Biliyorsunuz “Çocuklar Duymasın” dizisi geri döndü!.. Ben de geçen haftaki bölümünü izledim, çünkü; dizide anne rolündeki Pınar Altuğ’un, eşi ‘Taşfırın erkeği’ Tamer Karadağlı’ya; “Üniversiteye giden kızımızın sevgilisi niye olmayacak” benzeri bir şey söyleyince, bakalım ne ‘gelecek’ diye merak etmiştim…
Üniversiteli de olsa “kız çocuğunun sevgilisi ve cinsel hayatı olmasını istemeyen baba”ya gelen, ‘Kuantumcu’; ‘Kuantum Düşünme Tekniği’ oluyordu…
“Kuantum Düşünce” için, üst nitelikli bir düşünme biçimi, atom altı alanda etkili olabilecek tarzda bir yaratıcı düşünme biçimi deniliyor.
Oysa, Kuantum da, “Allah’ın varlığını/Yaratılışı” öngören bir bilimalanı ama, ‘Taşfırın erkeği’ne, “üniversiteli kızının” sevgilisi ve cinsel hayatı olmasını yadırgamaması gerektiğini anlatan bir ‘bilimdalı’ olarak geliyor!…
Kuantum da, fizikten “fizikötesine (Yaradılışa)” geçişin adı ama, “yaratılmış” enerjiye, “yaratıcı düşünme biçimi” denilerek, “tanrılık payesi” veriliyor. Atomaltı parçacılar ve enerji, eğer kendilerine ‘görev verilmemiş’ olsaydı,“insanın gözü, gerisinden (hötünden) çıkardı” ama, kimileri yine de “tanrıcılık” oynayabiliyor…
Yaradılış “kesin/deneyselleştirilmiş” olduğu içine, insanoğlunu yaratan Allah, yarattığı insanın/eserinin neye ihtiyacı olup olmadığının bilecek-bildirecek ‘tek yetkili’ ama, bu konuda da ‘hiç konuşturulmuyor!..’. Benzer çok çeşitlerini de duyduk ama, dizimizde “Kuantumcu kadın/düşünce” konuşturuluyor!..
İşte, “Karaciğer Noktası” da bu hurafeyle ortaya çıkıyor. Kızının cinsel hayatı olmasını istemeyen babadan, göğsün hemen altında bulunduğu ileri sürülen ‘Karaciğer Noktası’na; mesela dizide; Taşfırın erkeğinden, iki elinin parmak uçları ile “göğsüne (Karaciğer noktasına) vurması” isteniliyor…
İstek bu olunca da, ‘Taşfırın erkeğimiz’de göğüs çatalına vurdukça vuruyor, faydası olmuş olacak ki de (!), “kızının sevgilisi olmasını kabul ettiği gibi”, evinde ağırlamayı da kabul ediyor…
Seninle benim aramda ‘fark’ var…
Çocuklar Duyması’nın verdiği, “kızınızın sevgilisi olmasına itiraz etmeyin” mesajı bana, 2000 yılı öncesi daha Lise’de okurken, “erkek arkadaşsız bir kız arkadaş” bulamayan bir yakınımın kızını hatırlattı… Daha Lise talebesi kızımızın, ‘iffet’ deyip, ‘erkeksiz gezmek (tercihi yapmak)’ istese de, “erkeksiz kız arkadaş” neredeyse hiç bulamadığı için bir yalnızlık çekip, sıkıntı yaşadığını biliyorum. Çünkü, talebe kızlar arasında bile, “erkeksiz kız” olmak yadırganıyordu. Dizimiz o dönemde başlamamıştı ama, demek ki de, ‘Meltem anne’ toplumsal anlayışı o dönemde de yaşıyordu… Diziyi izleyince de, “ne ekersen onu biçersin” olarak, “erkeksiz kız bulunamamasından”, “kızımızın sevgilisini yemeğe aldığımız”veya “cinsel hayatı olmasını kabul ettiğimiz” bir toplumsal yapı aşamasına geçmiş olduğumuzu idrak edebiliyoruz!…
Taşfırın erkeğimizin, kızının sevgilisini hem benimsemek istemezken, hem de nasıl benimsediği çelişkisiniizlerken faha, ben bu yazıyı yazmaya karar vermiştim. Daha önce okuyup da bir tarafa koyduğum Can Dündar nam zata ait bir yazıdan alıntıyı da şimdi bu noktada değerlendiriyorum: “Refik Halit Karay, ‘Üç Nesil Üç Hayat’ kitabında, ‘Meşrutiyet öncesinde aşk, gizli ah’lar, of’lar, iç çekmeler, iğne ipliğe dönmeler, veremolmalardan ibaretti’ diye yazar. Delikanlı, yüzünü bile göremeden sevdiği yavuklusuna aşkını ilan etmek için penceresi önüne bir parça kömür, bir limon, bir de kuru ekmek bırakır. Kömür, ‘Aşkından yandım kavruldum’ demektir. Limon, ‘Sevdanla sararıp soldum.’ Kuru ekmek ise ‘Yeter ki kavuşalım, ömrümce kuru ekmek yemeye razıyım.’ (-Erdinç) Acar’ınki bu kadar dokunaklı değil belki, ama daha okunaklı. Üstelik dağa lazerle yazı yazdırmak (-Erdinç Acar’ın, sevgilisi Ece Erken’e, lazerle dağda yazılmış ilan-ı aşkı, ‘Seni seviyorum Ece Erken’ gösterisi), dağı delip şehre su taşımaktan daha zahmetsiz. Ve kesinlikle kuru ekmekten fazlasını vaat eden bir jest…Meşrutiyetle Cumhuriyet farkı bu (!). Öykünün sonrası daha ilginç: Doğruysa, Ece’nin bundan önce de Erdinç Acar’ın ağabeysiyle çıktığına dair haberler Acar’ın babasını rahatsız etmiş. Acar da babasının sözünü dinleyip ilişkiyi bitirmiş. Ece, twitterr’a ‘Bu gidişle evde kalacağım’ diye yazmış. Kendisini izleyen magazincilere de ‘Belli ki siz bana kimi yakıştırırsanız onunla aşk yaşayacağım’ diye laf çakmış…özgürlüğün –‘serbestlik’ desek daha doğru- buralarda tavan yaptığını gösteriyor. Birkaç popüler mekânı gezince de görüyorsunuz zaten: Herkes ve her şey serbest…!” (1). Okuduğunuz gibi de, ‘Meşrutiyet öncesi/Osmanlı’ ile Cumhuriyet farkı, aşklarda da görülüyor. Daha önce Erdinç Acar’ın ağabeysiyle çıkan Ece Erken denilen –sere serpe olunca magazincilerin daha bir dikkatini çeken– kişi/kadın, şimdiler de ‘kardeş Erdinç ile aşk!!’ yaşamakta beis görmüyor!…
Aşkı kirletircesine adına aşk koyulan bu ‘mide bulandırıcı serbestlik’, ‘serbestçi’ Can Dündar’ı bile, “özgürlüğün tavan yapmasından” şikayet ettirip, “Herkes ve her şey serbest…!” de detirtiyor…
‘Tipim değilsin, üstü kalsın’…
Evet… her rezillik serbest!… Solcu (ya da sağcı, milliyetçi ya da İslamcı) denilen Amerikan (Anglosakson-Judea)kuklalarının, “İslam geliyor” zannettiği bir dönemde, “İkinci kadın Devrimi” yaşanıyor, fakat rezilliklerden bu dahi görülemiyor… İnsanı/toplumu ‘bozan’ bunca “modernliğin/serbestliğin” içersinde, tıpkı ‘Taşfırın erkeğimizin’, “kızının sevgilisi olmasını”istememesine rağmen kabul edip de, kendi evine/ailesine misafir alması çelişkisi gibi (Erdinç aşkı örneğinde), “babam istemedi” çelişkisi de yaşanabiliyor. Yaşanan tüm “başıboşluğa” rağmen de, sızlanmalar bitmiyor, her türlü alternatifin bol olduğu yaşam alanlarında bile “mutsuzluklar” arttıkça artıyor. “Kuantum Düşünce Tekniği” zırvalığı da konuşsa, bunlar yine de oluyor…
İşte, tam da bu noktada, insanın/toplumunun düşünmesi gereken soru şu oluyor: “Neden kazmayla dağı delen âşıkların efsanesi asırlarca kalıyor da lazerle dağa yazılan aşkların ömrü iki gün bile sürmüyor? Neden Meşrutiyet öncesinin ‘gizli ah’lar, of’lar’ının yerini çağımızda ‘alenî ve şehevî ah’lar-of’lar’ aldığı halde, hem de alternatifin en bol olduğu mekânda herkes en çok yalnızlıktan yakınıyor?” (2). Şikayet ettiği ‘zemin/anlayışın’ doğmasına katkı koyanlardan biri olan Can Dündar, bu soruyu soran oluyor. Ürettikleri ‘hastalığın’ neden bu kadar yayıldığını, ‘hastalık üretenler’ soruyor… Bir yönüyle de, “eski arkadaşlıkların/aşkların” bugünkülerden daha güzel olduğunu söylüyor… Ve de doğru söylüyor…
Fakat sorun şu ki, kadın erkek ilişkilerinde Cumhuriyetle doğan ambargonun kaldırılması ya da isteyenin istediğiyle istediğini yapmasına imkân tanınması ile, Osmanlı/İslam kültürel yapısındaki, ‘sınırlı, saygılı aşk-arkadaşlık’ arasındaki farkın, bu ülkenin “erkeğinin” de tabii ama, özellikle de “Kadınının kimliğinin kırılması” sonucu olduğu görülemiyor. Dahası, “kırılan kadın kimliği”nin, toplumu ayakta tutan ‘aile yapısını’ çökerttiği de görülemiyor. Devletin (!), toplumu modernleştirmesinin (kendi dışında bir kimlik/sizlik üretmesinin) ‘racona ters’ olduğu, ‘modern olmayan’ modernliğin (geleneğin), “olması gereken” olduğu görülemiyor… Haliyle de, eskiden evlenmek için “iffetli kadın” arayan erkeğin, ‘kırılan kadın kimliği’ gibi, ‘iffeti’ hayatından çıkarıp “benden önce/sonra” ayrımına geçişinin, ‘doğal olmadığı’ da görülemiyor. “Tipim değilsin, üstü kalsın” diyen kadın da zaten, üstünü vere vere kendi olmaktan çıkıp, sürekli mutsuzluk yaşayan bir hilkat garibesinedönüştüğünün farkında bile olmadan, toplumu ‘bozmasını’ sürdürüyor.
Cumhuriyet öncesi/Osmanlı’da, baba evinden kocasının evine gönderilirken, kendisine; ‘geriye dönmek yok’ denilen kadın, Bugün daha evlenmeden, ya “evlenmezsem de olur” diyor ya da “yürümezse boşarım” diyerek evlilik arıyor!.. Zihin ‘kırılan kimlik’ olunca da, evlilik yapsa da yürümüyor; boşanma, mutsuz çocuk ve ‘mutsuz kadın’ sayısı arttıkça artıyor…
‘Yaşasın, ipimizi kopardık!…’
Dinin/Peygamberlerin ‘çobanlığından’ kopartılmış ‘sürü/toplum’, çobansız/başıboş, yani “Kuntum düşünce tekniği” gibi hastalıkların ‘çobanlığına’ bırakılmış bulunuyor… “Yaşasın, ipimizi kopardık” anlayışı yaşayan “Kadının”, kendini ve toplumu, dolayısıyla milli bütünlüğümüzü yok etmesi (!) durmaksızın sürüyor… Duygu Asenacıların da, İslamcı feminist denilen zurnacıların da kulakları çınlasın, ‘Kadının adı asıl şimdi yok’, ‘ipini koparan kadın’, kendi için de, toplum için de büyük bir “tehlike”olmasını sürdürüyor…
İlk defa geçen sene ‘üretilen’ sereserpe/bikinili “Munzur’da huzur” görüntüleri için bu yıl; “Dersimliler isyankâr dedelerinin cesedinin sürüklendiği sularda tabuları yıkıyor, geleneksel ahlakı sorgulayıp yaşamın coşkusuna kendilerini özgürce bırakarak yaşıyorlar…kameralarınızı ve bakışlarınızı onların bikinili çıplaklığına değil taaa gözlerinin içine odaklayın derim ben…” deniliyor (3). “Munzur’da huzur” görüntüsünde bol miktarda kadın vücudu basında da sergileniyor ama, ünlü fizikçi Paul Davies, özgürlük için; “Kainat bir saat gibi işleyen ve kendini yenileyen bir mekanizma. Bu mekanizma içinde özgür davranışın pek yeri yok” diyordu. Tabu yıkamayacağını ve ögürleşemeyeceğini bilemeyen Kadının gözlerinin içi –görebilen göz için-, “kendi/babaanneleri/anneanneleri olmaktan” çıkan insan manzaralarını gösteriyor!…
Özgürleşirse/kadın ekonomik bağımsızlığı kazanmalıdır anlayışıyla‘mutlu ve bağımsız olacağı’ kendisine empoze edilen Kadın, artık hem “yalnız”, hem de “mutsuz”,dahası da, “kadın olmaktan çıkmış”, “erkekleşmiş” de bulunuyor… Sokağa taşınan Kadın, özgürlük ve bağımsızlık kazanacağım derken, “köle” olduğunun da farkında bile olamıyor…
Modernleşme yalanı değil, ‘terörist saldırı’…
Kadın, artık “hasta da olmuş” bulunuyor… Kazandığı ‘bozuk psikoloji’nin sebebinin, ‘yaşadığı hastalıklı yapı’, kendisine yapılan ‘terörist saldırı’ olduğunu göremiyor… Amerikan (Anglosakson-Judea ortaklığı) aktörü ve projesi, BM ve AB ile, “Kadın üzerinden” İslam/coğrafyasına yapılan ‘terörist saldırı’, “kadın kimliğimizi” kırdıkça kırarken, toplumsal yapımızı da bozdukça bozuyor. Ben bu saldırıyı, 2004 yılı 11 Mart’ında, “Küresel Terörizm (ABD-AB) Kadınımızdan da saldırıyor” diye yazıya döktüm, şimdi de, “nerede ‘Kadın’ geçiyorsa, orada mutlaka bu ‘saldırı’nın ayak izleri bulunuyor” da diyorum. Hükümet/ler/imiz, BM ve AB nezdinde verdikleri –pozitif ayrımcılık benzeri– taahhütlerile, “kadınımızın kimliğini” kırarken, “kırılan kimlik örneği” kadınlar da, “hemcinslerinin/toplumun kimliğini” kırmasını –farkındalık yaşayamayan dernekleri ile de– sürdürüyor. Ortaya çıkan bu tehlikeli sonuç, kimilerince ‘modernleşme/çağdaşlık’ olarak gösteriliyor: “Eğitim, şehirleşme, mesleklenme gibi modernleşme dinamikleri artık bizde de kadını ‘adı var’ hale getiriyor…Geleneklerde kadının fazla şık ve alımlı olması, ortalıkta gözükmesi pek hoş karşılanmazdı; ama bugün türbanlı kadınlar da hemen ‘her yerde var’dır, defile bile yapılıyor…Eğitimi ve sosyal statüsüyle, burjuvalaşan dindar kadınlara bir bakın…Sosyolog ve romancı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, kızlık ve evlilik soyadıyla isim yaptı. Cevdet Paşa’nın kızları ve ilk Osmanlı kadın öncüleri Emine Semiye ve Fatma Aliye hanımları kitlelere o tanıttı. Fatma Aliye’nin büyük kızı İsmet’in Hıristiyan olmasına yol açan kültürel ve psikolojik sorunları roman diliyle bize o anlattı. ‘İslami feminizm’ diyebileceğimiz olgunun fikir ve hareket öncüsü Hidayet Şefkati Tuksal, fıkıh doçentidir, eserleri vardır, kızlık ve evlilik soyadıyla isim yaptı…Örnekleri çoğaltmak mümkün. Herhalde bu özgür kadınlar “ortaçağ”ı istemiyor, aksine sorguluyorlar!.. Çağımızda çağdaşlığın ölçüsü budur, gardırop değil.” deniliyor (4). Buna karşı ben de; “Kadının Önünün Açılımı” başlıklı yazımda; “Bu açıklamanın sahibi Taha Akyol da, ‘bilmediğini bilmeyenler familyası’ndan, Türbanlıların her yerde görülmesi ‘modernleşme’ değil, ‘Kadına yapılan saldırı’ sonucu doğuyor…Dindar denilen kadının konumunun da, ‘Kadının önünün açılması’ olduğu, ‘Kadın Açılımı’ olduğu görülmek istenmiyor. Nasıl ki, ‘(Birinci) Tanzimat Dönemi’ sonrası gelişmeler Aliye hanımının ‘kimliğini kırınca’, kızı İsmet de ‘kırılıp Hıristiyan olmuşsa; 2002’den sonra başladığını öngördüğümüz ‘II.Tanzimat Dönemi de, –kimi kadının türbanlı/örtülü olması da olanı değiştirmiyor-, “Protestanlaşmış kadın tipi” üretmiş bulunuyor. Hemen her yerde ‘her şekilde’ görünen (geleneğinden kopmuş) ‘kimi türbanlı/dindar’ kadınlar da, ‘kırılan kimlik’ örnekleri oluyor. Zaruretler hariç, ‘Koca (Aile) soyadı’yanına, ‘kızlık soyadı’ konulması ya da Feminizmin ‘Tuksallaşması’ da, ‘kırılan kimlik’ yansımaları oluyor. “Dindar veya değil, kendine yazılan senaryoda ‘rol verilen’ Kadın, ‘kendi başlatmadığı savaşını kazandığını düşünürken, kaybedenin kendisi olduğunu farkında bile olamıyor. Ülkemizde yeşertilen, ‘Kadının adı yok’ modası, Kadını ‘adı var’ hâle getirmedi, aksine; ‘kendi olmaktan çıkartıp, yoketmiş de’ bulunuyor…Dün de, bugün de; ‘kimlik kıranlar’ ile ‘kimliği kırılanlar’ esasta hiç değişmiyor. Romanlarında aşk, evlilik, cinsellik konularını işleyen Halide Edip Adıvar ile, günümüzde ‘Aşk’ da diyen Elif Şafak arasında –kimlik kırma– anlamında pek fazla fark bulunmuyor…Dindar denilen kadın da saygınlığınıgiderek yitiriyor…” diyordum (5). Zannedilmesin ki, “Tipim değilsin, üstü kalsın” anlayışı sadece ‘açık’ olan hanımlarda yaşanıyor. Kırılan kimliği ile “esas’ından/kendinden” kopan ‘Dindar kadınlar’ da, artık bu anlayışa ‘uygun’ yaşıyor. “Esas” yönünden birbirlerinden farkları olmadığının idrakinde olamayan ‘Bikiniciler (daha az dindar görünenler)’ ile ‘Haşemacılar (daha çok dindar denilenler)’ arasında bugünlerde ‘yaşam şekli çatışması’ sürse de (6), her iki toplumsal katman da, savruldukça savrul(tulu)uyor olduklarının farkında dahi olamıyor…
“Ben mutlaka göstereceğim ‘saygısı’ (mı!)”…
Bu yazıyı yazdığım günlerde tam da konumuza uygun bir haber, “Protestan Hıristiyanlar”a göre daha dindar olan “Katolik Hıristiyan” İtalya’dan; güneyindeki Anzio’da bulunan halk plajından geliyordu. Bir annenin 14 ve 12 yaşlarındaki oğullarını ‘rahatsız ettiği’ gerekçesiyle plajda üstsüz güneşlenen bir kadını polise şikayet etmesi tartışma yaratıyordu. “…anne, önce üstsüz güneşlenen kadını göğüslerini örtmesi yönünde uyardı ve güneş kremini vücuduna sürme şeklinin oğullarını rahatsız ettiğini öne sürdü…26 yaşındaki (-üstsüz) kadın, anne tarafından çağrılan polisler tarafından sorgulandı…Polise şikayet edilen kadının avukatı…‘Böyle bir şeyin 2010 yılında olması gülünç…Müvekkilim bu şekilde kadının iki oğlunun dikkatini çekmiş olabilir, ama bu müvekkilimin suçlanması için yeterli bir sebep değildir’ diye konuştu.” deniliyordu (7). Gördüğünüz gibi de, “Yaşasın ipimizi kopardık” demek olan “modernleşme/çağdaşlaşma”ile, “modern/çağdaş” denilenlere, “Bırakın ipimizi!” diyen “geleneksellik” arasındaki bu ‘tercih/kavga’, Batı(lı)da da yaşanıyor… Dahası, özgürleşebileceğini zannedenlerin, kendi gibi olmayanların ‘özgürlüğüne’ saldırması dün de vardı, bugünlerde de var, yarınlarda da yaşanacak olan hâl oluyor…
Diyelim ki de; bir erkek olarak siz, ‘kadının göğüs çatalını’ bile görmek istemiyorsunuz. Buna karşın kimilerinin de, bu ‘tercihinize’ saygısı yok; –Ben mutlaka göstereceğim ‘saygısı’ istiyor!.. Ne yapabilirsiniz!…
Ortalıktaki ‘ipini koparmışlık’ yüzünden sıkıntı yaşayan ilahiyatçı bir arkadaşımın, “yol değiştirmesi de” işe yaramıyor… Dindarı (denileni) ya da daha az dindar olanı, artık “herkes ve her şey serbest…!”… Arkadaşım kıyıdaki yürüyüş parkurunda soluk alayım diyor ama, ‘kimliği kırılmış’ bir türbanlı ‘kadını’ bile rahatlıkla ‘sarmaş dolaş’ bulabiliyor!..
Bu yazımı kim ne/nasıl anlar bilemem. Okunacağı Antalya’da ya da Rize’de veyahutta diğer şehirlerimizde ‘durumlar’ ne/nasıl onu da… Bilebildiğim, yaşadığım Trabzon’umun, ünlü caddesi Uzun Sokağımızda bile, –Ben görmek istemiyorumdemek lüksünüzün bulunmadığı oluyor!… Saygısızların, ‘zaplayınız ucuzluğunu’ geçiniz; yazılı/görsel medyaya, –Biz’i, Biz/Kendimiz olmaktan çıkartan– eğitim sistemimize de hiç değinmiyorum!.. Yaptığım, Kadının, “Yalnız”, “Mutsuz”, “Hasta” olmasının; “İslam olanı”, ülkemizi de, ‘tehlikeye’ düşürdüğü uyarısı oluyor!..
‘Bu Yazar’ beni hasta ediyor!..
Bu yazımı beğenmeyenler, Taşfırın erkeği ‘rolü’ çalabilir (!); dizide ‘Taşfırın erkeğimizin’, kızının sevgilisini ‘zoraki (kendine rağmen)’ kabullenmesi sırasında, ‘Karaciğer Noktası vuruşu’saçmalığı yaparken seslendirdiği; “Bu oğlan beni hasta ediyor, onu pataklayacağım, ufff..” sıkıntısı çekebilir diyorum!…
Bu ‘tercih’ yapılabilir de, ‘Tanrı’ya rağmen’ tanrıcılık oynayanların, ancak “kendilerini dövebileceğinin” de görülmesini istiyorum…
Tabii ki de,benim umabileceğim, herkesin görebilmesi oluyor…
Yine de ‘göremeyenler’ olacağı için tavsiyem; “Kuantum düşünce tekniği” veya “Düşün Ve Zengin Ol” veya “Yüzde yüz düşünce gücü” veya “Secret” veya “Rhondacılık” gibi ne/kadar zırvalık varsa onları ‘tercih’ edeceklerine, aniden enerjiyi, zamanı ve mekanı doğuran Ak Nokta (Tekillik) Patlaması’ndan sonraki enerji kazanında; Nötron, Proton, Elektron moleküllerinin miktarını “ayarlayıp”, onların görevlerine “sevkedilmesini” ya da Atom altı şartlarda parçacık seviyesinde en küçük reaksiyonların oluşum aralığının 10–43 değerden daha düşük (küçük) olamayacağını “sağlayanın kim olduğunun” bilinmesini ‘tercih’ etmelerini öneriyorum… Ya da şöyle diyelim: Eyy cahillik… Tv. dizisinde de olsan beni duyabilirsin; “Kuantumcu düşünce”nin ‘tanrıcılık oynadığı’ enerji de dahil, her şeyi “Vareden”in, “eseri/kadın-erkek” için “söz söylemeye” hakkı yok mu!..
Sizce var mı!…
Şuna ne buyuracaksınız…
“Yüzüne tükürseler ya Rabb-i şükür diyen familyasına mensup” biri, Hürriyet yazarı (!) Hadi Uluengin (8) derler ki, “BİSMİLLAH dedik ve ‘Ramazanda Caz’a siftah eyledik. Cumartesi akşamı oğlum, sevgilisi…iftar arifesi kalabalığına karıştık.Kuşkum yok, esirgeyen ve bağışlayan Rabb şu cehennemi Ağustos sıcağının yüzü suyu hürmetine günahlarımızı her zamankinden daha çabuk affeder. Oruçlu falan değildik. Dolayısıyla, Sultanahmet mahyaları yanmadan köfte ve piyazımızı silip süpürdük. Top atıldı ve ezan-ı Muhammedî okundu ki, kutsal ay cazlarının ilkinde yerimizi aldık.” (9). Okuduğunuz gibi de, Rab/Tanrı sadece o olan ALLAH, şu cehennemi Ağustos sıcağının yüzü suyu hürmetine (!), emrettiği “orucu” (sıcak olacağını da bilmeden) kaldırıyor!…Oruç tutan insanlara da –kendine de- saygısı olmayan ‘köfte ve piyazı silip süpürücüsü’ eşşekname yazanı Uluengin, İslamdan değil, herhalde “kendi dininden” bahsediyor… Kadın veya erkek, “Kimlik kırık’ olunca, insanoğlu, “putunu kendi yapıyor, sonra da kendi yiyor!”…
Eşşekname!..
Yaşam ‘tercih’tir, “Kader” değil… “Kendim ettim, kendim buldum” olacak şekilde yaşanıyor… Gün gelir; –Karaciğer Noktası dediğiM zırvalıktı, siz bana inanmasaydınız, ben tanrı Değildim ya da –Tanrı senmişsin, orucu kaldırmamıştın dedirtir kadına/adama da; işte o zaman da, başlanır hep birlikte, ‘göğse’ ya da ‘eşekliğe’ asıl o zamanvurulmaya!..
Ben bazen yazılarımı, “sivrisinek saz… meselesi” diyerek bitirmeyi seviyorum demiştim…
Ya da her dem akledebilen için yazıyorum…
Ahmet MUSAOĞLU / 18.08.2010