebiliyor musunuz? Dünyanın en büyük kalecisi Cech tuttuğu topu elinden kaçırıyor ve o an orada olan Nihat ile 2-2’yi yakalıyoruz. Neredeyse son ana kadar süper savunma yapan Çek defansı son dakikada bir yanlış ofsayt taktiği yapıyor, Nihat bu defa galibiyeti getiren golü atıyordu… Mucizeler yaşanıyor, ‘kutsal isyan’ da kabarıyordu. Maçın son dakikalarında kalecimiz Volkan sahadan atıldığı için kaleye geçen Tuncay, ellerini havaya kaldırıp, Rabbinden yardım istiyor; Allah’ın lütfu gerektiğinde (yardım)isteyenlerle olurdu, oluyordu… “Volkan’ın gördüğü kırmızı olacak şey değil, kalan dakikaların kaleye top gelmeden geçmesi Allah’ın lütfu. Bizim alnımıza yazılmış bir yolumuz, dualarımızla kutsanmış bir formamız var. Bir maçta bu kadar çok mucizeyi hiçbir takım yaratamaz.” deniyordu (2). Gürcan Bilgiç’in Allah’ın lütfundan, alnımıza yazılmış bir yoldan, dualarımızla kutsanmış formamızdan söz etmesi, Çek maçı galibiyetinin teknik taktiğin veya kondisyonun veya antröner, futbolcuların çok ötesinde olduğunu gösteriyordu. Bu sebeple Ahmet Çakar:“Ne olursa olsun karşınızda köy takımı bile olsa 75. dakikaya kadar 2-0 mağlup olup maçı 3-2’ye çevirebilmek ne Brezilya ne Arjantin ne de başka bir dünya devine nasip olabilir. Ama biz başardık. Bunun taktikle, teknikle alakası yok. Biz istedik,yukarısı da bize yardım etti.” diyordu (3).Sayın Çakar’ın,“Biz istedik, yukarısı da bize yardım etti” ifadesi, anlamayana ‘davul zurna az’ meselesi, ‘mucize’ futbola uzanmış (!) bulunuyordu…
* * *
‘Mucizeler takımı’na yine ‘mucize’ gerekiyordu…
Kırmızı Beyaz (kendi-gerçek) formamızla çıktığımız mucizeler gerçekleşen Çek maçı sonrası, yine ‘Kırmızı Beyaz’ formamızla Hırvat maçına, yeni mucizelere çıkıyorduk!..
Daha maçın başında, üst direğinizde patlayıveren bir şut; direkten dönüşünde boş kale yerine auta gönderiliyordu!.. Maçın İtalyan hakemi, annesi Hırvat asıllı olan hakem Roberto Rosetti, aleyhimize çaldığı düdüklerle Hırvat medyasının “12. futbolcumuz” sözlerini haklı çıkarıyor, daha maçın başında Arda’ya, sonrasında Tuncay’a sarı kartı çıkarıyordu…
Maçın 90 dakikası golsüz bitip, uzatmalara gidiliyor; 120 dakikada bitecek maçta 118-119. dakikada gelen Hırvatistan golü, ekran başında olanı olmayanı; sahada veya evinde maç izleyen herkesi şoke ediyordu. Hırvat futbolcu Modriç, sağdan giriyor ve üzerine gelen kalecimiz Rüştü’nün hatasını da değerlendirip topu kalemize gönderiyordu. 1-0 mağlup duruma düşüyorduk…
Ama ‘mucizeler takımı’ unvanı pek de yakışıyordu millilerimize… Son dakika golü yiyince, tabii ki yine bir mucize gerekiyordu, gol bulmak için bize…
Saha kenarındaki 4. hakem 1 dakikalık uzatmanın uzatmasını da kaldırıyor, Hırvat tribünleri yıkılıyor, tabii ki de, halkı da az sonra çalacak ‘maç bitiş’ düdüğünü beklemeden sokaklara dökülmüş bulunuyordu…
Tersine hâl ise bizde yaşanıyordu. Bir yakınım anlattı: -Son dakikada golü yiyince, televizyonu kapatıp yatak odama geçtim, yatağa girerken üst komşumdan gelen sevinç gürültüleri üzerine kalkıp televizyonu yeniden açtığımda, golü bulduğumuzu görüyor, ne kadar gürültü çıktığını umursamıyor, çılgınca seviniyordum, diyordu.
Nasıl sevinilmesin ki!… Biz golü yemiştik… Millilerimizin bir kısmı yıkılmış, yerde yatıyordu. Saat de çalışıyor, bitim saniyelerine yaklaşıyordu… Yenilen golün şaşkınlığı içersinde uzanan ruhlara, uzandı ‘kardeş’ eller, ‘kalkın, her şey bitmedi’ dercesine… İnanıyorlar, kazanacaklardı, kalktılar; yaşanıyordu kutsal isyan!..
Mucize gelmeliydi, geliyordu işte, mucize… 120+2’de, kaleci Rüştü’nün oyuna soktuğu topa Emre’nin müdahalesi, 70 milyonun duasını da yüklenerek Semih’in önüne düşünce, öyle bir sol vuruş ki, Semih’in inanılamaz golü, millilerimizi yeniden bir kez daha diriltiyor, bitmekte olan maçı penaltı atışlarına taşıyordu.
Nasıl ‘mucize’ olmasın, Hakemin bitiş düdüğünü çalmasını beklerken topu ağlarında gören, ayrıca da ‘maç bitti diye’ sevinen Hırvatlar, çöktükçe çöküyordu. Öncesi ve sonrası ile öyle ‘özel bir an’ki, golün başlama vuruşu bile yapılamadan maç bitiyordu. Ağladığımız an, aynı zamanda bizim bir kez daha yeniden dirilişimiz, yaşadığımız bir başka ‘mucize’ oluyordu. Maç 1-1 bitiyor, sonuç yapılacak penaltı atışlarına kalıyordu….
Derken penaltılar başlıyor… Hatalı yediği gol ile bizi üzen Rüştü, kalesinde devleşiyor ama, Kırmızı Beyaz forma altında Çek maçında görülen mucizeler Hırvat maçı süresince, penaltı atışlarında da görülüyordu…
Bir kaçırıyorlar, biri Arda ile atıyoruz bizde… İkinciyi kaçırmadılar ama, Semih geliyor, ikinciyi atıyoruz bizde… Üçüncüyü kaçırıyorlar, daha doğrusu Rüştü mükemmel bir şekilde kurtarıyor, biz Hamit ile üçte üç yapıyorduk…
Mucizeye karşı çıkanlara, Çek maçından sonraki Hırvat maçı için, “Bir kez daha mucizevi bir maç oynanacak” dense kim inanırdı?.. Ama oynandı, Hırvatlar karşısında da mucizeler gerçekleşiyordu…Ay yıldızlı (Hilal’li) savaşçılarımız (!), eşi benzeri görülmemiş üç destansı zafere imza atıyor, adlarını yarı finale; yarın akşam yapılacak olan Almanya maçına yazdırıyordu… Yaşananları anlamakta zorlanan Hırvatistan Teknik Direktörü Slaven Bilic, “Kaliteliler ama şansın yanında yanlarında bir başka şey daha var.” diyordu…
* * *
O başka şey, ‘Allah’ın lûtfu/mucize’ oluyor…
Türkiye gibi futbolda uzun yıllar, ‘onurlu yenilgiler’e alıştırılmış bir ülkenin Milli Takım’ının, maçı 90 dakikanın ötesine de taşıyıp güçlü rakipler karşısında galibiyete uzanması ne ile açıklanabilir?
Fatih Terim’in futbolculara kazandırdığı özgüven, moral motivasyon ile açıklanabilir mi? Ya da ‘Buraya kadar!’ denilen bir maçı bile çevirecek ölçüde oyuna asılma gücünü, milliğimizi reddedip, ‘Türkuazcılığı (-Küreselcilerle işbirliğini)’ tercih gereği getirilen Amerikalı kondisyoner ve diyetisyene mi bağlayacağız?.. Çek ve Hırvatistan maçlarındaki inanılamaz olayları nasıl izah edeceğiz?..
Kaybedilen Portekiz maçı sonrası Milli Takım Eski sorumlularından Erdoğan Şenay; “…düşüncemiz odur ki, bu gruptan çıkmamız sadece mucizelere bağlıdır.” diyordu “(4). O mucizeler de durmuyor, peşisıra geliyordu!.. Çek ve Hırvat maçlarında ‘mucizeler’ gelince de, yani, dolaylı olarak bile işin içine ‘din olan İslam’ girince, durumdan vazife çıkartmayı görev addedenler, kamuoyunu ‘mucizeden’ uzaklaştırmak için büyük çaba sarfetmeye koyuluyordu…
Yalan dolması bırakılan soframıza, ‘mucize yerine’ şans ile, Amerikalı kondisyoner ve diyetisyen başarısı (!) konuluyordu… “Hoca’nın yorumundan çıkan sonuç şu: ‘Türk Milli Takımı mucizeyle maçları alıyor’. Burada bir mantık hatası var. Mucize, iyi hallerin işi değildir…Türk Milli Takımı’nın başarısı hocasına göre bile mucizeyse, durup düşünmek gerekir…‘mucize’ futbolda da ‘düşünülmüş, planlanmış, hesaplanmış’ bir şey değildir. Bir futbol taktiği hiç değildir. Bir oyun planı da sayılmaz. O halde başarı, işi mucizeye bırakmadan elde edilmelidir. Mucize biraz da şans işidir.” deniliyordu (5). Moral değerlerine kıyasıya savaş açan bir başka millet daha var mıdır bilemiyorum, ‘mucize’ olsun istenmiyordu: Ay-Yıldızlı ekibimizin performansının altında yatan en önemli iki ismin, Amerikalı performans uzmanı Scott Piri ve diyetisyen Megan Mangano olduğu, bu ikilinin daha önce Almanya Milli Takımı’nda görev aldığı ve uzun bir düşüş döneminin ardından çıkışa geçen Panzerlerin 2006 yılında dünya üçüncüsü olduğu ifade ediliyordu (6). Yalancı dolma var masamızda ya; al ‘vahşi batılı’ ikilini, ver ona buna onları da ‘yapılamazları’ yaptırsınlar ya da onu bunu şampiyon yapsınlar da görelim, demeye gerek bile yok; zaten şampiyonadaki ilk maçımız olan Portekiz maçına, aynı Amerikalılarla, başlarında Fatih Terim ile de çıkmış, çok kötü de oynayarak 2-0 kaybetmiştik… Bu yüzden yaşananların şans veya kondisyon yüklenmesi olmadığı, ‘mucize’ olduğu da görülebiliyor…
Yaşananlarda ‘mucize’ sözünü duymak istemeyenlerden biri de spor yazarı Kazım Kanat oluyor, Santra (Tv.) programında, bilgi eksikliğinden, mucize denildiğinde hurafe diyebiliyordu. Bunun yanında haklı olduğu bir şey var ki de, onu sizinle paylaşıp, tekrar konumuza döneceğim; itiraz ettiği konuya ilk (farklı da) itiraz eden de benim zaten, neden Auerelio Milli takımımızda (?) konusuna değinip, kaldığım yere tekrar geçeceğim…
Sayın Kanat: “Benim anlatmaya çalıştığım acı gerçeği nihayet yaşadık. Şöyle efendim…Eren Derdiyok’un pasını Hakan Yakın bizim ağlarımıza gol yaptı. Bu golü ise bizim Aurelio seyretti! Gole bile sevinmeyen Yakın ile Derdiyok’u izlerken isyan ettim: Ahbenim kendi kimliğine, kendi insanına ihanet eden ülkem. Ah!…” diyordu (7). Kazım Kanat’ın milliyetçilik duygusu içeren itirazına, biz farklı yaklaşıyor, diyorum ki: Milli olanda Aurelio/Hıristiyan-Haç çıkaran örneği olmamalıyken, Haluk Ulusoy ve Fatih Terim’li dönemde başlatılan Turkuaz Devşirmeciliği/Devrimi hâlâ da özümüze ihanet olarak neden sürüyor (Ki, şampiyonadaki Mehmet Topal örneğimiz bile, onun futboluna ihtiyacımız olmadığımızı da çok net göstermesinin yanında, ‘Milli Takım Milli’ olmalı şamarını ! da yüzlere vuruyor)… Aurelio tabii ki iyi bir futbolcu, tanımıyorum, belki iyi bir insan da, ama Milli takımda ‘milli’ olmayanın olmaması gerekiyor. Bu sebeple Müslüman Türk’ün taşıdığı ruhu, Hıristiyan Marco istese de, aynı şekilde taşıyamaz, taşıyamıyordu, Kazım Kanat’ın bahsettiği bu… Fakat bir şey var ki de, her kim ki kendini Müslüman olarak tanımlayıp, sonra da ‘mucize’ olana hurafe diyorsa Marco ile arasında çok da fark bulunmaz, bulunmuyor…
Konumuza dönersek de, eğer aradığımız cevap ‘mucize! olmayacaksa, Çek ve Hırvat maçlarında mucize yaşanmadıysa cevabımız ne oluyor?..
Futbolcularımız büyük savaşçıydılar, destan yazdılar mı olacaktır; sebep yoksa onlar mı oluyor?..
Ahmet Çakar; “Kim ne derse desin, Avrupa şampiyonasında aldığımız bu başarılı sonuçların tek sebebi futbolcular olamaz. 3-5-2, 4-4-2 gibi reel nedenler de olamaz. Bunun adı Allah’ın lutfu ise Allah’ın lutfudur. Bunun adı mucize ise mucizedir.” diyordu (8). Olan aynen bu, Çek ve Hırvat maçlarında her şey bitti derken ‘mucizeler’ gerçekleşiyordu: “Tanrım her şey bitti derken, Arda sahneye çıkıyor, Semih sahneye çıkıyor, Nihat sahneye çıkıyor. Ve bir çıt, gol! Haydaa! Cuma gecesi, Hırvatistan maçının 119. dakikası, yazıma başlığı atmışım: “Mucize olmadı, yazık buraya kadarmış!” Tam tıklayıp yazıyı göndereceğim. 120 artı’dayız. Semih sahne alıyor, mucize, top önüne düşüverdi. Aman Allahım! Muhteşem bir şut, gol ve son saniye beraberliğiyle penaltılara kalan maç…Penaltılara yürek dayanmaz derken, Rüştü kalede yine devleşiyor. Ve mucize kapımızı çalıyor, can havliyle maçı koparıyoruz…İngiliz meslektaşım(ın) Çek maçıyla ilgili yorumu şöyleydi: “Maçın sonunda sahaya başka bir gezegenden uzay gemisi inse şaşırmazdım.” deniyordu (9). Uzay gemisi tabii ki olmaz, gelmez; gelen mucize, ‘Allah’ın lütfu/mucizeler’ oluyor/du…
* * *
‘Mucize olmadı’ derken başlık değiştir(t)iliyor!..
Hırvat maçının son anları oynanıyor… Hasan Cemal, mucize olmadı diyerek yazısını bitirirken, başlığını değiştirmek zorunda kalıyordu: “Yazımın başlığını, 118. dakikada 1-0 mağlup duruma düştükten sonra, 119. dakikada şöyle attım: “Mucize olmadı, buraya kadarmış!” Başlığı attım, bekliyorum. Son düdük gelmek üzere…Perişan haldeyim. Mucize olmadan yenebileceğimiz Hırvatlar elimizden kaçıyor. Ne yazık! 120. dakika. Akın patladı! Geliyoruz. Ve aslan Semih müthiş bir şutla yine ‘Semihliği’ni yaptı. Yine mucize: Goolll!”…. Hoca ballıdır!” deyip işi yalnızca şans, kader, kısmete bağlamak bir yerde konuyu hafife almak oluyor…Evet, melekler bir çok kez kalemizi korudu. Evet, Çek maçında dünyanın en iyi üç kalecisinden biri olan Petr Cech, en kritik dakikada topu ellerinin arasından kaçırıp Nihat’a al da at dercesine sundu.” diyordu (10)… Dünyanın en iyi üç kalecisinden biri denilen Cech topu isteyerek Nihat’ın önüne bırakmayacağına, ama olan da buna benzer bir şey olduğuna, ‘Kurtarıcı melekler’den de söz edildiğine göre yaşananların açıklaması için, ‘mucize” demek gerekiyordu… Bunun yapılamaması, kendine (özüne) yabancılaşma, Tanzimat ile üreyen ‘didon’luk gereği oluyordu… Gavur/Hıristiyan yaşananlara ‘içimizdeki İrlandalılar’dan daha gerçekçi bakıyordu…
* * *
İngiliz The Times gazetesi: “İngilizce’deki “defeat” kelimesinin Türkçe’de “yenilgi” şeklinde bir karşılığı bulunuyor, ancak Türk Milli Takımı oyuncuları kelimenin anlamını bilmiyor. Biri Fatih Terim’in takımının ilerleyişini bir şekilde izaha kalksa, mantıken yenilgiye uğrar. Hırvatistan’ın cesur bir takım olduğunu en iyi İngiltere bilir. Ama…karşılarındaki sırt üstü düşmeyen, öldürülemeyen canavarla yüzyüze gelince cesaretlerini yitirdiler. Türkiye hariç, onlar bu turnuvada bir takım değil, bir fenomen, doğanın gücü.” diyordu…
Yunan basınından Fos Ton Spor: “Evren yardım etti, yoksa Türkler’in başarısı başka türlü zor açıklanır.” derken, Sport Day:“Terim’in takımı akla hayale gelmezi başardı. Türkler haber vermişlerdi, ama bu olan bambaşka bir yıkımdı. Allah onların yanında. Tekrarlanan tesadüf, tesadüf olmaktan çıkar. 9 gün içinde Türkiye 3. kez kaybedilen bir maçı almayı başardı.” diyordu.
İsveç basınından, Expressen; “Bunu sadece Türkler yapar. Bu akla sığacak birşey değil, bu Türk işi. Tamamen fantastik. Bu tür dönüşü sadece Türkler yapar.” derken, Aftonbladet: “Fantastik Türkiye yarı finalde. Türkiye’den yeniden mucize bir dönüş.” diyordu.
Macaristan’ın günlük tek spor gazetesi olan 300 bin trajlı Nemzetisport ise, “Allah her zaman onlara yardım ediyor.” şeklinde yazıyordu (11).
Yaşananlar mantık ile açıklanamayacağı için de, ‘Tanrı gerçeği’ bulunuyor, şampiyonadaki Türk Milli Takımı için, yabancılar bile ‘Allah onların yanında’ diyordu… Söz edilen mucize dönüş de, “Çılgın Türklerin Çılgın Türkler gibi duruşu”, Yeni Çılgın Türkler’in de, Eski (gerçek) Çılgın Türkler gibi oluşu oluyor…
Ancak böyle baktığımızda 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’ndaki Türk Milli Takımının başarısını açıklamak mümkün görünüyor… ‘Mucizeler yaşandı’ denilmezse zaten, adı konamaz bir şey olmuş oluyor… Adı, “Allah’ın lütfu/mucizeler” konmazsa açıklanamayacak şey de zaten Milli Takım ile yaşananlar oluyor…
Aslında yaşananların adını, başarıda terleri bulunan sevgili çocuklarımız koymuştu; uzatmaların son saniyesinde attığı beraberlik golüyle Türkiye’yi Hırvatistan karşısında ipten alan ve karşılaşmayı penaltılara taşıyan Semih Şentürk, maç sonunda; “1-0 geri düştükten sonra maçın dönmesi mucizeydi. Topu önümde buldum; Allah’ın verdiği güçle vurdum ve gol oldu. “ diyordu (12). Semih’in bu gölü, Hırvatistan Teknik Direktörü Bilic’e basın toplantısında, “Herife bak (Semih için) ne gol attı be!” dedirtiyordu.
Oysa şaşıracak hiç bir şey yok, kim tutardı ki bu ‘mucize’ çocukları… Arda,¨Sahada neler oluyor bize anlatır mısın?¨ sorusuna gülerek, ¨Valla ben de bilmiyorum” diyordu. O Arda ki, Çek galibiyeti sonrası zaferi nasıl kutlayacağını soran ATV’den Selçuk Manav’a, “Şimdi şükür zamanı, Allah’a şükredeceğiz” diyordu… Onlar çalışmışlar, eski Türkler gibi hissetmişlerdi, Allah da onlara lütfetti, hepsi bu; ‘Tanrı’nın elyazısı’ orada bulunuyordu…
* * *
‘Tanrının eli (!)’ oradaydı!…
Televizyon programlarında ya da bu ülkede bazı hadiseleri “Allah’a havale etmek” ‘gizli yasak’ olarak sürdüğü için rahat konuşamıyor olacak ki, Ahmet Çakar; “Elhamdülillah Müslümanım ama, söylemlerimde asla Allah’ı, pozitif bilim yapmış bir insan olarak fazla konuşmayı sevmem. Ne dedim size 3 gün önce; kader ağlarını örüyor. Tanrının eli, dünyanın en büyük kalecisi Cech’in ellerinin arasına girdi.” diyordu (13). Tabii ki Tanrının insan gibi eli sözkonusu değil, deyim mecaz; görmek isteyene ‘Tanrının eli’ görülür, gösteriliyordu!..
Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın, 18 Kasım 1989 tarihinde uzaya gönderdiği COBE (Cosmic Background Expllorer) adlı keşif uydusunun evrendeki “radyasyon yüklü madde dalgalarını/haritalarını (kainatın doğumu”ndan hemen sonra çekilmiş resimleri) dünyaya göndermesi üzerine araştırmayı yürüten ekibin lideri George Smoot, “Bu manzaraya baktıkça Allah’ı görür gibi oluyoruz.” derken, Santa Cruz Üniversitesi’nden Joel Primack sözkonusu bu haritaları, God Hadwriting (Allah’ın el yazısı) olarak tarif ediyordu (14). Görmek isteyen uzayda da, yeryüzünde de görür, Milli Takımın maçlarında yaşananlar şans ile ya da kazanımla olacak şeyler olmaz, olmuyor…
Yaşananlar başka şekilde açıklanması gerektiği için de, Ahmet Çakar; hadiselerin mistik boyutu açıklamaları ile, bu şampiyonaya paralel akıllarda kalıyor…
Maçtan hemen sonra ATV’deki EURO 2008 özel yayınında: -“Bu zafer değil, zaferle bezenmiş mucizedir. Dünyanın en iyi kalecisi topu elinden kaçırıyor… O top gidip Nihat’ın önüne düşüyor. Mistik güçler işin içinde… Kader ağlarını örüyor… Büyücü değilim, büyüye filan inanmam.Ama bazı olaylar benim tüylerimi diken diken etti. Kader ağlarını final için örüyor…” diyordu…
Öyle ya başka türlüsü nasıl olabilirdi ki?… Çok güçlü bir rakip karşısında 2-0 mağlup giden maç, son 15 dakikada 3-2’ye kolay çevrilemezdi. Olamayacağı için de zaten, işin içinde doğa üstü güç aranabilirdi…
Sayın Çakar “insanüstü” bir durumun devrede olduğuna o kadar inanarak söylüyordu ki, Volkan’ın kırmızı kart görmesini bile buna bağlıyor; -“Volkan niye yaptı bunu… Çünkü kader ağlarını örüyor. Bunun olması için Volkan’ın atılması lazımmış. Rüştü’ye ihtiyaç var, hazır ol Rüştü diyor.” açıklamasını da yapıyordu…
Gerçekten de akledilen oluyor, Rüştü (ile de) Hırvat maçını koparıyordu(k).
Oysa Fatih Terim şampiyonaya gelirken, kendi kafasında bir ideal 11 kurmuş, fakat düşünceleri birer ikişer yerle bir olmuştu. Müdafanın kilit adamlarından biri gördüğü Gökhan Gönül, daha turnuvanın başında sakatlanıp kadroya veda ediyor; takımın beyni olarak gördüğü Kaptan Emre Belözoğlu ilk maçta sakatlanıp çıkıyor; Servet ile birlikte savunma göbeğinin iki kulesinden biri olan Gökhan Zan, girdiği ilk maçta sakatlanıyor; ilk kalecisi Volkan ve orta sahada en güvendiklerinden biri olan ‘Marco Mehmet/sentez’ kart cezalısı durumuna düşüyor; sonradan savunma göbeğine koyduğu Emre Aşık sakatlanınca da, yerine giren Emre Güngör de sakatlanarak takımdan uzaklaşıyor; peşinden de Servet gibi Servet’i (!) de kaybediyordu… Hiç şüphesiz sakatlıklar ve hakemlerce kasti verilen kartlar, dahası da; sakatlıklar sebebiyle kadroya yeni oyunca alma isteğine UEFA tarafından izin verilmemesi açısından da turnuvanın en şanssız takımı, Türk Milli Takımı oluyordu…
Peki ama böyle bir takım nasıl başarı kazanabilir (?) kim nasıl diyebilir, başarının çok ötesinde şeyler yaşandı, ‘Allah’ın eli/yardımı’; el açanlara tabii ki uzanıyor (!), dualar eksiksiz her yönden yöreden, durmaksızın geldi, geliyordu…
* * *
Dualar dualar…
Türkiye-Hırvatistan maçından sonra Hırvatistan Milli Takımı Teknik Direktörü Biliç’in, “Türklerin oyuncularını anlamıyorum. Ama onların kazanmalarında anlamadığım başka bir olay daha var.” açıklaması, ‘milli ruh’un maneviyatla güçlendiğinin ifadesi oluyordu. Milli Takım kafilesi, turnuvanın başından bu yana ‘dua’lara vurgu yapıyor; Teknik Direktörü Fatih Terim, Çek Cumhuriyeti zaferinin ardından düzenlediği basın toplantısında, oyuncularının soyunma odasından, “Allah sizi utandırmasın.” diyerek yolcu ettiğini söylüyordu…
Savunmamızın, kırılan kafasını yine kramponlara uzatan ismi Emre Aşık, oynadıkları futbolun yanında yapılan duaların da etkisiyle yarı finale yükseldiklerini belirtiyor, “70 milyon insanı bırakın, bütün dünyadaki Müslümanlar bizim için dua ediyor. Onların dualarıyla önce gruptan çıktık, şimdi de yarı finale yükseldik. İnşallah bu dualarla finale kadar gideceğiz.” diyordu. Cezalı olduğu için kadroda yer almayan Volkan Demirel ise, “Bunu başarmak için çok çalıştık; ancak bize dualarıyla destek olan 70 milyon insanımızı unutamayız. Onların da duaları sayesinde yarı finale yükseldik.” diyordu (15).Volkan’ın kırmızı kart görmesi üzerine Hırvatistan maçında kaleye geçen Rüştü, penaltı atışlarından önce sırtını sıvazlayıp moral vermeye çalışan teknik adamından futbolcusuna, “Bana güvenin, bana inanın. Ben kendi yaptığım hatayı telafi ederim. Allah’a bana bu şansı verdiği için dua ediyorum. Adım gibi biliyorum buradan zaferle ayrılacağız” diyordu (16). Milli takımın golcü futbolcusu Nihat Kahveci, “1-0 geriye düştüğünüzde neler hissettin” sorusuna, “Gol yemek için çok kötü bir dakika ama son iki maça baktığımız da uzatmalarda gol attığımız için gerçekten bitti demedik, bence televizyonları başındaki insanlarda bitti demedi. Dualarını da esirgemedi. Allah da o duaları kabul etti. Biz de mücadelemizin karşılığını aldık ve galip geldik.” diyordu (17). yapılan bu açıklamalar yaşatılan ruhu, olanı ortaya koyuyordu… Can Dündar farkında olmadan tespiti yapıyor: “…Türk Milli Takımı’nın beni asıl etkileyen özelliği, bizi temsil yeteneği oldu. Bir takım, halkını bu kadar mı yansıtır? Bir halk, takımını bu kadar mı andırır?” diyordu (18). Evet, bu şampiyona da sadece “halk ve takımı” değil, İslam coğrafyası da bütünleşmiş bulunuyordu… Bugünkü Müslüman Türklerin, “Sanal Çılgın Türk” olması hâli değil, ataları Eski (Gerçek) Çılgın Türkler gibi olması hâli bu… Anlaşılması gereken de bu…
* * *
‘2008’in farkı…
Geçmişte, 1988-1989 sezonunda, Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Galatasaray’a yarı final oynatan Mustafa Denizli’yi tebrik etmek için dönemin başbakanı rahmetli Turgut Özal ağırlar…
Özal ve Denizli biraz sohbet ederler, tebriklere karşılık teşekkürler gelir ve sonra Başbakan şu soruyu sorar: “Mustafa, o maçtan sonra ne dediğini biliyor musun? Denizli şaşırmıştır, “Basın toplantısında mı?” der. Özal karşı çıkar, “Hayır, hemen maçtan sonra.” “Vallahi ne söylesem yalan, gerçekten hatırlayamadım.” Turgut Özal oturduğu koltuktan kalkar, Denizli’yi çağırır ve “Gel sana bi şey izlettireceğim” diyerek video’ya bir kaset koyar. Mustafa Denizli’nin maçtan hemen sonra verdiği ilk demeci beraber izlerler. Zaferin coşkusuyla Denizli’nin ağzından o gün çıkan sözcük futbol tarihimize girmişti: “Allah’ıma şükürler olsun.”. Dindar bir adam değil Mustafa Denizli, hiçbir zaman olmadı. Annesi din öğretmeni ama ailesinde laiklik her zaman daha ön planda oldu. Küçücük bir çocukken annesinin Atatürk’e olan hayranlığını dinleyerek büyüdü; herkesin onun sayesinde inanç özgürlüğüne kavuşabildiğini öğretti annesi. Mustafa Denizli de hayatında hep ‘dozunda’ Müslüman oldu. Hiçbir zaman inançsız olmadı ama tanrıyla kul arasında yaşananın da reklamını yapmadı. O gün ağzından çıkan sözcüğü bugün duysak hiç kimseye bir anlam ifade etmezdi, ama 89’da ‘Allah’ıma şükürler olsun’ demenin bambaşka bir önemi vardı. Denizli ne dediğini bilmiyordu maçtan sonra, ta ki Özal ona gösterene kadar. Çünkü bu planlanmış, üzerinde çalışılmış bir replik değildi. İçten ve hesapsızdı. Denizli inanç ticareti yapmayan bir insan olarak, içinden geldiği gibi konuşmuş, gerçekten hissettiği için ‘Allah’ıma şükürler olsun’ demişti..” deniliyor (19). Mustafa Denizli’nin ‘ne dozda (!) Müslüman’ ya da ağzından çıkan, “Allah’ıma şükürler olsun” duasının üzerinde çalışılmış çalışılmamış replik olup olmadığını veya ihtiyaren mi söylenip söylenilmediğini ben bilemem…
Benim bilebildiğim, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasının ‘şampiyon’ çocuklarının ne dediklerini biliyor oldukları… Bu sebeple 2008’te yaşananların, ‘dozunda Müslümanlık’tan veya yaşanılmadan (istenilmeden) söylenilmiş “Allah’ıma şükürler olsun’ repliğinden bu farkı hep hatırlanacak, onları alınlarından öpüyorum… Gazetecisi ve Yazarı pek bulunmayan İslamcı denilenleri de, bir futbol turnuvasında yaşanan ‘hakikati’ görebilmeye davet ediyorum…
* * *
Hakikat hakikattir…
Milli Takım kazandığında tarihsel-kültürel izlerimizin varlığını sürdürdüğü bütün coğrafyalarda bir başka rüzgâr esti, esiyor… Alınan galibiyetlerin futbol dışında bir “ruh”u var.
İşte, bu ruhu görebilenlerden, Milli Takımızın aslında bambaşka bir kavga verdiğini görebilenlerden Haşmet Babaoğlu Bey derler ki: “Üç maçta yaklaşık 400 dakika oynayıp sadece 9 dakikalık bir galibiyet serisiyle yarı finaldeyiz. Bir gürültüdür gidiyor. Kimisi ‘pes etmeyenlerin zaferi’ diyor. Ama neden pes etmediğimizi anlatamıyor. Kimisi ‘ne denirse densin, ballıyız’ diyor. Ama bu kadar ‘bal’ın da tesadüfi olamayacağı noktasını sorgulamaya yanaşmıyor. Kimisi işi derininden tutmak için değil, sırf kendi tahminleri boşa çıktığı için zevzekliğe vuran bir üslupla ‘okunmuş çocuklar’ diye tarif ediyor bizimkileri…Olup bitenleri…pür futbol mantığıyla anlatmaya çalışanlara gelince…’Futbol bu! Futbolu bunun için seviyoruz’ deyip geçiyorlar. Doğrusu ben de en azından şu an için bu ‘sakat top’lara girmeyi hiç düşünmüyorum. Bugün başka bir şey anlatmak istiyorum. Milli Takımımız’ın sadece ve basitçe futbol oynamadığını, aslında bambaşka bir ‘kavga’ verdiğini anlatmak. İşin ilginç yanı, bu gerçeği futbolcularımız biliyor, daha doğrusu bunu hissederek oynuyorlar da futbol yorumcularımızın bu taraklarda hiç bezi olmadığı için onlar ‘anlayamıyor!’ Anlamak için Hamburg’tan Gazze’ye; Üsküp’ten Tebriz’e çok geniş bir coğrafya’da dolaşmak gerek! Geçen akşam 22. Dönem Sakarya Milletvekili, Sınır Tanımayan Hekimler örgütü üyesi Dr. Süleyman Gündüz’le karşılaştım…Bizim maç başlarken bütün Gazze sokaklarını gezmiş Dr. Gündüz. Herkesin evlerine çekildiğini, bizim maç için ekran başında toplandıklarını görmüş. Kazanmamız için bir ağızdan dualar ediliyormuş; heyecan inanılmaz yüksekmiş. İki gol yiyip mağlup duruma düştüğümüzde Arap spiker şiirsel bir dille “tarih boyunca bu aslanların ne mağlubiyetleri aşıp başları dimdik çıktıklarını gördük, bu çocuklar döndürecek maçı” diyormuş. Ardından da ekran başındakileri tek yürek olmaya çağırmış: ‘haydi, Allah Türklerin ayağına kuvvet versin diye dua edelim!’. ‘Nihat’ın galibiyet golünden sonra bütün Gazze’nin nasıl sevinç seline dönüştüğünü görseydiniz, Türkiye’nin maçlarının oralarda sadece futbol olarak algılanmadığını hemen anlardınız’ diye anlattı Dr. Gündüz…Avrupa Şampiyonası’nda pes etmeyen Türk Millli Takımı, dünya coğrafyasında pes etmeye zorlanan ama direnen Müslümanların sesi artık. Bundan hakikatten hoşlanmayanlar olabilir. Bunun lafının edilmesini spor kültürüne ve siyasi kabullerine ters bulanlar olabilir. Ama hakikat, hakikattir.” (20)…
Bu yazısı için Haşmet Bey’i tebrik ediyor, İslamcı denilen gazeteci ve yazar geçinenlerin, yaşananları göremeyişleri, gazeteci ve yazar olamadıklarını da gösteriyor, diyorum…
Haşmet Bey’den ayrıldığım bir esas var ki, onu belirtmem gerekiyor: Galibiyetler Haşmet Bey’in dediği gibi, “Çevre’ye itilip horlananların kibirli ‘merkeze’ vurduğu darbeler olarak algılanıyor, değil; kitlelere Müslüman olduklarını, Müslümanın nasıl olduğunu ve olması gerektiğini, yani “kaybettiği/yaşatamadığı kimliğini” hatırlatıyor diyorum; burada, İslam coğrafyasında da yaşanan bu hâl…
Dünya Bankası, IMF, NATO, BM gibi aktörleri bulunan “Küreselciler”, bu coğrafyanın kolay teslim olmadığını Türk Milli Takımı ile gördüler, bu görülüyor… “Sahte Çılgın Türkler” değil, bu “Gerçek Çılgın Türkler” onların korkuları oluyor… 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası ve Türk Milli Takımının başarısı, dünyanın kafasındaki ‘Yeni Çılgın Türk’ imajını olması gerektiği gibi düzeltiyor; Sahte Çılgın Türklerin, Eski Çılgın Türkler olarak her an doğabileceklerini de gösterdi, gösteriyor… Batılı Beyaz ve yerli işbirlikçileri, 2008 Türk Milli Takımı’nın gösterdiği bu ruhu/inancı uzun yıllar unutamaz, unutamayacak; ortaya çıkan gerçeğe mutlaka saldıracak ama, hakikat hakikattir; değişmez, değiştirilemez, değişmiyor…
Son cümlem de şu : Bu yazı, yarı final maçı olan Almanya maçımızın öncesi kaleme alındı… Almanya maçı kaybedilir veya kazanılır da sonrasında final maçı kaybedilirse ‘yarasalar’ mağaralarından çıkacak, -Hani nerede mucize diye mutlaka soracaklar… O bilgisizleri ben her dem ışığa çıkartmaya (aydınlatmaya) hazırım, tarihe not düşmek için de yazdım…
Ahmet MUSAOĞLU / 24.06.2008