Yeryüzündeki ‘ilk insan toplulukları’, Son Buzul Dönemi’ni bitirecek dünya ‘iklim ortalaması’nın yükselmeye başladığıyaklaşık MÖ 10 binyıl önce, Arabistan’ın çölleşmeye başlaması –bir başka deyişle insanoğlunun uygarlığının yeryüzüne yayılması sözkonusu olduğu için– sonucu yaşadığı ‘İlk Anayurd’; yeryüzündeki ‘Şehirlerin Ana’sı-İlk’i olan Mekke (Şura:42/-7)’ yöresinden Hicret’e başlayıp, ‘taşıdığı emanet’ olan “insanlığın ilk ortak kültürü”nü yerleştirdiği havza –bugünedeğin tespit edilebilmiş en eski tarım kentlerinin yeşereceği– Filistin bölgesi olmuş; bu dönem öncesinde yeryüzünde insan yaşıyordu palavralarını bir tarafa bırakıp söylersem de ‘bizim gibi insanın‘ tespit edilmiş en eski kültürü Natuf kültürü de bu alanda doğuyordu!
Filistin yöresinde Natuf kültürü’nü oluşturan ‘ilk göçerler’in veya sonraki nesilleri’nin, zaman içerisinde Filistin havzasından da ‘yenilediği göç dalgaları’nın güzergahı ise “Bereketli Hilal (Münbit Hilal=Verimli Hilal)” olarak adlandırılan ‘HİLAL’ şeklindeki bir alan oluyor.
‘Verimli (Bereketli) Hilal’, Arabistan yarımadasının Asya’ya dayandığı sırtı; onun ‘tacı’ oluyor.
Bir ‘Hilal’ biçiminde olan ‘Bereketli Hilal’; –Hilal’in batı ucundan doğu kanadına doğru yapılacak bir tanımlama ile-, Lübnan dağlarından Amanos dağlarına kadar uzanarak, Doğu Torosların güney eteğini izleyen ve Zağros Dağları ile güneye kıvrılan alanın adı oluyor. Tersinden, doğudan batıya doğru ifade edilecek tanımlama ile ‘Bereketli Hilal’; Basra Körfezi’nin başından itibaren bir KAMER(bir yarım ay) çizerek, yukarı da Fırat vadisine, güneyde Suriye ve Filistin’den geçerek Mısır’a kadar uzanan alanın, buğday ve arpa’nın yeşerdiği alanın adı oluyor (1).
‘Hilal’ şeklindeki bu alanın batı ucunu/kanadını kimileri, Mısır’dan başlatıyor. Bu sebeple, Mısır’dan Basra Körfezi’ne; Aşağı Mezopotamya’ya kadar uzanan bu bölge, ‘Münbit (Bereketli) Hilal’ olarak tanımlanıyor deniliyor (2). Nil’den Suriye sahiline ve İran Körfezine kadar uzanan Verimli Hilal ve onu çevreleyen dağların, mitoloji doğuran bölge olduğu ifade ediliyor (3). Sözkonusu bu alan –günümüzde zaman zaman hâlen de-, büyük insan kaynaklarına, göçlere, savaşlara sahne olmuş, medeniyetler yıkılmış, yerine yenileri de kurulmuş topraklar oluyor (4). ‘Bereketli (Verimli) Hilal’, eski dünyanın ´Tarımın Beşiği´ olmuş (5), tarım ve hayvancılık dünyanın diğer bölgelerinden daha önce bu bölgede ortaya çıkmış, Ortadoğu ‘ilk uygarlık’ bölgesi oluyor (6). Einkorn ve Emmer Buğdayı ile Arpa’nın doğal olarak yetiştiği bu bölge, bir ‘HİLAL’ şeklinde olması sebebiyle olacak, Tarihçi Jame Henry Breasted tarafından ‘Verimli Hilal’ olarak adlandırılmış bulunuyor (7).
İnsanlık (uygarlık) tarihinin yapıtaşları olan ateşin, dokumacılığın, yazı’nın, metalurjinin, tekerleğin, sabanın vb.. ortaya çıkmasını tesadüf, rastlantı, mutasyon (vb.) tanrıları üzerinden açıklayanlara göre Son Buzul Dönemi/MÖ 10.000 civarı sonrası oluşan bitkilerde sık görülen genetik rastlantılar Buğday’da da olmuş ve buğday ‘yabani bitki iken aniden verimli bir bitki’ halini almış bulunuyor! “M.Ö.7000 yıllarına gelindiğinde yabani tahıllarda bazı genetik değişiklikler olmuş ve bugün de var olan daha iri taneli, başakları kendiliğinden dökülmeyen türler ortaya çıkmıştı(r).” deniliyor (8).
Peki ama bu nasıl olmuştur?
Bu soruya, “Bereketli Hilal’de biyolojik çeşitlilikte bir patlama oldu. Bugünkü tahılların ataları yabani tahıllar yetişmeye başladı…Bu olumlu özellikler genetik mutasyonlarla sağlanmıştır. Bu mutasyonlar rastlantı sonucu olmuş(tur)…” cevabı verilmektedir (9). Avrupmerkezci İlerlemeci-Evrimbilimin yaratıcı (!) güçlerinden ‘mutasyon’ tek başına yetmediği için de ‘rastlantı’ya da görev verildiği görülebiliyor!
Varsayalım ki de öyle olsun! O zaman sorumuz şu oluyor: Son Buzul Dönemi sonunda Ortadoğu’da görülen biyolojik çeşitlilikteki patlamanın sebebi nedir, ne olmalıdır?
Bu soruya, “rastlantı, mutasyon vb.. tanrı değil, YARATICI (sadece) ALLAH’tır” diyemeyen Avrupamerkezci yorumlamalar; ‘Sahte tanrılarını!!’ devreye sokup, bir tanrıları da o olan ‘rastlantı’ ile yaban buğdayını da evcilleştiriyor!
Buğday’ın evcilleştirilmesi için, “…gelişimi yöneten genetik mekanizma gereğince, bugünkü buğdayın atası olan yaban buğdayının 14 kromozomu, keçi otunun 14 kromozomu ile birleşince (aşılanınca) 28 kromozomlu, çok önemli bir melez bitki olan Emmer’i oluşturur. Emmer buğdayı, sınırlı bir dağılım alanına sahip olup ekolojik olarak toleransı düşük bir bitkidir. Böyle melez bir bitkinin verimli olması ise, bitki dünyasında çok enderdir (çünkü, tohumu başaktaki kabuklara yapışkan olduğundan rüzgarla kolayca dağılabilmektedir). Fakat, o ender görülen hal görüldü. İkinci bir genetik rastlantı (!) daha oldu. Emmer, başka bir doğal keçi otuyla aşılanmış ve 42 kromozomlu daha büyük bir melez bitki oluşmuştur. İşte bu buğday, bugün ekmeğimizi yaptığımız buğdaydır. Bu buğday yaban buğdayından ve Emmer denilen ilkel buğdaydan çok farklıdır. Çünkü, ilkel türlerde başak daha açıktır, patlayıp açıldığı vakit, buğday taneleri rüzgarla uçup dağılırlar. Bugünkü ekmeklik buğdayın bu özelliği kaybolmuştur (artık uçamaz). Bugünkü buğdayın tohumları rüzgarla dağılmaz. Çünkü başak açılamayacak kadar sıkı sıkıya kapalıdır. Açılacak olsa idi samanlar uçar, buğday taneleri de yere düşerdi.” de deniliyor (10), “…başlı başına inanılmaz bir olaydır.” şeklindeki açıklama da peşinden geliyor (11).
Buğday’ın ortaya çıkmasını “inanılmaz bir olay” olarak değerlendiren Prof.Dr.Omay, bu hadise için aynı zamanda, ‘gerçek bir peri masalıdır, sanki uygarlığın doğuşu çok önceden Gregor Mendel’in ruhu tarafından kutsallaştırılmıştır.’ derken, ‘genetik bir mucize’ demekten de kendini alamıyor (12).
Tanrı (Yaratıcı), ‘rastlantı’ veya ‘genetik mucize’ gibi ‘Sahte tanrılar’ olunca (!), kimileri de ‘tesadüf’ tanrısını (!) devreye sokabiliyor; “..sadece tohum ekmek evcilleştirilmiş ürün vermez. Bir süre sonra biraz tesadüf eseri ayıklanma gerçekleşince insanlar özel bir ürün (-buğday) gelişmesini sağladılar.” denilebiliyor (13).
Oysa, insanoğlunun medeniyet/uygarlık tarihinin önemli yapıtaşlarının başında gelen Buğday’ın evcilleştirilmesi hadisesi, “ne bir peri masalı, ne rastlantı, ne genetik mucize, ne de bir tesadüf” oluyor.
Sadece Buğday’ın yediğimiz buğday hâline gelmesi de değil, esasta “Evcilleş(tiril)me” hadisesine, bir ‘Yüce Tasarım’ sonucu ortaya çıkmıştır demek de mümkün olabiliyor. Mucizenin ‘Sahibi’ de ‘Sahte tanrılar’ değil, ‘Gerçek Tanrı’ oluyor; yaptığını bildiren de sadece ‘O’ oluyor:
“Bir de o insan (yediği) yemeğine baksın (onu rızık olarak kendisine nasıl verdik.). Gerçekten biz, yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra (nebat bitsin diye) toprağı bir yarış yardık. Böylece bitirdik onda daneler…” Abese (80) 24
“…gördünüz mü, o ektiğiniz tohumu? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa biz miyiz bitiren?”
Vakıa (56) 63,64
“Gökten de bereketli bir yağmur indirip onunla bahçeler ve biçilecek ekinler bitirmekteyiz”
Kaf (50) 9
Yapan ‘bildiriyor’, çünkü, Son Buzul Dönemi sonrası insanoğlunun yeryüzü uygarlığının başlaması gerekiyor. Buğday’ın, varlığını sürdürebilmesi için insanoğluna, yeryüzünde medeniyetini başlatacak olan insanoğlunun da yaşamını sürdürebilmesi için buğdaya (tahıla) ihtiyacı bulunuyor. Her ikisi de birbirine muhtaç, her ikisinin de birbirine ihtiyacı bulunuyor. Bu sebeple de, her ikisinin de aynı dönemde ortaya çıkmış olmaları, aynı dönemde yeryüzüne ayak basmış olmaları gerekiyor, olan da bu oluyordu.
Şüphesiz ki pek çok bitki birer besin kaynağıdır fakat, buğday bu bitkilerin başında geliyor. Arkeolojik bilgilerimize göre ilk kültüre alınan (Evcilleştirilen) bitkiler arasında tahıl (buğday) bulunuyor. Buğday ekimine ilişkin ilk bulguların tarihi ise, M.Ö.10.000 yılına kadar uzanıyor (14). M.Ö.10-9 bin yıl civarında Filistin’de yaşanan “Natuf Döneminde (buğdayın) insan beslenmesinin temel öğelerinden biri olduğunu gösteren açık arkeolojik kayıtlar vardır.” deniliyor (15). Bu kayıtlar da insanlık medeniyetinin kökenindeki bitkinin Buğday olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Kur’an-ı Kerim, bitki ve meyvelerin ‘Yaratılış’ sırasını bildirirken, ilk önce buğday/hububatın daha sonra da meyve veren ağaçların yaratıldığını haber veriyor:
“Gökten su (yağmur) indiren de O’dur. Sonra her çeşit nebatı (bitkiyi) biz onunla bitirip çıkardık. İçlerinden bir yeşillik çıkardık. Ondan da (yeşillikten de) birbir üzerine binmiş (başak olmuş) taneler çıkarırız, hurma ağacının tomurcuklarından birbirine yakın salkımlar, üzümlerden bağlar, yaprakları birbirine benzer ve meyvaları benzemez olduğu halde zeytin ve nar ağaçları bitirdik..”
En’am (6) 99
Ayetten anlaşılabileceği gibi de ilk evcilleştirilen bitkiler gıda hükmündeki bitkiler, yani hububat nesli-buğday olmuş, daha sonra ise meyveler; başta hurma olmak üzere üzüm, zeytin, nar ortaya çıkmış bulunuyor.
İmdi…
Aşağıda okuyacağınız Enbiya:21/71 ayeti, yeryüzündeki ilk gününden beri insanoğlunun olmazsa olmazı olan Buğday’ın, bir mucize gibi ortaya çıktığı alanı; insanoğlunun Mekke yaşamı/İlk Anayurd sonrası yaşamının geçtiği ‘Verimli/Bereketli Hilal’ alanını bildiriyor:
“Biz, onu (Hz.İbrahim’i) ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” Enbiya (21) 71
“Ve onu (Hz.İbrahim’i) Lût ile beraber kurtarıp içinde âlemîne bereketler verdiğimiz Arza çıkardık” Enbiya (21) 71
“Onu da (Hz.İbrahim’i), Lût’u da, âlemler için bereketli ve kutsal kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık.” Enbiya (21) 71
Yukarıdaki Enbiya Suresi’nin 21’inci ayetinin tefsiri, ayetin; Hz. İbrahim, eşi Sare ve Hz.Lût’un, putperestlerin elinden kurtarılmaları sonrası yerleştirildikleri bölgeyi; ‘Bereketli yer/ülke’nin, Şam ve Filistin yöreleri olduğunu tanımladığı ifade ediliyor.
Bu noktada cevabı verilmesi gereken soru ise bu bölgenin ‘cümle alem’ için neden önemli olduğu (?) oluyor.
Filistin-Şam yörelerinin ‘cümle alem’ için ‘bereketli olması’ görüşü için, “peygamberlerin pek çoğunun oralarda yetişmesi ve tebliğlerini oralardan yapmalarından ileri gelmektedir” cevabı verilebiliyor.
Fakat…
Kur’an’da ismi geçen peygamberlerden Mısır’daki ilk peygamber olan Hz.İdris’i, Aşağı Mezopotamya’da yaşamış Hz.Nuh’u, Yemen deki Hz.Hud’u, yine Mısır’da yaşamış olan Hz.Musa, Hz.Harun’u ve de Medyen-Eyke’de ki Hz.Şuayb peygamberi düşündüğümüzde, yorumlamanın ‘cümle alemi’, yani ‘tüm insanlığı’ kaplamadığı da görülebiliyor.
Daha özeli ise…
İlk İnsan ve İlk peygamber Hz.Adem ile İlk-Tek Evrensel peygamber, ama aynı zamanda Son Peygamber de olan Hz.Muhammed’in (S.a.v.) Mekke’de yaşadıkları; bunun yanında, Mekke’nin Şehirlerin Ana’sı (Şura:42/7), Mekke’deki Kabe’nin deMabedlerin ilki (İmran:3/96) olması ilişkisini de göz önüne aldığımızda, müfessirlerce o dönemde ayetin öyle açıklanabilmesinin ötesinde bir yorumlama da yapılabileceği anlaşılabiliyor.
Bu durumda, Enbiya:21/71 ayetinde bildirilen, “cümle alem/insanlık için bereketler verilen arz” ile söz edilenin, sadece Filistin-Şam bölgesi olmadığını, bu alanı da içerisine alan Arabistan’ın tacı ‘Verimli/Bereketli Hilal’i gösterdiğini söylememiz de mümkün olabiliyor (Allaahûalem).
Arabistan’ın kuzey sınırının asıl, tacın zirvesi olan, Bereketli Hilal’in yayı, yaniAnadolu’muzun güney sınırıolduğu; insanlığın yeryüzündeki ‘İlk Çekirdek Ortamı/Anayurdu’ olan ‘Mekke yaşamı’ sonrası çıktığı Filistin bölgesinden ‘Verimli Hilal’ boyunca yayılmasının tüm yeryüzüne yayılması demek olduğunugöz önüne aldığımızda, ayetin bildirdiği anlamın, hem bütün peygamberleri, hem de tüm insanlığı kapsadığını önermemiz de anlaşılabilir olabiliyor.
Ayrıca da…
Enbiya : 21/71 ayetinin yanında, bir başka Kur’an-ı Kerim ayeti; Sebe : 34/18 ayeti de ‘Verimli Hilal’e işaret ediyor:
“Onların yurdu (Sebe’ halkı) ile, içlerini bereketlendirdiğimiz memleketler arasında, kolayca görünen nice kasabalar var ettik ve bunlar arasında yürümeyi konaklara ayırdık. Oralarda geceleri, gündüzleri korkusuzca gezin dolaşın, dedik.” Sebe (34) 18
Ayet, Yemen’de yaşamış olan Sebe halkından söz ederken, sözedilen ‘bereketli memleketler’ için tefsirler; Şam ve Ürdün olduğunu ifade ediyor. Elmalı, ayeti; “O ‘bereketli kasabalardan maksat, Şam diyarıdır.’ Katade’den rivayet olunduğu üzere, yani sırt sırta bitişik diye tefsir edilmiştir. Ve onlarda, yani o kasabalarda yolculuğu belirli bir miktar üzere tertib ve tanzim etmiştik. Her biri yolcu için birer istasyon ve birer merhale halinde idi; birinden çıkan azık taşımadan ve açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine gidebilirdi.” şeklinde yorumluyor.
Bu ayet-yorumlama bize, insanoğlunun, yaklaşık MÖ 10 bin yıl önce Mekke’den sonra çıkılan Filistin havzasından, yani ‘Verimli Hilal’in batı ucundan, doğu ucuna doğru ‘Verimli Hilal’ boyunca fasılalarla yapılan –yaklaşık MÖ 10.000-5000 yıl arası süren– ‘Hicret-Göç’ hadisesini ve bu ‘karasal yürüyüş’ boyunca ardışıklı/kronolojik olarak kurulan kentleri hatırlatır nitelikte oluyor. İnsanoğlunun ‘uygarlığının doğup beslendiği’ mekan olan Mekke yöresindeki “İlk Çekirdek Ortamı-İlk Doğal Ortamı/İlk Anayurdu” yaşaması sonrası, bu bölgeden yaklaşık MÖ 10.000 yıl civarında kuzeybatıya doğru yola çıkarak/göçederek önce Akabe körfezinin yakın kuzeydoğusunda bulunan Maan (Menzil)’a, buradan da yeryüzünde tespit edilmiş ilk büyük tarım yerleşmeleri’nin kurulduğu yer olan Filistin bölgesine; ‘Verimli Hilal’in batı’daki ucunun başladığı bu bölgeden de, binlerce yıl boyunca fasılalarla ‘Bereketli (Verimli) Hilal’ın doğu yayı –bu arada Anadoluya– ucundaki Sus-Elam bölgesine ve bu noktadan da Aşağı Mezopotamya’ya inilmesini anlatan Göç/Hicret, bugün her kıtadaki insan yerleşimlerinin açıklaması olmasının yanında, HİLAL’in, tüm insanlığın ‘tacı’ olduğunu da ortaya koyar nitelikte oluyor.
Yaklaşık olarak MÖ 10.000-8500 arasına tarihlenen Natuf kültüründe, Hilal biçiminde geometrik mikrolitlerin egemen olması ve bunun enteresan sayılması da (16), Hilal’in, Ben-i Adem’in ‘ortak simgesi’ olduğunu göstermesinin yanında, ‘İnsanın Gerçeği’ olduğunu da gösteriyor.
Pek çok ‘ilk görüşüm’ bulunuyor; bir ‘ilk görüşüm’ de bu oluyor…
Yine tarihe gönderiyorum…
İnsanoğlunun ‘Bereketli (Verimli) Hilal’ boyunca fasılalarla yaptığı ‘Göç/karasal yürüyüş’ hadisesinin ‘kökeni tanrısal’dır da diyorum.
Ahmet MUSAOĞLU