Hasan Cemal sen (de) cevapla…
Biliyorsunuz, Cumhuriyet Gazetesi’nin imtiyaz Sahibi ve Başyazarı İlhan Selçuk (da) öldü… Arkasından neler yazıldı diye bile bakmadım, merak da etmiyorum… Bugün Hasan Cemal’i okuyunca bu yazıyı yazıyorum, bana ait olmayacak olsa da!…
Bana ait olmayacak dedim, ‘İlhan Selçuk ve Hasan Cemal yazısı’ olacak diyorum. Çünkü, Hasan Bey’in, bugünkü Milliyet Gazetesi’ndeki “Zor yazı, İlhan Selçuk yazısı” başlıklı yazısının hemen tamamını aşağıya koyacağım…
İbretle okunması için… Peşinden de ‘mahşerin dört atlısı’ denilenlere de sorup, değerlendirmenize ve tarihe de göndereceğim… İmdi Hasan Cemal…
Zor yazı, İlhan Selçuk yazısı…
Bazı yazılar zordur, öyle derdi İlhan Abi de… Bu yazı da benim için gerçekten zor bir yazı…
…İlhan Abi, ölümlerin arkasından yazı yazmanın bizim memlekete -ya da Doğu’ya- özgü güçlüğünden söz ederdi. Bu yazılardaki ‘alaturkalık’tan, ölçüsüzlükten, aşırı duygusallıktan yakınırdı.
Ölümün arkasından da gerçek neyse, ölen hakkında ne düşünülüyorsa, aynen öyle yazılmasını isterdi.
Ancak bunu kendisinin de her zaman beceremediğini söylerdi.
Ben becerebilecek miyim?..
İlhan Selçuk’uönce yazılarıyla tanıdım, 1960’ların başında. 27 Mayıs darbesinin ilk yılıydı. Mülkiye birinci sınıftaydım.
Sol radikalizmin kalesi olarak çıkan ve elimizden düşmeyen Yön dergisinde yazıyordu.
Sonra Cumhuriyet’in ikinci sayfasındaki Pencere köşesi siyasal yaşantıma girdi. Bir yanda Doğan Avcıoğlu, diğer yanda İlhan Selçuk-Çetin Altan ikilisiyle dünyayla Türkiye’yi’yi yorumlamaya başlamıştım.
Ağır ağır tüm gerçeği tekelime aldığım –öyle sandığım– kibirli yıllara ayak atmıştım hayatta. Dünyayı değiştirmenin ne kadar kolay olduğunu zanneden, ayakları yerden kesik solcu ya da ‘devrimci’ydim artık.
Böyle bir dönemde, 1968’in sonlarında, yedeksubaylığım biterken de bizzat tanıştım İlhan Selçuk’la. Beni hemen Ankara’ya, Doğan Avcıoğlu’nun yanına gönderdi, “Doğan’ın senin gibi gençlere ihtiyacı var” diyerek.
Bu arada şu sözünü anımsıyorum:
“Yön dergisi ‘yön’ü belirlemek için çıkmıştı. Şimdi artık yön belli, o da devrim… O yüzden yeni yayının adı Devrim olacak.”
Sonra da eklemişti:
“Bak Hasan, bu işlere girmek kolay, çıkmak zordur. Kararını tam verdin mi?..”
İlhan Selçuk artık benim İlhan Abim olmuştu.
Ankara’ya, Doğan Bey’in yanına giderken havalarda, belki de bulutların üstünde uçuyordum.
Böylece devrim adına cuntacılık, darbecilik yıllarım başladı, Doğan Bey’lerle, İlhan Abi’lerle, İlhami Abi’lerle, Uğur Mumcu’larla, Cemal Reşit Eyüpoğlu’larıyla ve tabii Madanoğlu Paşa’larla…
Ama bu dönem ancak iki yıl sürdü.
1971’de 12 Mart Muhtırası ve Deniz Gezmiş’lerin idamıyla benim de ilk büyük, hatta korkunç hayal kırıklığına uğradığım zamanlar, İlhan Selçuk önce hapse, sonra da ‘derin devlet’in Ziverbey Köşkü adını taşıyan işkencehanesine düşmüştü.
Kafam soru işaretleriyle doluydu. İşsizdim, kaçaktım, hakkımda kesinleşen 44 aylık hapis cezasıyla da ortalıklarda fazla gözükmüyordum.
İlhan Abi hapislerden kurtuldu, yeniden Cumhuriyet’e başladı ve bir süre sonra beni de gazeteye aldırdı 1973’te.
Hep arkamda durdu. Çok şey öğrendim ondan. 1979’da Cumhuriyet’in Ankara temsilciliğine, 1981’de Cumhuriyet’in genel yayın yönetmenliğine açılan yollarda bana desteğini eksik etmedi.
….Çok güzel yıllarımız oldu.
Sonra, çatışmaya başladık.
Görüş ayrılıklarımızın üstünü örtülü tuttuk önce, başkalarına belli etmemeye çalıştık. İkimiz de ‘Cumhuriyet vazosu’nun kırılmasını istemiyorduk çünkü. Bir ‘sentez’i devam ettirmenin, onca yıllık Cumhuriyet gazetesini yaşatmanın duygu ve düşünceleri ağır basıyordu.
Ama bir süre sonra açıktan çatışmaya başladık. Gazeteciliğe, tarihe, seçim sandığı ve demokrasiye, askeri yönetimlere, dünya ve Türkiye’nin hallerine bakışımız, özellikle 1989’da Berlin Duvarı’nın çöküşüyle fena halde ayrıştı, açığa çıktı.
Siyah beyaz olduk.
Başyazarımız Nadir Nadi’nin ölümünden hemen sonra da 1991’in Kasım ayında Cumhuriyet vazosu ellerimizde kırıldı, yazık oldu.
Bir daha da görüşmedik İlhan Selçuk’la…
19 yıl geçti aradan.
İlhan Selçuk daha hayattayken, onunla ilgili tüm duygu ve düşüncelerimi herhangi bir sansür uygulamadan olduğu gibi yazdım. Ayrıca, bütün bu geçen yıllar içinde onun siyaset anlayışıyla mücadele ettim yazılarımla, kitaplarımla.
Ben, onun benim hakkımdaki duygu ve düşüncelerini biliyordum, o da benimkileri…
İlhan Selçuk’un siyasal bakış açısını hiç paylaşmıyordum ama o, bunun için bir ömür boyu inatla, sonuna kadar, hani derler ya ölene kadar mücadele etmesini bildi.
Telefon geldi dün öğle üzeri, “Başın sağ olsun, İlhan Selçuk öldü” diye…
Tuhaf oldum.
Elbette üzüldüm.
Onca yıldan bir sürü görüntü bir anda geçti gitti gözümün önünden.
(Hasan Cemal : Milliyet, 22 Haziran 2010)….
İmdi de ‘Ben’ Ahmet Musaoğlu : ‘Bak Hasan’…
İlhan Selçuk’u yanlışladın… onun yanlışlığını gördün… ad(lar)ınız, “kandırılmış çocuklar” Deniz Gezmişler gibi ‘Devrimciydi’, şimdilerde her neyse… sorun(unuz) şu ki, kendi yanlışlığını(zı) hâlâ da göremedin(iz)…
1940’lı, İnönülü yıllarda kurulan ilahiyat ve imam hatiplerle doğan Amerikan İslamcılar’ı ya da Amerikan milliyetçileri ya da şu veya bu… hepiniz aynısınız…
İlhan Bey (de) gitti!.. Peki de, ne oldu!..
Ya da yaşam bu mu(ydu)!..
Sorumu yaşayanlar,‘Mahşerin dört atlısı’ da denilenler;‘Bülent Arınç, Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener’ üzerinden de sorayım… İslamı ‘bilmeyen’ bir hareketten geldiniz!.. Peki de ne oldu!… Ya da ‘Altanlar, Hasanlar’ gibi (Sovyetci, Çinci denilmesi hurafelerine karnımız tok) ‘Amerikancılar’ ilefarkınız ne?.. ‘Bushlara, Obamalara, Perezlere, Netenyahuara’, “Sizlerin tanrı(ları)nız ile ‘benim Tanrım’ arasında fark var” diyemedikten sonra ‘fark olacak mıydı’… Biz vatandaşız… Müslümanız da… sağlıkta sormalıyız…
‘Baka Hasan’… ama artık gör!…Onca yıldan bir sürü görüntü bir anda geçti gitti gözümün önünden, diyorsun… Eğer görebiliyorsan(ız) cevapla(yınız): Dün ile bugün arasında ne fark var!.. Olması gereken bu mu!… Kır(ın) kalemini(izi), çekil(iniz) milletin önünden… Daha önce ‘kandırdın(ınız)’, hâlâ da yanıltıyorsun(uz)….
Ahmet MUSAOĞLU