BM’nin 1992 yılında Rio toplantısında –Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli-IPCC’ın ürettiği ‘Küresel Isınma VAR iddiasını (yalanını)’, insanlığa yutturup ‘Ortak bilinç’ oluşturmak için çevirdiği ‘Uygunsuz Gerçek’ belgeseli üzerinden 2007’de aldığı ‘Oscar ödüllü’ kimliğiyle de tanınan Eski ABD Başkan yardımcısı Al Gore, 14.03.2011 tarihinde İstanbul’da katılacağı, “Değişim Liderleri Zirvesi” konferansı öncesi ‘isteği’ üzerine, İstanbul Atatürk Havalimanı VIP salonu önüne, ‘Hybrid (Küresel Isınma VAR iddiası gereği üretilen Yeni Soygun şekli) tipi’ bir araçla toplantı salonuna gidiyordu. Türkiye’de bulunmayan bu araç için sponsoru olan Doğuş grubu devreye giriyor, Türkiye’de satılması halinde 160 bin Euro civarında etikete sahip olacağı bildirilen aracın, ülkemize getirilişinin maliyetinin, 3 bin Euro civarında olduğu da basına yansıyordu (1)…
Al Gore, “Değişim Liderleri Zirvesi”nde, “21’nci Yüzyıl Çevre ve Ekonomi Stratejileri” başlıklı oturumdaki konuşmasında, Türkiye’nin bölge ülkeler için “Demokratik model olduğunu, bu ‘liderlik’ vasfının diğer alanlara da genişletilebileceğini söz etmesinin yanında, “Küresel Isınma VAR Tuzağı” için de, Türkiye’nin bir rüzgar ve güneş enerjisi merkezi olarak taşıdığını ve eldeki modellemelerin bize, 2099’da Türkiye’nin tamamıyla kurak bir ülke haline gelebileceğini gösteriyor da diyor, acil harekete geçilmesi yönünde çağrı da yapıp, uluslararası alanda“Ortak Hareket Edilmesi” gerektiğini söylüyordu (2). Bu ifadenin ‘açılımı’ ise, Türkiye dahil tüm ülkelerin, Küreselleşmeye ‘eklenti olmaları’, insanlığın ‘Küresel Tek Yapı’ altında ‘birleştirilmesi’ amaçları oluyor. Al Gore, “Türkiye iklim politikalarında da bölgesinde lider olmalı” da derken, Türkiye’yi, çölleşme ve Afrikalaşmakla da korkutuyordu…
Al Gore kandırmacası…
‘Küresel korkutucu’lardan biri olan Al Gore, Türkiye’yi korkutmayı ilk defa, 2007 yılında İstanbul’a geldiğinde yapmış, Çırağan Sarayı’nda; Fener Rum Patriği Bartholomeos, Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk, Bülent Eczacıbaşı gibi isimlerin de aralarında bulunduğu büyü bir kalabalığa hitap ettiği ‘Küresel İklim Değişikliği’ isimli konferansında; “…küresel ısınmanın en çok etkileyeceği ülkeler arasında Türkiye’nin de yer aldığına işaret ederek, bu hususa önem verilmesi gerektiğini dile getirdi…Türkiye’de de sıcaklık ve kuraklığın arttığı tespit edildi.” (3). Bir de kandırmacası vardı: “…dünya için de Türkiye için de ‘henüz geç değil!’ diyordu. Al Gore’ın estirdiği ‘Küresel Isınma Terörü’, ‘Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin 2002’de yayımlanan 5’inci Teknik Raporu’nda da yer alıyordu: “Senaryolara göre, 2030’da Türkiye’nin büyük kısmı oldukça kuru ve sıcak bir iklimin etkisine gireCEK. Sıcaklıklar da 2 ile 3 derece artaCAK. Deniz seviyesi de en kötü tahminlere göre, 2030’da azami 30, 2050-2100 yılları arasında da 100 santime kadar yükselebileCEK…bunların da Türkiye’ye etkileri hiç de iyi sonuçlar doğurmayaCAK…Türkiye, ‘kaybeden ülkeler’ arasında yer alaCAK.” deniliyordu (4). Öngörülenler bilimsellik değil, “senaryoların ‘Cek-Cak’ları” oluyor, ‘Cek-cak’lar üzerinden Tıpkı, Fransis Fukayama’nın, ‘Tarihin Sonu’ isimli eserindeyokolacak ülkeler arasında öngörülmesi gibi, ‘Küresel Isınma VAR iddiaları’ ile de Türkiye, ‘kaybedecek ülkeler’ arasında gösteriliyor/du…
Türkiye’nin veya Dünyanın, 100 yıl sonraki geleceği için, ‘şöyle şöyle olacak’ diyen birine, normalde hemen ‘beyaz/hasta gömleği giydirmek’ gerek ama, Al Gore, ‘doktor gibi’ ağırlanıyor; tematikcisi, idarecisi, sanayicisi, ‘tüm Küresel dertliler!!’; ‘işbirlikçi/Küreselci’ olmaları sebebiyle de zaten, iddiaların ‘yalan/bilimdışı’ olduğunu söyleyebilecek durumda olmuyor/du…
Buna karşın, ‘Al Gore gibi doktorlar!!’ ise, ‘işbirliği yaptıkları’ insanlar üzerinden ülkelerin ‘geleceğine müdahale’ ediyor, “Yeryüzü büyük risk altında ama, kurtaracak her şeye sahibiz, politik irade dışında” diyerek ne olması gerektiğini, yani, ülkelerin, ‘Küresel Tek Yapı’ haline dönüştürülmesine karşı çıkan idarecilerinintasfiye edilmesini dikte ettiriyor; istediğimiz reformları yapacak idarecileri işbaşına getirin diyor/du. 2007 yılı Çırağan Sarayı Basın toplantısında, insanlığın krizin üstesinden gelebilmesi ve yeni nesillerin yaşamını güvence altına alabilmek için, “Ortak Hareket Etmek” gerekliliğine vurgu yapması ise (5), ‘Küresel Tren Yolculuğu, yani ‘Son durak Babil için’ kesilen yolculuk bileti oluyor. Al Gore’un; Mart/2011’deki ‘Değişim Zirvesi’nde öngördüğü; “Türkiye’nin model olması, liderlik vasfının genişletilmesi ve de uluslararası alanda Ortak Hareket Edilmesi” isteği, Babil Yolculuğu’nun son durağı olan, ‘Tek Dil-Devlet-Din’, yani “Babil Sendromu çözümü” demek oluyor. ‘Değişim Liderleri Zirvesi’ denilen de zaten, ‘değişilmesi gerekene göre değişilmesi’ demek oluyor…
Değişimin zirvesindekiler!..
İstanbul Üniversitesi ve Türk Gelecek Araştırmaları Vakfı işbirliğiyle düzenlenen “Değişim Liderleri Zirvesi” 15-16 Mart 2011 tarihinde yapılıp bitmiş bulunuyor. Açılış konuşmasını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın, kapanış konuşmasını da Devlet Bakanı Başbakan Yarımcısı Bülent Arınç’ın yaptığı zirve, ABD Eski Başkan Yardımcısı –Küresel Isınma VAR yaygaracısı– Nobel ödüllü Al Gore, 1997-2006 yıllarında BM Genel Sekreteri olarak görev yapan, yine Nobel Barış Ödülü sahibi Kofi Annan ve dünyanın farklı bölgelerinden ekonomi, siyaset ve bilim dünyasının bazı isimlerini bir araya getirmiş bulunuyor. Fener Rum Patriği Bartholomoes, Türkiye’nin Yahudi Cemaati Hahambaşı Isak Haleva, Vatikan Dinler arası Diyalog Konseyi Genel Sekreteri Başpiskopos Pier Luigi Celata’nın konuşmacı olarak katıldığı paneli Erdoğan’ın küçük kızı Sümeyye Erdoğan da izlerken, Al Gore’u dinleyenler arasında ise, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra Albayrak ile, eşi Çalık Holding CEO’su Berat Albayrak da yer alıyordu.
Kongrenin oturumlarında, “Türkiye’nin Yeni Rolü ve Bölgesindeki Etkileri”, “Modern Çağda Liderlik Neden Uluslararası Olmak Zorunda?”, “21. Yüzyıl Çevre ve Ekonomi Stratejileri”, “Yeni Finans Merkezi İstanbul”, “Küresel Ekonominin Geleceği”, “Farklı İnançlar, Ortak Değerler” gibi konular, birçok paralel oturum ile birlikte ele alınmış bulunuyor. “Okumayı” bilen biri, sadece bu ‘başlıkları’ gördüğünde bile, Zirve’de olanın ‘millilik olmadığını’, Küreselleşme, yani “Küresel Tek Yapı”ya entegrasyon ‘arka planı’olduğunu görebiliyor. Dahası ise, ülkeler kendilerini ‘tasfiye’ ederlerken, “inançlarını da tasfiye ettikleri” de, yani “İslam olanın senteze” tabii tutulmasından da anlaşılabiliyor. Al Gore gibi ‘Şeytani insanların’ yüklendikleri ‘Küresel Tek Yapı’ misyonu ‘tehlikesine’ sadece ‘Ben’; “Sizi de sigaya çekecek bir Molla Kasım bulunur hâli” rolümüz gereği dikkat çektiğimiz için de, bu yazımızda da aynı şeyi yapıyoruz…
‘Dünyayı birlikte değiştirmek’… Demokrasi (mi)!..
‘Değişim’ değil, ‘hiç değişmeyeni’ konuşmak gerekiyor fakat, ‘hiç değişmeyen’ konuşulmayıp-, “Tayyip Erdoğan’lı Türkiye”, dünyayı ‘değiştirmeye’ talip oluyor…
‘Değişim Liderleri Zirvesi’ açılış konuşmasında Erdoğan; “Ortadoğu’da son dönemde yaşanan ve yüksek sesle dile getirilen değişim talebi, Batı’dan, Kuzey’den gerekli desteği bulamamıştır. Irak’ın demokratikleştirilmesi için uluslararası toplum tarafından ortaya konan iştiyak, Ortadoğu’dan, Kuzey Afrika’dan yükselen değişim ve demokrasi taleplerinden ne yazık ki esirgenmiştir…Toplumun değişim taleplerine kulak tıkayan…her lider,değişim rüzgarıkarşısında er ya da geç yenilgiye uğrayacaktır…Değişimi arzu eden toplumların çıkış yolu bulmaları için de ortak bir tavır belirlemek durumundayız. Yani dünyayı birlikte değiştirmek…durumundayız. Dışardan yapılacak müdahalelerin, özellikle askeri yöntemlerin, çözüme katkı sağlamadığını, sorunu çok daha derinleştirdiğini ne yazık ki başka örneklerde gördük ve yaşadık. Dolayısıyla, Libya’ya veya bir başka ülkeye yapılacak bir NATO müdahalesini, bir askeri operasyonu son derece faydasız görüyor, faydasız olmasının ötesinde tehlikeli sonuçlar doğurabileceği kaygısını taşıyoruz.” da diyordu…
Diyorlar da, ne demek “Irak’ın demokratikleştirilmesi”? Hangi ülkenin ‘idareci veya yönetim şeklinin’ değiştirilmesi, kime neden ilgilendiriyor? Böyle bir talep, ‘Türkiye’nin tek başına kendi talebi’ olmayacağına, bu da zaten akılkârı olmayacağına göre, kimin için ne isteniyor? Ya da Türkiye, ‘ABD dış politikasını’ kendi politikası gibi neden sürdürüyor?
Şöyle de düşünebiliriz: Tayyip Bey, “NATO’nun Libya’ya müdahalesine” karşı çıktı diye, ‘ABD gibi’ ülkeleri “değiştirmeyi” istemiyor mu?
Tabii ki istiyor… Yoksa o zaman sorarlar: “NATO’yla Afganistan’da” ne işiniz var?..
Türkiye’li Tayyip Bey’in NATO’ya ‘karşı çıkışı’, halkları/ülkeleri, “ABD dış politikası uygulamasının” ‘bir model şekli’ olan, “Silahlı/Sopalı/BM-NATO’lu (öldürerek)” değiştirmeye oluyor. Türkiye-Başbakan Erdoğan ise; ülkelerin/halkların “değişmeyi”, gönüllü olarak (kendilerine silahlı müdahale yapılmadan) yapmaları oluyor. Ki, bu da, “ABD dış politikası uygulamasının” ‘bir diğer model şekli’ olan, “Silahsız-Havuç-STÖ’lü, yani halkların ayaklandırılması (Sorosculuk) ile” ‘değiştirme şekli’ oluyor. Tayyip Bey/Türkiye’nin istediği, bu ‘ikinci model uygulama şekli’ oluyor. Fakat, gavur, gavurdur, Türkiye’yi ‘takmadığını’ bugünlerde, daha önce bizatihi ‘kendilerinin ‘üretip’ “Müslüman halkın/İslam’ın” başına bela ettiği Kaddafi’nin, ama haliyle de Müslümanların tepesine “BM/NATO’lu bomba” yağdırmasında da görülebiliyor.
Peki de, bu nasıl bir insanlık, nasıl bir adalettir? “Zengin Kuzey (Hıristiyan-Yahudi güçlü) ülkeler”, toplanıp, istemediği ülkelerin başına bomba yağdırıp, “siz değişmeli, Demokrasi olmalısınız” nasıl diyebiliyor? Bu “bombalama (Silahlı saldırı)”, Yoksul Güney (İslam olan) ülkelerde yaşayan halkların değişim talepleri mi oluyor? Ya da soru şu: Demokrasi denilen sistem bir kandırmaca mı? Demokrasi, tıpkı Hüsnü Mübarek ve Kaddafi benzeri diktatörlerin veya krallıkların, ‘Batılı Beyaz Adam’a “hizmette kullanım sürelerinin dolması” sonrasında yine “hizmet görmek için gelen sistemin adı mı” oluyor?
Yapılması gereken “Hiç değişmeyeni” konuşmak ama, bu yapılmıyor, bazı Müslümanlar, ‘Müslümanların değiştirilip dönüştürülmesine’ katkı koymasını sürdürüyor. İslam ile, Demokrasi’ ‘kardeşliği’ yaşanılması istenilmesi de bu katkılardan oluyor…
‘İslam’ ile ‘Demokrasi’nin ‘kardeşliği’ kimin için gerekiyor?..
Başbakan Erdoğan, ‘Değişim Liderleri Zirvesi’nde ayrıca şöyle de konuşuyordu: “Türkiye, halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir…Türkiye…İslam ile demokrasinin yan yana olabileceğinitüm dünyaya başarılı şekilde göstermiştir. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler, belli bir kesimin, belli bir zümrenin, kavmin, ırkın imtiyazı asla ve asla olamaz. Kuzey’in demokrasiyi hak ettiği, Güney’in henüz demokrasiye hazır olmadığı şeklindeki bir bakış açısı, en az ırkçılık kadar tehlikelidir.” de diyordu… AK Parti Genel Başkanı da olan Başbakan Tayyip Erdoğan, ‘partisinin/kendisinin’ yüklendiği misyon olan, “İslam ile demokrasinin yan yana olabileceği düşüncesini”, bu zirvede de seslendiriyordu…
Peki de, ‘İslam’ ile, ‘Demokrasi’nin neden ‘birlikte yaşaması’ gerekiyor? Ya da ‘İslam’ ile ‘Demokrasi’nin ‘uygunsuzluğu (sentezlenemeyeceği)’ ortada iken, ‘uygundur’ fetvası neden kim için veriliyor? Böyle bir ‘misyon’ kim için yüklenilmiş bulunuyor?..
‘Batı(lının) Tarihine’ baktığımızda, “Demokrasi, insan hakları, özgürlükler vb..” denilenlerin, sadece ‘Batılı Beyaz Adam için’ olduğunu görebilmemiz mümkün olabiliyor. Ya da şöyle ortaya koyalım: İsmet İnönü’lü 1940’lı yıllarda, Türkiye’ye, “Demokrasiye geçin” kim dedi? Gladio’yu ülkemizde kim/niye kurdu? Darbeleri kim neden yaptırdı? Ya da bugünlerde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine, ‘Demokrasi’ denilen ‘Amerikan rejimini (Değişim isteğini)’ kim/neden getirmek istiyor?..
Cevap belli; istenen ‘halk/lar’ için değil, Batılının, ‘imtiyazları/Demokrasi’ gereği oluyor. Erdoğan’ın, “Kuzey’in (-Zengin Batılı ülkelerin) demokrasiyi hak ettiği, Güney’in -(Afrikalı ve Asyalının) henüz demokrasiye hazır olmadığı şeklindeki bir bakış açısı, en az ırkçılık kadar tehlikelidir” açıklaması da zaten, bunun ‘dolaylı’ kabulü oluyor. Batılı Beyaz Adam, kendisini ‘uygar’, kendilerinden olmayanı da, ‘uygarlaştırılmaları (hıristiyangibileşmeleri) gerekenler’ olarak görüyor. Bizatihi, ‘Batılı Beyaz Adam’ın ‘inancından’ gelen, –Ben senden üstünüm iddiası, öngörülen ‘İnsan Hakları, Özgürlük gibi..’ hurafelerin, kimin için ‘Demokrasi/imtiyaz’ olduğunu gösteriyor…
‘İslam’ denilen din ‘İlahi’; ‘Demokrasi’ denilen (ol-a-mayan) sistem ise ‘insani (ABD’nin, ülkelerde ya silahlı ya da sivil darbelerle yerleştirdiği sistem)’ oluyor. İslam ile Demokrasinin ‘birleştirilmesi’ isteği, ‘Müslümanların Evcilleştirilmesi’ amacı, reforme edilmeleri (Protestanlaştrılmaları) oluyor… Ortadoğu’da, Kuzey Afrika ülkelerinde istenen ‘değişim’, bunun için gerekiyor…
“Değişim Liderleri Zirvesi”nin ‘kapanış’ konuşmasını yapan Bülent Arınç; “Bu tür zirvelerin en önemli etkisi, karşılıklı etkidir. Ülkelerin, bölgelerin iç dinamikleri, küresel gelişmelerden etkileniyor. İç sorunlarımızı…daha hızlı çözmenin yolu içe kapanmak değil…dışa açılmaktır…Bizler kendimiz için istediğimizi dostlarımız için de istiyoruz. …demokrasiyi bütün insanlık alemi için istiyoruz. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkeyiz; demokratik, laik, sosyal devletiz. Bu değerler, çatışan değerler değildir (de).” diyordu…
Görüyor musunuz sayın Arınç’ı, ‘etkilenmeyi’ hoşgörüyor. “Biz/kendimiz olarak” yaşarken, ‘olumsuzlanmalıymışız’ Yoksa başka ne demek, ‘etkilenmek?’ “Ben Benim”; diğerleri de, “Öteki”. Eğer “farklı değilsek” zaten aynıyız. ‘Aynı’ olursak da zaten (o zaman), “Biz/Kendimiz” olarak kalamayız. Bu sebeple, “Ben/BİZ” olarak ‘kalmamız’ için, ‘etkilenmeMemiz’ gerekiyor…
Dahası da, Arınç’ın: “Kendimiz için istediğimizi dostlarımız için de istiyoruz” açıklaması ne demek? Bu açıklama, Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarına, “Biz değiştik, siz de değişin” demek olmuyor mu?..
Peki de, “Biz değiştik” de ne oldu? Sahi, ‘Biz’ kim olduk?
Başörtülü kızlarımız bile neredeyse ateist oldular ya da “hepİmiz Ermeniyiz’ de niye diyorlar? Sahi ‘AKP-Hoşgörü hareketi dönemi’ öncesinde ‘kimdi’ onlar, o zaman Gavur dediklerimize şimdilerde ‘dostum’ diyen “Biz” kimiz? Ya da ‘Model ülke Türkiye rolü’ bize neden veriliyor?..
Hatırlayınız… Turgut Özal’lı yıllarda da ‘Model ülke’ idik…
‘Türkiye modeli’ mi?..
Berlin Duvarı’nın ABD tarafından yıkılması (1989) sonrasında ‘Türki cumhuriyetler’ zincirleme bağımsızlıklarını ilan etti(rildi)ler. O zaman rahmetli Özal, Türki cumhuriyetlere dönük bir politika geliştirdi gibi görülse de, yürütülen, ‘ABD dış politikası’, bizi bugünkü ‘düş kırıklığı noktasına’ getiren ‘bize ait olmayan politika’ oluyor. Bugünlerde de yine ‘aynı hata’ işletiliyor, bu defa da, ‘Ortadoğu’ya yönlendirilmiş’ bulunuyoruz…
Aksini iddia ediyor, “Özal’lı Türkiye, Orta Asya’da bağımsız bir inisiyatif kullandı” mı diyorsunuz?.. Ya da “Bugünlerde “Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da bağımsız bir politika izliyoruz” mu diyorsunuz?
Peki de, Clinton’un Türkiye’ye geldiği, Meclis’te yaptığı konuşma sonrasında gazete manşetlerinde, “Manda ülke olduk” başlığı niye atılmıştı? Ya da, bazen bariz bir biçimde, “ABD’nin Truva atı” olarak neden anılıyoruz?..
Türki cumhuriyetlere “Abilik” yapacağımız söylendi, bugünlerde ise, Ortadoğu’da “lider model/model ülke” olmamız gerektiği söyleniyor. Bu ‘iki modellik’ten ilki olan ‘Abilik’ olanı, başımıza ‘patlamış’ bulunuyor. İkincisinin de, yeni bir “Arap-Türk düşmanlığı” da yeşertebileceği tehlikesi de görülebiliyor. ‘Türki devletlerde’ Türkiye devletinin desteklediği –sivil veya resmi– dinî faaliyetler “Ilımlı İslam”dı, bu model, ‘bağımsız bir din’ istemekten çok, “İran modeli” ile ‘mücadele’ oluyordu. Bugünlerde Ortadoğu’da izlenen de bu ‘İslamdışılık”; İslam dinini sentezleyen, reforme eden model oluyor. Türki Cumhuriyetler’de yaşadığımız olumsuzluklardan gerekli dersleri çıkarmadık, ‘balıklama Ortadoğu’ya dalıyor, ‘İslam olanı’ reforme ediyor, değiştiriyoruz…
‘Değişim isteyenlerin’ zihinleri için, “kendine yeni sömürge arayan Beyaz Adam iştahı” bulunuyor deniliyor. Oysa, bu değerlendirme doğru bir yorum olmuyor. Çünkü, ‘Batılı Beyaz Adam’ sömürgeci değil, Fundemantalist oluyor. Köktendinci olduğu için de, “İslam olanı” yoketmek istiyor. İnancı ona ayrıca, yeryüzündeki hammadde kaynaklarının ‘sadece kendine ait olduğunu’ söylediği için de Güney ülkelerin hammadde kaynaklarını çalıyor. Bu iki amacına, zihinlerini işgal ettiği‘bazı Müslümanları’ kullanarak ulaşıyor. “Model ülke/Model lider” ya da “Türkiye modeli”, işte bunun için gerekiyor! Yoksa, ne Avrasya alanında, ne de Ortadoğu-Afrika havzasında ‘bizim gerçek menfaatimiz’ yok, bulunmuyor. İnsanlık, idarecileri eliyle, ‘Kırk Katır’ ile ‘Kırk Satır’ arasında ‘tercih girdabına’ sokulmuş bulunuyor…
‘Kırk Katır’ ile ‘Kırk Satır’ arasında kalmış Türkiye ve insanlık alemi…
Sovyet İmparatorluğu’nun ‘öcü’rolünün bitirilmesi (1989), ‘yeni tanımlamaları’ da beraberinde getiriyor, bunlardan ilk’i, ‘Yeni Dünya Düzeni/Küreselleşme’ kavramı oluyordu. Amerika’nın, Irak-Kuveyt krizine müdahalesi sonrasında ABD Başkanı Baba Bush; ‘Yeni Dünya Düzeni’ kavramını telaffuz etmiş, hemen akabinde de, Amerikalı Japon ideolog Francis Fukuyama, bir başka kavramı, Tarihin Sonu tezini ileri sürüyordu. ‘Tarihin Sonu’ tanımlaması, ‘Küreselleşme’ ile kastedilenin ne olduğu ortaya koyuyor, buna göre, Tarihin sonuna, yani ‘Hıristiyan Siyonist topluma’ ulaşamamış ülkeler, oluşturulmak istenen ‘Küresel Yapı’yıkendiliğinden kabul etmeliydiler. Bu misyonun, ‘İslam olanın/toplumlarının’ dönüştürülmesi ya da yokedilmesi amacı taşıdığı, bir başka Amerikalı stratejist, Yahudi Samuel P.Huntington’un, ‘Medeniyetler Çatışması’ tezi (1993) ile de anlaşılıyordu…
Bu amacı ‘ilk alenileştiren’ ise, bir başka ideolojist; 1990 yılındaki ‘Müslüman Öfkesinin Temelleri’ isimli deneme yazısı ile Bernard Lewıs oluyordu. Hıristiyan-Yahudi bu ideolojistler, İslam dinini, ‘Hıristiyan-Yahudi’ kültürel mirası kabul edilen Batı Medeniyetine düşman olarak öngörüyordu. Lewıs ve Huntington’dan arasında, 1992’de –Clinton döneminde ABD Devlet Sekreteri olan– Strobe Talbot ise, “Önümüzdeki yüzyılda (Üçüncü Binyılda) bilinen şekliyle milletler tedâvülden kalkacak ve bütün devletler bir tek, Küresel bir otoriteyi idrâk edeceklerdir.” diyordu (6). Bu açıklama da, Yeni Dünya Düzeni ya da Küreselleşme denilenin, Küresel Tek Yapı kurma amacı olduğunu; ‘küresel hakimiyet’ sözü ile de, “Tevrat’ın öngörüsü” olan “Babil Sendromu çözümü” sözkonusu edildiğini ortaya koyuyor/du…
İşte, sözkonusu bu ‘arka plan’; “köktendinci Hıristiyan Siyonistler’in, Tanrının Krallığı/Günlerin Sonu ‘inançları’ oluyor. ABD yönetimindeki bazı yetkililerin, Tanrı’nın Amerika’ya, “dünyayı kötülerden temizleme” ve ‘Tanrının Krallığını’ kurma misyonu verdiğini düşünmeleri de (7) bu oluyor. 11 Eylül 2001’de, Amerika’daki İkiz Kuleleri ‘ABD’nin vurması’, “Tanrı’nın Krallığı”na giden yolun açılış perdesi oluyor, bu yüzden Bernard Lewıs, bir röportajında; “11 Eylül’ün nihai savaşın (-Armageddon) açılış olayı olduğundan şüphem yok.” diyordu (8). Hıristiyan Siyonist bu ‘Şeytani İnsanlar’; Osmanlının topraklarını, tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrası olduğu gibi, bugünlerde –Ortadoğu’da halklar ayaklandı yalanı ile– yeniden şekillendirirken, “Müslümandan Light İslam/Müslüman olunması, Müslümanın evcilleşmesini de istiyor…
İsmet İnönü döneminde, “kendi isteği ile (yani Silahlı Saldırı modeli olmasın, NATO’ya girer, Kore’ye savaşa da gideriz diyerek, Silahsız saldırı modelini tercih edip) değişen” o günkü Türkiye, bugünkü “model ülke/lider Türkiye” üzerinden İslam dünyasına; -‘SİLAHSIZ (gönüllü) Değişin’, yoksa sizi SİLAHLI değiştirecekler mesajı/korkusu da veriyor. “Silahlı Saldırı Projesi BOP/Kırk Katır (Sopa politikası/müdahale yoluyla değiştirme)” projesine paralel olarak işletilen, “Kültürel Saldırı Projesi/Kırk Katır (Havuç/Yumuşak Güç; AB, Sorosculuk/STÖ’ler üzerinden işletilen)” modeli ile Türkiye, ‘bir kez daha’dönüştürülürken; bu değişimi yaşayanların ve yaşatanların, İslam Ülkelerine ‘model/ülke-lider’ olması da isteniliyor. ‘Batılı Beyaz Adam’ın ‘Silahlı (Sopa, Sert) güç politikası’ uygulamasına ‘karşı koyulabildiği’ ölçüde, ama, ‘Silahsız (Havuç, Yumuşak) güç politikası’desteğimizle, ‘ABD (Anglosakson-Judea) fundemantalizmine hizmetimiz’ sürüyor.
Ne yazık ki de ülkemiz ve İslam ülkeleri; ‘kendisini yönetemeyen yöneticileri, hacı hocaları’ tarafından, ‘Kırk Katır’ ile ‘Kırk Satır’ tercihi arasında bıraktırılmış; “Fundemantalist teröristlerin hoşgörüşüne” teslim edilmiş bulunuyor…
‘Türk modeli’ ve ‘Değişim/Hoşgörü’ kaybettiriyor…
Bugünlerde “Ortadoğu ve Kuzey Afrika havzası”nda yaşananlar için, ‘toplumsal patlamalar’ denilse de, olan bu olmuyor, olan, “Kırk Satır” modelinin İslam coğrafyasına uygulanması oluyor. ‘Değişin’ denilen ülkelere, “Türkiye modeli” öngörülse de, Hoşgörücü Ali Bulaç bile; “Türkiye modeli” denilen hurafe için; “Türkiye’nin Küresel Sistem içinde‘entegre edilmeyen boşluk’ olarak tanımlanan İslam dünyası için ‘model olma’sı fikri pek eskilere dayanmaz. Sovyet sisteminin çöküşünden sonra üzerinde düşünülmeye başlandı. Bu fikre kuvvetli bir biçimde ABD ve AB çevrelerinde dikkat çeken Huntington olmuştur…Huntington’ın ‘medeniyetler çatışması’ tezini biliyoruz. Söz konusu tezin çöktüğü düşünülüyorsa da, bu doğru değildir. Oğul Bush ve neoconlarının pek sevdiği yöntemlerin yanlışlığının ve Irak’la Afganistan’daki vahşi yıkıcılığının (-Silahlı Saldırı Projesi, Kırk Katır) anlaşılmış olmasını bir kenara bırakacak olursak, Avrupa’da süren İslamofobia, çokkültürlülüğün sona ermesi…düşünüldüğünde, medeniyetler çatışması tezinin -tıpkı BOP gibi- yöntem ve enstrüman değiştirerek yürürlükte olduğu söylenebilir…Obama ve demokratlar ise neoconların askerî işgallerle (-Silahlı güçle) gerçekleştirmeyi düşündükleri şeyi, toplumsal patlamaların yaptığını görüp, yeni taşları ‘yumuşak güç‘ ve ‘model ülke (-Silahsız Saldırı Projesi, Kırk Satır)’ üzerinden döşemek istiyorlar.” açıklamasıyla (9), ‘Hoşgörü’ edebiyatının nasıl ham hayal olduğunu –dolaylı da olsa gavurlarla dost olunamayacağını– söylüyor. Ali Bulaç ayrıca; “Batı dünyasının zihninin gerisinde, Türkiye ve İslam dünyasının ‘tam Batılı bir demokrasi’yi içselleştirip uygulayabileceklerine ilişkin bir kabul yok. Onlara göre bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktır, çünkü Batı biriciktir, taklit edilebilir, ama başarılamaz; Ernest Gellner, taklit dahi edilemeyeceğini söylüyor (da).” diyordu ki (10), bu ve benzer başka açıklamaları, ‘Hoşgörü’ ya da ‘Türkiye modeli’ anlayışının ‘terk edilmesi gerektiğini’ gösteriyor. Samuel Huntington‘un, “Batı medeniyeti için tehlike, bizatihi İslamın kendisi olduğu” açıklamasıyla, “Türkiye Ortadoğu ülkelerine model olsun” isteği, ‘Hoşgörü’ ve model ülke’ hizmetlerinin ‘İslam olan’ aleyhine çalıştığını, ‘farkını belirtmeyenlerin’ farkını kaybedeceğini de ortaya koyuyor…
Seninle ‘Benim’ aramda fark var…
‘Değişim Liderleri Zirvesi’nde “farklı inançlar ve ortak değerler‘ başlıklı panelde konuşan ‘dini lider’ denilenler; hoşgörü ve diyalog mesajları veriyor; Fener Rum Patriği Bartholomoes da; değişim ve hoşgörü bağlamında “Türkiye’yi model olarak” öngörüyor; Appeal of Concience Vakfı Başkanı Haham Arthur Schneier ise; “kimsenin kimseyi ‘ötekileştirmeye’ hakkı olmadığını” söyleyerek, “BEN/Biz olanın”, onlardan ‘farklı olduğumuzu’ ortaya koyma ifademi ‘elimden çalmak’ istiyor. Dahası ise, “iki ülke arasındaki ilişkileri güçlendirmek için ‘önce insanlar arasındaki ilişkileri güçlendirmek gerektiği” vurgusuyla, “insanlığın bir ‘Ortak Bilince’, yani ‘Küresel Yapı’ya sahip olması gerektiği amacını ortaya koyuyor, ayrıca da, “Ben Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin dinsel cemaatler yoluyla güçlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum” görüşüyle de, Müslümanların ‘cemaat yapıları üzerinden’ daha kolay ‘kontrol altında tutulduğunu’veya ‘evcilleştirildiğini’ de söylüyor. Bartholomoes’un da; “Tarih boyunca hiçbir zaman dini cemaatlere şimdiki kadar ihtiyaç duyulmadığını” belirtmesi de, ‘cemaatler anlamında’ ortada bir sıkıntı olduğunu da gösteriyor…
Eski ABD Başkan Yardımcısı Fundemantalist Al Gore, “Değişim Liderleri Zirvesi” konuşmasında, “Türkiye’yi çok iyi bir dostum gibi görüyorum” da diyordu…
Hiçbir gavur (gayri müslim) “Benim dostum” olmaz, olamaz. Bu düşüncem, “onlarla işbirliği yapılmaz, konuşulmaz ya da gavurlara düşmanlık besliyorum demek DEĞİL”, sadece; “Kendimi korumak, BEN/Biz olarak kalmak istiyorum” demek oluyor. ‘Kendi olmayıp’ da ‘Model olan’ ya da “Seninle benim aramda fark var” demeyen ‘müflis’ olur, başka bir şey olmaz, olmuyor…
Tarihe not düşmek için de yazdım…
Ahmet MUSAOĞLU / 22.03.2011