Son yıllarda ülkemizde hükümferma olan, “siyasi ve dini hareketli” güç döneminde, “Başörtüsü görünmeyen erkeklerin” de ama, asıl da, “Başörtüsü görünmeyen kadınların” kimliğinin ‘kırıldıkça kırıldığını’ çok yazıp, konuştum. Eski ABD Başkanı Bill Clinton’un da yutturduğu, “İnsan Hakları, Özgürlük..” palavrasıyla “mazlumları” kurtaracaklarını zannederlerken, asıl da “kendilerinin mazlum duruma düştüklerinin” farkındalığını yaşayamadıkları gibi, “inançlarına aykırı olarak”, ülkemizin dinsizlerinden kişileri sevdikleri, gayrimüslim dinsizlerden de “beslendiklerini” sosyal paylaşım sitelerinden ve de gazetelerde veya web sitelerinde ‘köşe yaza(N/r)lığı verilmelerinde’, ayrıca da, televizyonlara da ‘çıkartılanlarda’ da görebiliyoruz.

İşte, sözkonusu bu “kırık kimlik” rol modellerin, bir başka deyişimle de,  “kaybedilmiş bir neslin”, alıntı/değer ölçüsü yaptıkları kişilerden biri de, “Tanrı Öldü!!” ‘haykırışıyla’ ünlü “Nietzsche” de olunca, cahiliyetin “başörtüsüzleri için de” bu yazıyı yazmaya karar vermiştim, imdi bugün ben bunu yapıyorum..  

Ama önce, kim bu Nietzsche?..

Sonra da, “Tanrı’yı öldürdü mü?” ya da “Öldürdüğü ne?

***

Friedrich Wilhelm Nietzsche..

Doğumu, 15 Ekim 1844, ölümü ise, 25 Ağustos 1900..

Üst insan” öngörüsüyle de tanınan Alman filozofu..

1889’da 45 yaşında iken aklını kaybettikten onbir sene sonra 1900’de, 56 yaşında ölmüştür.

Din (!), felsefe ve bilim gibi konularda eleştiriler yazmıştır. Ona atfen öne çıkan “en ünlü sözü” de, “Tanrı öldü” duyurusu (!) olmuştur..

Nietzsche, bu önermesini ilk kez, “Şen Bilim” adlı (neşeli bilgelik ya da La Gaia Scienza adlarıyla da anılan)” eserinde dile getirmiş; gündüz vakti elinde fenerle dolaşıp, “Tanrı öldü! Tanrı öldü!” diye bağıran bir kaçığın ağzından, “Tanrı’nın ölümünü!!.” ilan etmiştir..

Nietzsche’nin, “o dönemin koşullarına” göre yorumlanması gereken, “Tanrı öldü!” düşüncesi, tıpkı, “din ile bilimin çatıştığı” şeklindeki öngörüde olduğu gibi, bizim kültürümüze yine “birebir” girince; “cahil cühela” için bunun getirisi, “İslamın da Tanrısını” öldürdüğü, Nietzsche’nin de “dinsiz” olarak algılanması oldu. 

Bu yazıyı, Nietzsche’nin, “dinsiz olduğu” algısını da çöpe atmak; her türlü cahiliyeti “bilgilendirmek” içinyazıyor; artık daha fazla saçmalanmasın istiyorum..

“Kim bu Nietzsche?” ya da Nietzsche “eğer dinsiz değilse” ne/kim?..

***

Bu noktada bir parantez açarak, “Bilim Devrimi, Laiklik değil, Mezhep çatışması başlıklı yazımı hatırlatıyor; Batılı Beyaz Adam’ın tarihinin, “Din çatışmaları” olması yanında, kendi içerisinde de, “Hıristiyanlık mezhep çatışmaları” olduğunu, bunun da daha ziyade, “Katolik Hıristiyanlık (Kilise/Papalık) ile Protestan Hıristiyanlık” mezhep çatışması tarihi olduğunu; sözkonusu bu “Hıristiyan mezhepsel çatışma” sebebiyle Katolik Kilisesinin/Papalığın, “Protestan mezhep(bilim)sel” kişileri, dinsiz/kafir” olarak ilan etiğini yazmıştım.

Protestan Hıristiyanların, “Kilise/Papalık/Katolik Hıristiyanlar” tarafından “dinsiz veya kafir” olarak ilan edilmesinin ya da bu iki Hıristiyan mezhebinin çatışmalarının ana sebeplerinin başında da, “Tanrının Evrendeki rolüne” ve de “üremenin ve türemenin” nasıl başladığına ilişkin ‘inanç farklılığı‘ oldu. Katolikler, Evren’in kusursuz olduğunu, Tanrı’nın bir bakım ustası gibi “Evren’e müdahalesine” karşı çıkarken; Protestanlar ise, “müdahaleciliği” öngörüyor, Evreni yaratıp kendi haline bırakmış “Tanrı anlayışına” karşı çıkıyordu. Haliyle de ‘çatışma’, “Varoluşa” farklı bakan Protestanların, aynı zamanda, Katolik inancının Tanrısı (da) olan, “Hz.İsa’lı tanrı anlayışına” yaptıkları ‘saldırılar’ da oluyordu.

İmdi, bu noktada yeniden, “Nietzsche’nin ne/kim/dinsiz mi olduğu?” olduğu sorusunun cevabına dönüp, yazımıza devam ediyoruz..

Nietzsche, 1858 yılında, Almanya’nın ünlü Protestan okulu, Schulpforta’da öğrenim görmeye başlıyor. Okulda, arkadaşlarının, “Küçük Protestan papazı” diye çağırdıkları Nietzsche, 1864’teki mezuniyetinin ardından aile geleneklerinidevam ettirip “papaz olmak için” ilahiyat, haliyle klasik filoloji de okumak üzere Bonn Üniversitesi’ne kayıt yaptırır. “Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar” arasında çıkan, “Ecce Homo / Kişi Nasıl Kendisi Olur” isimli kitabın tanıtımında, Nietzsche’den; “Batı’nın ve Hıristiyanlığın geleneksel din, ahlak ve felsefe anlayışına en kökten eleştirileri yönelten, kendine özgü ‘ateşli’ bir üslupla ortaya koyduğu düşünceleriyle modern Batı düşüncesinin en etkili düşünürlerinden biri olan ve etkisini günümüze değin sürdüren Alman filozof ve şair…Nietzsche Protestan din adamları yetiştirmiş dindar bir ailenin çocuğuydu. Bir Protestan yatılı okulunda burslu öğrenci olarak okuduktan sonra papaz olmak üzere Bonn Üniversitesi’ne gitti.” deniliyor.

Nietzsche’nin “din’e” olan inancında, Bonn üniversitesi döneminde  bir “körelme” söz konusu olmuş denilse de, yukarıdaki ‘tanıtımda’ sözedildiği gibi, Nietzsche için; “Hıristiyanlığın din anlayışına itiraz ettiği” ileri sürülse de, ‘itirazı Hıristiyanlığa değil; Katolik Hıristiyanlık anlayışa/akidesine” oluyor; haliyle sözkonusu olan  Hıristiyanlık değil, “Katolik Hıristiyanlık mezhep inancı” oluyordu. 

Zaten de, Nietzsche; “Protestan Kilisesi üyeleri ile dolu” bir aileden gelmektedir. BabasıKarl Ludwig, Protestan Hıristiyan Kilisesinde papaz, her iki  büyükbabası da yine Luther/Protestan Kilisesinde papaz’dılar. Kısaca, Nietzsche için, “dine karşı çıktı” denilerek “dinsiz” gibi gösterilse de, aslında “dinsiz olmuyor”, o “Katolik Hıristiyanlık ahlak/inancını reddeden Protestan Hıristiyan inancına sahip biri” oluyordu. Bu sebeple, Nietzsche için sözedilmesi gereken, “Hıristiyanlığın geleneksel din, ahlak anlayışına en kökten eleştirileri yönelttiği” yanlışlığı değil, “Katolik Kilise/Papalık Hıristiyanlığına eleştiriler/saldırılar yaptığı” gerçeği oluyor. Bu yapılmayıp, “Hıristiyanlığı eleştirdi”  denilince, tıpkı öncesindeki Bruno, Galileo vb.. örneklerinde olduğu gibi, “Katolik mezhebi”nin, onun gibileri “dinsiz/kafir” ilan etmesi, Nietzsche’nın de dinsiz” olduğunun zannedilmesine sebebiyet vermiş bulunuyor. Kasıtla birlikte, hatalar da düzeltilmeyince, “yanıl(tıl)ma” hâlâ da sürüyor.

Biz bugün bu “kandırmacaya” son veriyor, Nietzsche’ye atfedilen, “Tanrı(yı) öldü(rdüğü)” iddiasının da doğru olmadığını ortaya koyuyoruz…

***

Nietzsche, “Tanrı öldü!” deken aslında, Tanrı yok” demedi. “-Ben Tanrı’ya inanmıyorum” da demedi. Bir başka deyişle,  ateist değildi, dinsizlik de önermemişti. O da, diğer “Protestanlar” gibi, Tanrı’ya değil, “Katolik Hıristiyan Varoluş/Tanrı anlayışına” itiraz etti; “öldürdüğü” tanrı da, Hıristiyanların Tanrı inancını “lekelediğini” düşündüğü “Katolik Hıristiyan tanrı (anlayışı)” oldu.

Şen Bilim” isimli eserinde; “Öğle öncesi aydınlığında bir fener yakan, pazar yerinde koşarken durmadan ‘Tanrı’yı arıyorum…Tanrı’yı arıyorum…” diye bağıran kaçık adamı duymadınız mı? Oradakilerin çoğu, Tanrı’ya inanmayanlar olduğu için onun böyle davranması, büyük bir kahkahanın patlamasına yol açtı, onu kışkırttılar. ‘Ne, yolunu mu şaşırmış?’ diye sordu birisi. Bir başkası ‘Çocuk gibi yolunu mu kaybetmiş’ dedi. ‘Yoksa saklanıyor mu bizden?’, ‘Bizden korkuyor mu?’, ‘Yolculuğa mı çıkmış?’, ‘Yoksa göçmüş mü?’. Onlar birbirine böyle bağırarak güldüler…” diyordu.

            Nietzsche’nin, eserinde güldürdükleri, “tanrıya inanmayanlar” değil, “Katolik tanrı anlayışını”beğenmeyip “Tanrı arayanlar” oluyordu. Doğumundan itibaren “insanı günahkar” sayan, “Katolik Hıristiyan Tanrısı” öldürülüyor, yerine bir başka “Hıristiyan tanrısı” aranıyordu.

Bu gerçek, muhtemelen “Katolik tarihçiler/teologlar” tarafından çarpıtılıyor, “Protestan Hıristiyan tanrı dahil, diğer mezheplerin-dinlerin” tanrıları, bu arada, “İslamın Tanrı anlayışının da” öldürülmüş gibi algı kazanılması sağlanıyordu. Oysa, Nietzsche’nin “hesaplaştığı ya da öldürdüğü ‘Katolik tanrı (anlayışı)” oluyordu. Bunun için, Nietzsche; Tanrı diye hürmet edileni, Tanrı’ya benzer bulmaMAmamızdır! Bunun yerine acınası,  zararlı olduğunu, yaşam karşısında suçlu olduğunu bulmamızdır (!)diyordu. “Katolik Hıristiyan (mezhep-tanrı) anlayışını”, yozlaşmanın temeli görüyor; “Böyle Buyurdu Zerdüşt” isimli eserinde; Bana göre Hristiyanlık, yozlaşmanın en uç biçimidir ve algılanabilecek nihai bir yozlaşmanın istemine sahiptir!diyordu.  Bu sözleri de zaten, Nietzsche’’in, “sadece ‘Katolik Hıristiyan inancına’ karşı çıktığını”, göstermesi yanında, “kendi çağının Hıristiyanlığına tümden karşı çıkmadığını” da gösteriyor.

Hıristiyan insanlığı tanımladığı kriz, “Katolik Hıristiyan insanın sahip olması gereken Öz’ün-değerlerin dibe vurmuş olduğu”şeklindeki tespiti oldu ama, kimileri, yine yanlış veya kasıtlı bir şekilde, Nietzsche’i; ‘nihilist’ olarak tanımlıyordu. Oysa, Nietzsche; “Hıristiyan Öz’ün” yerlerde sürünmesinin toplumsal açıdan büyük yıkımlara sebep olacağını söylüyor, yeni bir “kutsal anlam/Protestan değer” öneriyordu. Böylelikle de, “Katolik Hıristiyanların, ‘Tanrı’ya inancı’ lekelemelerini” önlemek istiyordu. Çünkü, “Hıristiyan insanoğlu katildi ve eline bulaşan da, Tanrı’nın kanı!” oluyordu. “Tanrıyı arıyorum!” diyen dolaşan “kaçık (deli)” üzerinden ifade etmeye çalıştığı da zaten buydu: “O’nu biz öldürdük, sizlerle ben!O’nun katiliyiz hepimiz…Tanrı’nın çürümesinden başka bir koku duyuyor muyuz? Tanrı öldü! Tanrı öldü! O’nu öldüren biziz! Bütün katillerin katili olan biz” diyordu.

Nietzsche’ye göre, “Katolik Hıristiyanlık/Papalık anlayışı”, her geçen gün “Hıristiyan insanın değerini alçaltıyor”, bu da, “Tanrı’yı ölüme” bizzat mahkum eden önemli sebeplerden biri oluyordu. “Hıristiyan Tanrı’nın”, insanı yeryüzüne acı çekmesi için yolladığına dikkat çeken Nietzsche, bunu “Empedokles” adlı eserinde vurguluyor; “Hristiyan Tanrı emredicidir, insanın dünya nimetlerinden faydalanması yerine, çile çekmesini ister” diyordu. Bunun için, bir tür “çile’cilik” olarak adlandırılabilecek “Katolik Hıristiyanlık öngörüleri” yokedilmeliydi. “Katolik Tanrı/Kilise anlayışını” yıkmak istediği; “Hristiyan kilisesinin karşısına, bir savcının şimdiye dek ortaya sürdüğü en büyük suçlamayı ifade ediyorum.” ifadelerinden de zaten anlaşılıyor.

Nietzsche, “Üst insana”ulaşmada önündeki en büyük engeli “Tanrı (Katolik Hıristiyan/Kilise) anlayışı” gördüğü için onu öldürmüştür!..

 “Deccal” isimli eserinde yer alan; “Bizi farklı kılan, tarihte, tabiatta veya tabiatın arkasında hiçbir Tanrı tanımamamız değil, Tanrı diye hürmet edileni, Tanrı’ya benzer bulmamamızdır!…” açıklaması da zaten; “Tanrı’yı öldürmesinin” sözkonusu olmadığın, aksine, Hıristiyan Tanrıyı, “Tanrı gibi görmek/bulmak arayışında olduğunugösteriyor.  

Dahası ve esası ise, Nietzsche’nin; “Tanrı’nın ölümünün”,‘Üst insan’a ulaşılabilmesi için bir mecburiyet olduğunu savunmasında görülüyor…

***

Nietzsche’ın; Tanrı’nın ölümünün (!!.), Üst insan’a ulaşılabilmesi için bir “mecburiyet” olduğunu ileri sürmesi de; “Katolik Hıristiyanlığa” karşı çıkması oluyor, bunun için Nietzsche; “Hristiyanlık..yüksek (Üst) insan tipine karşı savaş açtı. Bu tipin tüm içgüdülerini yasakladı. Şeytanı, şeytan olanı bu içgüdülerden damıttı. Güçlü (Üst) insan ayıplandı ve toplum dışına itildi. Hristiyanlık, zayıf, adi, kötü yapılı olan her şeyin yanında oldu ve güçlü bir yaşamın aksini sağlayacak içgüdüleri idealleştirdi…” diyordu.

Deccal” isimli eserinin hemen baş tarafındaki; Zayıf ve hasta yapılı olanlar yok olmalıdırlar. Bu, bizim insan sevgimizin ilk kuralıdır. Onlara bu konuda yardım edilmelidir…Zayıf ve hasta yapılı olanlar için bir anlayış: “Hristiyanlık!” açıklaması ise; zayıf ve yoksula “güç verdiğini” düşündüğü Katolik Hıristiyanlığa “öfkesi” ama, asıl da, esasında da, Nietzsche’ın, “nasıl bir acımasız zalim olduğunu”, bir başka deyişle de, “yokedici Protestan ahlakı” da ortaya koyuyor. Aynı eserinde, “Katolik (değer ölçülü) Hristiyanlığı” kültür yıkıcısı bir inanç/din olarak nitelendiriyor, çünkü; “Katolik Hıristiyan ahlakı”, Nietzsche’in, haliyle de, sahip olduğu ‘Protestan ahlakın’, kötü olarak nitelediği her şeyin yanında olması, ayrıca da, “Seçkin/Seçilmiş” olarak gördükleri ‘Üst insan’ fikrine karşı çıkması da oluyordu.

Üst-insan” kavramı, Nietzsche’nin; özellikle “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı eserinde tanımladığı felsefi terimlerden biri oluyor. Bu kavramla, insan üstü özellikleri olan bir varlıktan ya da belirli bir ulus ya da etnik kimlikten söz etmiyor; “insanların bir kısmının”, yani, “Üst insanların”; diğer, yani, “kendilerinden olmayan” insanlardan “Üstünolduğunu görmesi oluyor.

Nietzsche’ye göre; “İnsan” denilen, Hayvan ile Üst-insan” arasında kalmışbir varlık ve bu varlık, alt edilmesi gereken bir tür oluyor. Nietzsche’in bu öngörüsü, kendinden önce yaşamış, Protestan Papaz Charles Darwin üzerinden üretilen, ‘Sosyal Darwinizm’in; yani, Afrikalı’nın “hayvan (maymun)”, Asyalıların ise, “Yarı İnsan-Yarı Hayvan”olduğu”, bir başka deyişle; “hayvanların!!.” yokedilmeleri; “Yarı Hayvan-Yarı İnsanların!!” ise, “uygarlaştırılmaları gerekir” anlayışının ‘yeni versiyonu’ oluyor. Sözkonusu ‘uygarlaştırma da’, “Yarı insan”ın, “Üst-insan” olma yolunda ilerleyeceği öngörüsü değil; “nihilist” olarak tanımladığı, “arzulamadıkları insanlığın” oluşturduğu/oluşturacağı kaosun ancak; “Üst-insan” ileaşılabileceği ‘inancı’ oluyor.

 “Zerdüşt” isimli eserinde, insanların eşitliğe inanmadığını belirten Nietzche, çoğunluktan ibaret olan ve “Sürü” olarak nitelendirdiği insanlıkta ilerlemenin ancak, ‘Üst insan’ların egemenliğinde sözkonusu olabileceğini,bunun için “Sürü”nün, kendisini “feda etmesi gerektiğini” de ileri sürmüş bulunuyor. Tanımladığı “Üst insan” için, “Sert olmalıdır” diyen Nietzsche; “Üst insan”ın nasıl yöneteceğini de belirtiyor; “…hasta yapılı olanlar yok olmalıdırlar… Onlara bu konuda yardım edilmelidir.” zalimliğini de sergiliyordu.

Nietzsche’de de alenileşmiş bu “insanlık düşmanı” anlayış, “Şeytani insanın’, “-Ben senden üstünüm” itirazı oluyor. Bu “kirli zihinli” yapı, “ayakbağı olan insanların” yokedilmelerini öngördüğü için de,  “MALTHUSCULUK” ya da onun evladı, “SOSYAL DARWİNİZM” demek de oluyor.

Nietzsche’nin (1844-1900), “hasta olanların, yoksulların öldürülmesi, katledilmeleri gerektiği” anlayışı; Charles Darwın’den (1809-1882) de önce yaşamış olan Protestan Papaz Thomas Robert Malthus’un (1766-1834), 1798 yılında yayınlanan, “Toplumun Gelecekteki Gelişimine Etkileri Açısından Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme”adlı eserinde; kendilerinden olmayanların hızla artan “nüfuslarının”, sadece “kendilerinin” olduklarına inandıkları “hammadde kaynaklarını” yokettiği öngörüsünün “çözümü”; yani, Aşağı sınıf denileninsanların nüfûs artışlarını “durdurma” amaçlarının ‘kendi (19’uncu yüzyıl) dönemi’ veriyonu oluyor. Bu ‘ahlaksızlık’ “inanç kökenli” olduğu için yaşanıyor, yaşatılması da durmaksızın sürüyor.

***

Hıristiyanlık dünyasındaki, ‘Katolik Hıristiyanlığın’,15’inci yüzyılın sonuna kadar süren ‘baskın karakteri’, 16’ıncı yüzyılın başlarında, 31 Ekim 1517’de; Martin Luther’in (1483-1546) protestosunu içeren yazısını, Wittenberg Şatosu Kilisesi’nin kapısına asmasına kadar sürmüş; bu eylem sonrası doğan “Protestan Hıristiyanlık”; neredeyse de, kendisiyle başlayan ‘Yahudileşme’nin; yani, “HIRİSTİYAN SİYONİZM”in de doğuşu gibi oluyordu. Çünkü, Hz.İsa’nın ‘katili’ olduklarına inandıkları “Yahudilere” yönelik olumsuz bakış açılarına paralel olarak, Eski Ahit’e de (Tevrat’a da) soğuk bakan Katoliklere karşın, Protestanlar;  Yahudilerle, hatta onların, “Mesih (gelecek) planına”; yani, “Yeni Bin Yıl beklentileri ve Bin Yıllık iktidar kurulması” inancıyla da yakından ilgiliydiler. Bir anlamda, Protestanlar ile Yahudiler, ‘inanç’ yönünden ‘özdeş’ gibiler. Protestanlığın; “Katolik Kilise anlayışı/Papa’lığın otoritesine” karşı girişilen hareketin sonucu doğması da, bu “örtüşme” gibi görünüyor.   

“Protestan Hıristiyanlığın” sözkonusu bu “doğuşu” sonrası, “Katolik Hıristiyanlık akidesi”, Protestan Nikola Kopernik’in (1473-1543) kozmolojisi ile sarsılıyor, onun ve sonrasında gelenlerin öngörüleri, Protestan Tanrıbilimin ile, Katolik Tanrıbilim çatışmalarının” da başlaması demek oluyordu.

Kopernik (ö.1543) ile, Nietsche (ö.1900)” arasında, yani, 16.yüzyıl ile 19’uncu yıl arasında “yaşamış” aşağıda belirteceğimiz kişiler, “Protestan Hıristiyan (Anglosakson) inançlı” veya “Yahudi (Judea) kökenli” ama, “İnanç benzerliği ve Katolikliğe karşı oluş” anlamında aynileşmiş “Anglosakson-Judea ortaklığı”; haliyle de, “Hıristiyan Siyonistler” oluyor:

Nikola Kopernik (1473-1543) ile başlayıp, sonrasında; Giordano Bruno (1548-1600), Galileo Galile (1564-1643), Johannes Kepler (1571-1630), Tommaso Campanella (1568-1639), Thomas Hobbes (1588-1679), John Locke (1632-1704), Isaac Newton (1642-1727), George Berkeley (1685-1753), Voltaire (1694-1778), David Hume (1711-1776), Jean Jacgues Rousseau  (1712-1778), Sylvestre Bergier (1718-1790), Immanuel Kant (1724-1804), Joseph Townsend (1739-1816), Johann Gottfried von Herder (1744-1803), C.H.Saint Simon (1760-1825), Thomas Robert Malthus (1766-1834), Friedrich D.E.Schleiermacher (1768-1834), Friedrich Hegel (1770-1831), J.C.Friedrich Hölderlin (1770-1843), Friedrich Schelling (1775-1854), Auguste Comte (1798-1857), Charles Darwın (1809-1882), Friedrich Engels (1816-1895),Karl Max(1818-1883), Herbert Spencer (1820-1903), Ernest Haeckel (1834-1919), Nietzsche (1844- 1900)’ye kadar süregelen zincirdeki “Hıristiyan Siyonist bu isimler, ‘Batılı Beyaz Adam’ için, “Reform-Aydınlanma, Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi” palavralarını da içeren “Tarihsel Kültürel Model”in yazıcıları, insanlığın, yaklaşık son 200 yıldır çektikleri sıkıntıların da asıl sebebi oluyor.

Onlar, 16’nci yüzyıla kadar “sorgulanamaz doğmalar” olarak kabul edilen “Katolik Hıristiyan mezhepsel inanışı” sorgulayarak, tarihi; “İlerlemeci Evrim Süreci” olarak yorumlayan “Protestan mezhepsel/inanç anlayışı”, insanlığa ‘tarihsel model’ kılmış, ama aynı zamanda; “kendilerinden olmayanların”, özellikle de “Yoksul Güney” ülkelerin “Sert” tedbirlerle düzenlenmesi; açlık, savaş ve sefalet gibi etkenlerle de kontrol altında tutulması; belirli sayıda bir “nüfus” da bulundurmaları gereken ‘vahşiler’ olarak algılanmalarını da sağlamış, haliyle de, “İLERLEMECİ EVRİM KURAMI”nı ortaya çıkmasını da sağlamışlardır.

İnsanlığı, “insan olan (kendileri)” ve “insan olmayan (ötekiler)” şeklinde ayrımlayan ve  kendilerinden olmayanlara, “Ben senden üstünüm” anlayışını “sopasıyla” yansıtan bu ‘ahlaksız model’; “MALTHUSCULUK”  ya da“SOSYAL DARWİNİZM” olarak yaşatılan bir ‘Köktendinci/Fundemantalist ideoloji’ oluyor…

***

Sözkonusu bu ideoloji, “inanç gereği” yaşanıyor ve yaşatıldığı için, 19’uncu yüzyılın “köktendinci”, ama aynı zamanda, “sömürgen” gücü de olan İngiltere;  insanlığa hem “din ihraç etmiş”, hem de insanlığı “sömürmüş” bulunuyor:  Protestan Hıristiyanlık insanın yararı için Tanrı tarafından inşâ edilmiş bir dünya imajını Avrupalıların doğal kaynakları evrensel boyutta kullanma hakları olduğunu haklı çıkarmak için kullanırlar. 19. Yüzyılın sonlarında bu iddia giderek Beyaz Irkın Evrim Sürecinin baştacı olduğufikrine dayandırılmaya başlanmıştır..İlerleyişçi Evrim Kavramı Beyaz Irkın Dünyaya egemen olma isteğini haklı çıkarmak için kullanılmıştı…Evrim Teorisi daha aşağı ırkların kendi alçak statülerine mahkûm etmenin bir yolu olarak kullanıldı. denilmesi bu oluyor.

Öncesi de sözkonusu  ama, asıl da, Thomas Robert Malthusile doğan, Nietzscheilede,“Aşağı/hayvan insanlar ve Üst insan” üreten  bu ‘ahlaksız anlayış, isimlerini yukarıda verdiğimiz veya vermediğimiz insanların ‘şahsi bakışları değil’, davranışlarını belirleyen ‘sahte ahlak anlayışlarının’ insanlığa ‘vahşet’ olarak yansıması oluyor.

Nietzsche’den sonraki dönemde, 19-20. yüzyıl torunlarından olan Sıgmund Freud (1856-1939) ve Emıle Durkheime (1858-1917)ile de süregelip, 1990’la birlikte, 20-21’inci yüzyıldaki ideologları Bernard Lewıs, Samuel Huntington, Francis Fukayama veya benzeri diğer ideologlarının yeşerttikleri, “Küreselleşme/Sürdürülebilirlik” öngörüleriyle de, Küresel Tek Aile “kurulumu” demek olan, “Babil Sendromu çözümü” amaçları için, “işgal etmelerini, yoketmelerini de” yine sürdürüyor. İngiliz siyaset ve ahlak felsefesinin kurucusu, koyu bir “Püriten/Protestan=Hıristiyan Siyonist” olan Thomas Hobbes (1588-1679) tarafından 1651’de yazılan; “Leviathan : Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti” isimli kitabı da zaten, tıpkı, “Babil Sendromu çözümü” demek olan, “Küresel -Tek- Devlet-Dil-Din” önermesi gibi durması da zaten, amaçlananın 16’ınci yüzyıldan beri sürdürüldüğünü de gösteriyor.   

Hıristiyan Siyonist”ler bu amaçlarına ulaşmak için şimdilerde; sonrasında  ‘birleştirmek’ için ‘Lego (Kişisel) Din/ler’ üretirken, saldırılarındaki asıl hedef “İslam” başta olmak üzere, tüm insanlık; “Tek Din’e inanan bir yapıya, Aynı (Tek) Dili konuşan Tek Aile’yeyeryüzü Tek Ülke’ye” dönüştürülme yolunda ilerletiliyor…

Ahmet MUSAOĞLU