Haziran seçimleri için ‘adaylar’ın tespit edildiği bugünlerde ‘Başörtülü bayanların’ da aday olup seçime katılmalarını sağlamak için oluşturulan, ‘Buluşan Kadınlar Platformu’nun; “Başörtülü vekil yoksa oy da yok” öngörülerine ‘karşı çıkış’, ‘Bikiniciler’den değil de, yine ‘Haşemacılar’ içerisinden gelince, platformdaki bayanlar, itiraz “Bizim Mahalle’den geldi” deyiverince, bu yazım da yeniden geliyor…
‘Mahalle baskısı’ hurafesi ‘kovboy Şerif’ ile toplumumuza girdi, hemen herkes de onun bu ‘tanımlaması’ üzerinden yazıyor veya açıklama yapıyor. Bu sebeple, “Taşı kuyuya sadece deliler atacak değil ya, bazen bir akıllı taşı kuyuya atar, kırk akıllı çıkaramaz” da deniliyor. Benim ‘akıl/bilgi’ ölçüm cihazım farklı, “Tanrısal Gerçekleri Bilmeyenlerin İnsani Gerçekleri Bilemeyeceği” üzerine inşâ edili; buradaki ‘akıllı’ denilen, ortaokuldan bilmem ne yaşına kadar Amerika’da tahsil yapmış, çalışıyor olarak da havasını teneffüs eden ‘şerifimiz’; Prof. Şerif Mardin oluyor…
‘Bay Şerif’, aslında daha önce de söylemişti ‘tartışılan’ söylediklerini ama; ‘Bikiniciler’e,“İkinci Cumhuriyetiniz başladı, artık ‘Haşemecılar’la birlikte yaşamayı öğreneceksiniz/onlara katlanacaksınız”denildiği andan itibaren‘podyuma çıkmıştı’ Şerif’imiz. Gerçi söyledikleri, her yaz Amerika’dan gelip sahne alan benzer ‘yazlıkçılar’dan Prof. Dr. Mehmet Öz gibi; “bir iki fındık yiyin, seks ve yoga da yapın”, ama mesela da; “başını sağa sola çevir, çok faydalıdır, namazdaki selam vermek de budur ama (sen onu değil), yoga yap (-İslam ile işin olmasın o zaman) her şey fıstık gibi” görüntüsünden pek farklı değil. Fakat, ‘Biz Mahalleli’yiz, incitiliyoruz; ‘hoca’ olmayan hocalara; ‘yazar’ olmayan ‘Yazan(yazıcı)lara’ tabii ki cevap vereceğiz…
‘Hocaların hocası’ denilen Bay Mardin için, “Çok saygıdeğer bir akademisyendir. Ama asla ‘hoca’ değildir. Ondan bir ‘hoca’ çıkarmaya kalkanlardan korkarım.” deniliyor (1). Şerif’in, bırakın kitaplarını, bir tek makalesini dahi okumamış olanlar, o günlerde ‘şerif yıldızı’ takıp, ‘kuyuluk taşa’ değiniyor olsalar da; sözkonusu ‘kuyuluk taşı’ın ‘ilk sahne alması’, Mayıs/2007’ye uzanıyor. O günlerde bir gazeteci, Bay Şerif’e; “İslamcılığın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmadığı konusunda dünyada çok azörnek var, biri de AKP… Dört buçuk yılda AKP size şahıs olarak güven verebildi mi?” diye sorunca, cevap olarak Bay Şerif; “Bana onlar güven veriyor ama kalan şüphelerimi anlatmak için sorduğun soruyla ilgisi olmayan bir yerden başlayacağım. Türkiye’de ‘mahalle baskısı’ diye bir şey var.” diyordu (2). İşte.. o günlerde ses getirmeyen “Mahalle Baskısı” tanımı, 5 ay kadar sonrasında Şerif’in, ‘etli pozları’ ile tanınan bir bayan ‘Yazan’la olan röportajında ‘yeniden baskı’ yapınca; yazıp konuşan herkesin ‘gürültüsü’ de, ‘Mahalle Baskısı’ denilen oluyordu.
‘Mahalle Baskısı’
“Mahalle Baskısı” ile kastedilen şey, Osmanlı Dönemi’ndeki ‘Jön Türkler’in en çok korktuğu şey oluyor. Bu tanım, Osmanlı ‘reformcusu/yokedicileri’ Jön Türklerin, karşılaştığı “İslami direnci” anlatmak için kullanılıyor. İşte, Bay Şerif Mardin (Osmanlı’da görülen), ‘Mahalle Baskısı’ dediği şeyin, ‘hâlâ’ da varlığını sürdürdüğüne inanıyor (3). Bu ‘baskı’nın, AKP‘den bağımsız olarak Türkiye’de yaşadığına, dolayısıyla da, AKP’nin bu havaya ‘boyun eğmek’ zorunda kalıp ‘istenilen reformları’ yapamayacağı endişesi taşıyor. Dün Osmanlı’yı reforme edip yokolmasına sebep olan “İlk Tanzimatçılar” ve artıkları ‘Jön Türk kuşakların’ başına gelenin, “Yeni (Cumhuriyet) Tanzimatçıları”nın başına gelmesini istemiyordu. Yoksa, Bay Şerif, AKP kadrolarından, onların yaptıkları reformlarda geri kalacağından endişe etmiyordu. Fakat yine de, AKP’yi bir sınava tabii tutuyor; “AKP belki de gerçekten gizli planları olan bir parti, onu zamanla anlayacağız…Bazen kanıtlar üst üste gelir, Buböyledir dersin, bir karara varırsın, ama burada durum böyle değil…bekleme dönemindeyiz.” diyordu (4). Bay Şerif’i ve ‘benzer Şerifleri’ asıl rahatsız eden şey, “öz değerlerini” hâlâ muhafaza edip ‘zoraki Batılılaştırılmaya’ hâlâ direnen halkın (Mahalle Baskısı buna diyor), AKP’yi; yeni döneminde yapacağı reformlarda olumsuz etkilemesi endişesi oluyordu. Bunun sebebi ise, “İlk Tanzimatçılar” ve sonrasında gelen “Islahatçı, Jön Türk ve İttihatçılar” gibi ‘tüm reformistler’ ile, “Mahalle’nin (halkın) zihniyetinin örtüşmeyişi”nin ortaya ‘sorun çıkarması’ oluyordu. Yani, halkın gelenek, görenekleri ile, “evden (Mahalleden) kaçan evlat” denilebilecek reformistlerin anlayışlarının ‘uyuşmayışı’ sebebiyle, “halka ulaşılamaması”, dolayısıyla da “reformların yapılamaması” endişeleri oluyordu.
İşte, ‘diğer reformistlerin’ halka ulaşmadıkları için bugüne değin başarılamayan (kırılamayan halkın direnişi), “İslam ortak paydası ile” ‘halka inmeyi’ başaran AKP ile başarılmak isteniyordu. Çünkü, ‘İslam karşıtlığı’ ile ünlenmiş CHP klasiğinin, İslami hassasiyeti fazla olan halkın genelini ‘değiştirip dönüştüremeyeceği’ bilinebiliyor. Milli Görüş gömleği giyilen dönemde halk ile kurulan “İslam paydası” sonucu, “bunlar bizden” notu alıp da, sonradan ‘gömlek (Mahalle/İslam alanı) değiştiren’ bugünkü AKP’lilerin, halkı çok rahat dönüştürdüğü (reforme ettiği) de zaten görülebiliyor. ‘İslam reformcusu’ diyebileceğimiz Ali Bulaç; “Türkiye’de ilk defa iç toplumsal dinamiklerle küresel talepler ve AB’den gelen bazı reform talepleri örtüşmeye başladı.” dese de (5), örtüşen bir şey yok; ‘iç dinamiklerin (gömlekçilerin, Haşemacıların)’ halkı, ‘küresel istekler’ doğrultusunda reforme ettiğini söylemek ‘doğru değerlendirme’ oluyor. Zaten, Anglosakson-Judea (ABD) politikalarının, kendilerini ‘Müslüman’ olarak tanımlayan insanlar eliyle İslam coğrafyasında ‘Amerikan İslamı’nı; ‘Türkiye’ ve ‘Malezya’yı model ürettiği, bugünlerde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya ‘model taşıdığı’ tartışılır bile olmuyor. İSLAM İslam’dır, önüne veya arkasına başka bir isim eklenemez ama, ‘Ilımlı İslam’ ya da ‘Türk/Anadolu İslamı’ gibi hurafelerle İslamı Protestanlaştıranın, Amerika/tarihsel AMELİKA kavmi ‘motoru’ olduğu biliniyor. Yani, “iç toplumsal dinamikler” diye bir şey yok, ülkemizde veya İslam coğrafyasında, kendilerini ‘Müslüman’ olarak tanımlayan bazı siyasiler ve dini gruplar (bu ‘iki ayak’), bilerek veya bilmeyerek, Tevrat’ın öngörüsü olan “Babil Sendromu çözümü (Küresel Tek Dil-Devlet/Din) için hizmet veriyor…
Bay Şerif’in, ‘Mahalle baskısı’ dünyada da kullanılan bir kavram mı (?) sorusuna verdiği cevaptaki, “Hayır kullanılmıyor, onun yerine ‘fondamantalist’ kavramı bunların hepsini örtüyor” açıklaması, ‘Mahalle Baskısı’ denilen şeyin “kandırmaca” olduğunu; korkulanın (değiştirilmesi istenilenin) İslam olduğunu ortaya koyuyor. Jön Türkler “Mahalle İslamı’ndan (baskısından) ürküyorlardı” denilmesi de, geçmişte de korkulanın ‘İslam’ olduğunu ortaya koyuyor.Bu da, ‘Mahalle Baskısı’tanımı üzerinden çıkartılan gürültünün ‘arka planı’nı ortaya koyuyor. Fakat sorun şu ki, ortada “Mahalle’ mi kaldı ki, baskısı da bulunsun”.
Ortalık da ‘Mahalle mi kaldı ki’ Baskısı olsun…
‘Şerifgiller’ üzerinden bir ‘mahalle’ edebiyatıdır gidiyor. Peki de, nedir bu ‘Mahalle’ denilen şey?..
‘Mahalle’ tanımı günümüz insanı için pek bir şey ifade etmiyor. Çoğu da zaten ‘Mahalle’ nedir bilmiyor. Osmanlı’da kullanılan ‘Mahalle’ kavramı, vatandaşların birbirilerinden sorumlu olduğu sosyal bir birimi ifade ediyor: “Günümüz kuşakları için mahalle kelimesi fazla bir anlam ifade etmiyor. Semt, site, uydu kent kavramları moda…Buna rağmen gerek Anadolu’da gerekse İstanbul’da büsbütün ortadan kalmış da değil bu sözcük. Aslında mahalle kelimeden öte kavram…Merkezinde caminin bulunduğu, onun çevresinde bakkal, kasap, manav, fırın, kunduracı esnafının kümelendiği, 2. Mahmud dönemine kadar cami imamının sorumluluğunda görülen, son Osmanlı asrında yapılan idari düzenlemeler sırasında ‘muhtar’a emanet edilen yer. O döneme kadar imamın sorumluluğu sadece camiyle, ibadetle sınırlı değildi. Kentin birinci derecede mesul kişisi olan kadı tarafından padişah fermanıyla tayin edilen imamlar mahallenin asayişinden, temizliğine, ahlaki durumuna her şeyinden sorumluydu. Zina veya fuhuş ihbarları ona yapılır, imamın oluşturduğu heyet gerek gördüğünde ihbar doğrultusunda dilediği eve baskın verip arama yapabilirdi. Keza padişah fermanlarının, hükümet tebliğlerinin halka duyurulmasını ve takibini yapmak da onun göreviydi.
Mahallelilik bir tür ‘müteselsil kefillik’ti. Yani herkes birbirinden sorumluydu. Örneğin bir suç işlenir ve faili bulunamazsa bütün mahalle bundan sorumlu tutulurdu.” deniliyor (6). Sözkonusu edilen ‘Mahalle’, tabii ki artık yaşamıyor, söz edilen ‘imamlar da’ zaten ortalıkta görülmüyor! Kalıntısı yakın yıllara kadar da gelmeyi başarabilen ‘Mahalle/anlayışı’ için: “Bizim mahallede delikanlılar vardı…Dışardan gelen çapkınlar, önce onlara toslardı. Çünkü mahallenin namusu onlardan sorulurdu. Önce o delikanlılar kayboldu gitti. Sonra da zaten mahallede namusu korunacak kız kalmadı. Geçenlerde bizim mahalleye uğramıştım. Bir baktım, arkadaşının sevgilisine askıntı olan yeni tipler türemiş…Böyle mahallenin baskısı’ndan ne olur? Hamidiye Çeşmesi akmıyor. Has Fırın’da artık pizza pişiyor…Halbuki o mahalle’nin bir anayasası vardı. Tıkır tıkır işlerdi…Kimse mahkemelik olmazdı. Çünkü hak hukuk diye bir racon vardı. Mutfak terbiyesi ve sofra adâbı vardı. Tanrı Misafiri diye bir şey vardı. Biz böyle bir mahallede büyüdük.” deniliyor (7). ‘Mahalle’ denilen buydu, ‘reforme edilmemişlik’ de bu oluyordu…
Ne zamanki ‘Habitat modası/dolması yuttuk’, kalmadı artık bize ait bir ‘Mahalle. ‘Sahte tanrı (-Sahte yaşam biçimi)’ anlayışını Habitat getirince, ‘gerçek Tanrı’ anlayışı da, ‘Mahalle’ de kalmadı pek ortalık yerde. ‘Mahalle’ ya da ‘Tanrı misafiri’ kavramının artık olmayışı da bu sebeple oluyor. ‘Mahalle’ kaybolunca, ‘tesettür’ de kayboldu; ‘Başörtülü’ değil, ‘türbanlı’göbeği açık kızlar; ‘Haşemacılar’ türedi. Çünkü, ‘Bikiniciler’in daha önce yaşadığı süreç yaşanmış, ‘kendilerinden zannettikleri’ insanlar eliyle ‘Mahalle’den ‘Mahallesizliğe’ geçilmişti…
‘Mahalle kaybolunca’, ‘Mahallesizlik’ doğdu…
Yerleşme anlamındaki ‘hulûl’den türemiş olan ‘mahalle’ sözcüğü için, ‘Arapçadır’ denilmesinin yanında, “…İslam sosyolojisinde tek bir cami ve tek bir imam etrafında yerleşmiş insanlarla sınırlı mekánı tanımlar.. ÖTE yandan, dine koşut biçimde ‘mahalleleşmek’; yani ‘öteki’nden farklılaşmak; háttá daha doğrusu, ‘ben’ olanla birlikte olmak içgüdüsü de daima devamlılık arzetmiştir.” de deniliyor (8). Haliyle de, ‘Mahalle’ bir ‘Kimlik’ olup, ‘Öteki’nden ‘farklı’ olduğunu ortaya koyuyor. Bu bir düşmanlık değil, –Bu benim kimliğim, seninle farkım, demek oluyor.
Osmanlı İmparatorluğu I.Tanzimat’a (1839) dek, bu ‘kimlik’ üzere olmuş, sosyal birimini ‘Mahalle’ bazına oturtmuştu. Şüphesiz ki ‘Mahalle’, Tanzimat ile bitmemiş, Cumhuriyetimize de taşıp, 1970’lere kadar da gelmişti. Bu süreçte ‘öldürülürken’, I.Tanzimat ile ortaya çıkan şey, ‘Mahallesizlik’ olmuştu…
I.Tanzimat ‘Mahallesizlik’ üretince, İslam sosyolojisine göre, Mahallelilik bir tür ‘müteselsil kefillik’ iken, bu defa;Mahallesine uymayan; yani kendini ‘Mahalle’sinden’ farklı ifade etmeye başlayanlar da türedi. Aynı soydan gelmeseler dahi, birbiriyle zayıf ya da güçlü, ama sürekli iletişim içinde olan, ama aynı zamanda dayanışan, kendini diğerlerinden de sorumlu addedenlerden oluşan ‘Mahalle’den kopanlar, şucu bucu, ama artık ‘Mahallesiz’ oluyordu…
‘Mahallesizlik’, “Kişiyi belirleyen kimliğin çıkartılıp, onun yerine özüne ait olmayan bir başka kimliğin giyilmesi”, yani ‘kendi olamamak, kimliksizlik’ oluyor. İşte, ‘Mahallemizi’ değiştirmemizi isteyenler onlar; onlar, geçiş yaptıkları ‘Yeni Mahalle’ adına konuşan reformcular oluyor. Didonlar onları geçmiş versiyonları oluyor…
‘Didon’ ya da ‘Mahallesizlik’
‘Didon’ tabiri, 1854-1856 Kırım Savaşı için Ruslara karşı ittifak yaptığımız İngiliz ve Fransız askerlerinin İstanbul’a gelişi sonrası doğdu. Müslümanlardan alafrangalığa heves eden, Avrupai adetleri benimseyenler için kullanılmıştı (9). Bu tip ‘kimliği kırılmış (Mahalle değiştirmiş)’ insanlar, ‘Batılılaşmayı kendi Mahallesine’ tercih ediyordu.
İşte, bugünkü ‘Mahallesizler’ de, Osmanlı’nın Didonlarına, Jön Türklerine benziyor. Bir fark var ki, “Yeni Jöntürkler”, ülkesinden Batıya gidip de, orada ‘beslenip’, tekrar ülkesine dönüp de halkını kandıran “geçmişteki Jön Türklerden” farklı olarak; ders almak için Batıya gitmiyor, kendi ülkesinde ‘Mahallesiz’ olup; halkını önce ateşle (solculuk, sağcılık, liberallik, İslamcılık, Milliyetçilik vb. ile) pişiriyor, sonra yeniden resetlenip; yanardağla, yani İnsan Hakları, Özgürlük, Demokrasi yalanları ile ‘servis’ çekiyor.“Şerif Mardin…Sosyalist bir kökenden gelme. Öğrencileri de öyle. Az buz değil, sol düşüncenin ateşli savunucularıydı. Ertuğrul Özkök, Haluk Özdalga, Hakan Yavuz gibi. Şerif Mardin bugün ABD’de bir üniversitede görev yapıyor. Kendileri önce Bediüzzaman üzerine çalışmalar yaptı. Onun Bediüzzaman üzerine çalışma yapması, sosyolojinin bir gereği olsun için değil. Bir amaçla yapılmış bir çalışmadır bu…ekolü bu çizgiyi sürdürüyorlar. Hakan Yavuz Telaviv üniversitesinde Türkiye’deki cemaatler, Milli Görüş ve Akepe üzerine bir çalışma yaptı. Bir bakıma, sosyal bir olayın hazırlayıcısı oldu…Daha sonra, Sayın Yavuz, Fetullah Gülen üzerine bir çalışma yaptı. Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinde de yazılarına rastladığımız Yavuz, Edibe Sözen ile bir evlilik yaşadı, kısa bir süre de olsa. Ne tuhaftır ki sol gelenekten ve düşünceden gelen bilim adamları, kendileriyle birlikte bir evrilme içindedirler. Söz konusu bu bilim adamları şu anda kendilerine ait bir mahalle oluşturuyorlar.” deniliyor (10). Onlar bir ‘Mahalle’ oluşturuyorlar ama, modernleşme arzuları ve analizleri, ‘Mahalle’mizde yaşamadıklarını, “kendi ‘Mahalle’sinden koptukları için ‘Mahallesiz’ olduklarını” da gösteriyor.
‘Mahallesizlik’ için; “Türkiye’deki toplumsal ve siyasi yapıyı; huzuru, güvenliği bozacak (ve bozmakta olan) bir olgu varsa, onun adı ‘mahalle’ değil, ‘mahallesizliktir’.” denilse de (11), yapılan bu tanım doğru değil. Çünkü, ‘Mahallesizlik’; “kırılan kimlik” sonucu “öz anasından kopmuş evlat” gibi oluyor. “Sadede gelelim: Şerif Hoca, mahalle baskısı derken, tabandan yükselen bir ‘İslamcı’ siyasi hareketten söz ediyor ki…O tip bir hareket karşısında en büyük ‘demokratik’ güvencelerden biri AKP‘dir.” deniyor ki (12), aynen doğru; çünkü, AKP icraatları, ‘Mahalle Baskısı’ndan korkanların değil, ‘Mahalle Baskısı’ yapacak denilenin ’Mahallesini’ değiştiriyor. Bu sebeple “asıl korkması gerekenler”, İslamı, “korkanlara göre” daha çok yaşayan Müslümanlar olması gerekiyor. “AKP değişir mi” düşüncesi yüzünden ‘Korku Kardeşliği’ yaşayanlar ile, “Korkması gerektiğinin farkında bile olamayanlar” bu ‘iki kesim (Bikiniciler ve Haşemacılar)’; alın birini vurun ötekine; tüm reformistler, ‘Mahallesinden kopmuş evlatlar’ oluyor…
Bu ‘iki kesim’in hâlen ki çatışması, ‘Başörtüsü üzerinden de’ görülüyor gibi olsa da, aslında “yaşam biçimleri farkı” üzerinden sürüyor. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu; “Burada başörtüsü bir bahane. Bir dünya görüşü olarak, ideoloji olarak İslâm var. Bir de İslâm’ın bu memlekette güçlenmesini istemeyenler var. Daha doğrusu statükoya hizmet eden bir İslâm’ı isteyenler ile statükoyu sarsan, değiştirmek isteyen İslâm’a ve Müslümanlara karşı olan bir zihniyet var. Bu ikisinin mücadelesi başörtüsü üzerinden yürütülüyor.” diyor. (13). Sayın Kırbaşoğlu’nun, “statükoya değiştirmek isteyenler”dedikleri, Benim, ‘Haşemacılar’ olarak tanımladıklarım; buna karşın “İslâm’a ve Müslümanlara karşı olan bir zihniyet” dedikleri ise, Benim, ‘Bikiniciler’ dediklerim oluyor…
Her iki ‘iki kesim’ de reformist; aralarında sadece, ‘yaşam biçimleri’ anlamında; “biraz daha fazla İslam” ile, “daha fazla İslam şeriat” farkı bulunuyor. ‘Haşemacı’, Batılı gibi yaşamıyor ama, Batılı Beyaz Adam’a ‘hizmet veriyor’; ‘Bikinici’ ise, Batı karşıtlığı yapıyor ama, Batılı değerleri savunuyor, yaşıyor; yaman çelişkileri de bu, ‘Batılılaşmak (Mahallesizlik)’ her ‘iki kesim’in amaçları oluyor. Oysa ‘Mahallesizliğin’ defedilmesi, ‘kurtuluş anahtarımız’ oluyor…
Kurtuluşumuz, “Mahallesizlik’ten kurtulmak” oluyor…
Opera, Senfoni, Uvertür (vb.)… nedir ne değildir, ne kadar bilirsiniz?
Tıpkı, Nobel Ödüllü yazarımızın eserlerinin; okunulmasa da, ‘bende var’ diyebilmek için alınması gibi; “Git sıkıl, ama izle!”
Bu vesile ile edineceğim konu, küçük çocuklara ‘Kur’an öğretilse’ karşı çıkan vaya ülkenin ‘genel yapısına (Mahalle’ye)’ çağdışı bakan; ama kiliselerde, bilmem ne sergiletmeyi ‘çağdaşlık’ sayan şu ‘çağdışı kafa’ oluyor: “Topkapı Sarayı bahçesindeki Aya İrini’de ünlü piyanist Fazıl Say’ın Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası’yla verdiği konsere gittim.Saat 19.00’da Sultanahmet’e geldiğimde alanda mahşeri bir kalabalık vardı…Oradan saraya gitmek için boydan boya Sultanahmet’i geçtik… İnsanlar çoluk çocuk çimlerin üzerine oturmuş iftarı bekliyorlardı…Karşımızdaki tablo İstanbul gibi bir dünya kentine hiç yakışmıyordu. Kadınların hemen tamamı tahmin edeceğiniz gibi türbanlıydı…haremlik selamlık yoktu. Kadın erkek bir arada oturup iftar açıyorlardı…Aya İrini’ye geldiğimizde, işte orada ikinci Türkiye çıktı karşımıza. Çok sesli evrensel müzik izleyicileri Aya İrini’yi tıklım tıklım doldurmuşlardı. Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası… Orkestranın yaş ortalaması 14…Konser Dvorak’ın 9. Senfonisi’yle son buldu. Böyle bir orkestra kurduğu ve bunu yaşattığı için Doğuş Grubu’na ne kadar övgü yağdırsak azdır….Şef Rengim Gökmen(’in)…şu sözleri ne kadar anlamlı: ‘Bu çocuklarla tüm çocuklarımıza çok önemli bir mesaj vermek istiyoruz. Unutmayalım ellerine entrüman alan çocuklar bir daha silaha el sürmezler…yeni dünya değerlerine saygılı birer çağdaş insan olarak yetişirler.’İşte Türkiye’nin kurtuluş anahtarı bu sözlerde gizli.” deniliyordu (14). Ülkesinin genel değerlerine aşağılayarak bakan bu ‘görgüsüzlük/mahallesizlik’, kendimizi yok etmemizi, ‘Mahalle değiştirmemizi’ istiyor. Son yıllarda, Borusan, Doğuş Grubu gibi büyük firmaların, “klasik batı müziği” aşkları neden debreşti sorumuzu dikkatinize sunup geçiyorum Avusturyalı besteci Mozart (1756-1791)’a, onun; “Saraydan Kız Kaçırma” ya da diğer adıyla “Belmonte ve Constanze” isimli bestesine ve ‘Mahallesizlik’ ilişkisine…
Sözkonusu eser, “Müslüman/Osmanlıya” karşı düşmanlığın sanata yansıması, ama aynı zamanda, bizim geçmemizi istedikleri “Yeni Mahalle’nin (Batılının) toplumsal ruh hali” de oluyor. “Saraydan Kız Kaçırma…Batı’nın ruh yapısını ortaya kor. Batılı bir soylu kadın (Costanze) ve yardımcısı (Blondchen) Türkler tarafından esir alınır ve saraya satılır. Sarayın hakimi dönme Selim Paşa’dır. Türk tipini ise haremağası Osman canlandırır. Zarif Batılı kadın, ona aşık fedakar Belmonte soylusu hep yüceltilir. Zalim selim Paşa bile dönme olduğu için en sonunda büyük bir fedakarlıkta bulunur. Kötü olan ise Türk (Müslüman) Osman’dır. Bugün bile Batılının kafasında aynı Osman egemendir.” denilmesi bu oluyor (15). Osman ‘Mahalle’ olan; ‘Mahallesiz’ olanın ismi, Ertuğrul veya Osman olsa da, aslında ‘Didon/Jön Türk’ oluyor…
Bay Şerif gibi, dünya çapında ünlü (!) denilen ‘bir diğer yazlıkçı’, Prof. Dr. Vamık Volkan’ın: “Miloseviç, ölümcül bir yol bularak Sırp kimliği inşa etmeye çalıştı…Osmanlının 600 yıl sene önce orada oluşunu canlandırdı. Bunun üzerinden siyaset üretti. Sırbistan’a gittiğimiz zaman bu eski olay insanların kafasında canlandırılmış. Geçen yıl Viyana Üniversitesi’nde eğitim yaptım. Onlarda da bu var. Ansızın farkına varıyorum ki Viyana’nın istilası bir adım ötede. Dokunuyorsun o geliyor. Hafızalarda o var.” açıklaması (16), ‘Mahallesizlerimizin’ yaşamayı arzu ettikleri ‘Öteki Mahalle’nin; Müslümana olan ‘kinini’ hafızasında sürekli tuttuğunun aleni delili oluyor.
Bu gerçeğe rağmen, ‘Mahallesizler’ bizi ‘biz/Osman olmaktan çıkartıp’ ‘Mozartlaştırmak’ isteseler de; “çağdaşlık ‘Mozartlaşmak’ değil, ‘Osman’ kalabilmek” oluyor. Bu yüzden ülkenin ‘kurtuluş anahtarı’, “Mahallesizlikten kurtulmak, yani Batılılaşmak (Batılı Beyaz Adam ile işbirliği yapmak) amacından vazgeçmek” oluyor. Ama bunun için önce, ‘Mahallesizliğinizi’ yıkmanız, cetvellerinizi kırmanız gerekiyor…
Yıkın Mahallesizliğinizi, Kırın cetvellerinizi!..
Din ‘sadece o’ olan “İslam” ‘konuşturulmazken’, “İnsan, kendi hayatının akışını değiştirme gücüne sahip olabilir; sen iste olur, pozitif düşün yeter” diyerek, elimizde kalan ‘Mahallemizi’ Mahallesizliğe (-İslam mahalle alanının dışına) öteleyenlere kimsenin ses çıkarmadığı, bugünlerde sıklıkla görülebiliyor.
Yeni bir ‘din’ üretimi olan ‘Secret’a görüş veren, ‘What the Bleep do we know’ filmine esin kaynağı olan Dr. Alan Wolf, 2007 yılında İstanbul’daydı. “Katılımcılar arasında New Age meraklıları da vardı, fizik ve matematik profesörleri de…Seminerin verildiği salona girerken herkese bir torba veriliyor. İçinde birtakım kartonlar, bir adet makas, lastik,cetvel gibi malzemeler var…Dr. Wolf, sahnede ‘zamanın sırrı’nı anlatmakta…Daha ne olduğunu anlamadan ‘Çıkarın cetvelleri’ demez mi? Herkes haşır huşur torbasına dalıyor…Zaten bir şeyi öğrenmek için katılımı şart koşuyor. Mecburen çıkartıyorsunuz cetveli. ‘Şimdi seçtiğiniz herhangi iki nokta arasındaki mesafeyi ölçün’ diyor…Haydaa! 200 kişi, elinde plastik bir cetvel, havaya kaldırarak bir şeyleri ölçmeye çalışıyor. Bunu yaptırmasının nedeni, bilim adamlarının nasıl gözlem yaptığını anlatmak içinmiş!.. Bir sonraki ‘ders’ Einstein’ın rölativite teorisi. Gayet anlaşılır bir dille anlatıyor. Sonra da ‘hadi bakalım madem anladınız, anlatın o zaman’ diyor. İşte Kuantumcuları baş başa bırakmaya karar verdiğim nokta burası. Yavaşça dışarıya süzülüyorum…Ancak Kuantum teorisi doğru mu öğretiliyor, orası belirsiz. Sos niyetine Kuantum’u kullanıp bir hayat felsefesi edinmek isterseniz, o ayrı…Adam kitap yazmış, film yapmış… Ancak pozitif düşünce denen şeyi de reddediyor, çünkü bahsettiği çok daha derin bir konu: Evreni tekamül ettiren enerjiyle işbirliği yapmak. ‘İyi de baba, nasıl?’ derseniz cevabı şu: İçindeki ışığı keşfet evladım!” deniliyor (17). “Öteki Mahalle”nin bu adamı, ‘Mahallemizde’; “İçindeki ışığı keşfet değil, dinini terk et, bu yeni dine gir” diyor. ‘Kuantum Düşünce Tekniği’ denilendeki, “İstemezsen, inanmazsan bu yeteneğini kullanamazsın” kuralı da, ‘inancı!!’ devreye sokuyor ki; bu, “dinini bırak/bu yeni dine gir (Mahalle değiş)” demek zaten oluyor.
Son yıllarda ülkemizi ağ gibi saran her türlü ‘sahte dine (Mahalle değiştirin öngörülerine)’ karşı, ‘Bikinici’ veya ‘Haşemacı’, ‘Mahallesizlerimizde’ en küçük bir tepkisi görülmezken, ‘Tek kişilik Tarikat sahibi pusulasız keşiş’ Ertuğrul Özkök; konu İslam olunca kepenklerini hiç kapatmıyor; hemen fanatikleşebiliyor: “Şehirlerarası otobüslerde bazı kişiler namaz molası istemeye başlamış. Şimdi bazıları çıkıp şunu söylüyor: ‘Canım birkaç kişi bunu yapmış ne olur?’ Sosyolog yanım, bu gerekçeye hiç ama hiç güvenmiyor. Bütün Türkiye’den bunu yapan tek kişi bile olsa, bütün toplumu din taassubuna sokacak bir tehlike mevcuttur demektir. Çünkü o ‘tek kişi’ bunu ‘din adına’ yapıyor…İtiraf edelim, söz konusu din, hele hele İslam dini olunca hepimiz bu fanatizmden ürküyoruz.” diyordu (18). Oysa, İslam yaşam biçimi olan ‘Mahalle’, bu topraklarda ‘veba’ değil; asıl veba olan, ‘Mahallesizliğin görgüsüzlüğü’ oluyor.Bu ‘görgüsüzlüğün’ oluşturduğu ‘Korku Kardeşliği’ de zaten, hiçbir anlam ifade etmiyor…
‘Korku Kardeşliği’ yersiz, ‘Haşemacılar’ haydin fon dip!..
Bay Şerif’imizle konuşup da, ‘Mahalle Baskısı’nı ve ‘Kadınların korkması gerektiğini!!’ kamuoyu önüne röportajı ile taşıyan ‘yazan’ Ayşe Arman için, “…Ayşe Arman, gözümüzün önünde Hülya Avşar’laştı. Bize sürekli et gösteriyor…Tuhaf olan da şu: İnsan neden bu sonucun ısrarlı tekrarına rağmen kendi de bu ‘etli’ pozlarda ısrar eder? Galiba cevabı Şerif Mardin röportajında buldum! ‘Ya biz farkında bile olmadan, gittikçe etek boyları uzarsa…’ diyen soruda…‘Eğer benim hayat tarzım değişmek zorunda kalacaksa, Boğaz’da istediğim gibi içki içip balık yiyemeyeceksem, istediğim gibi giyinemeyeceksem ben ne yapacağım?’ diyen soruda…Belli ki Ayşe de gidişattan endişelenenlerden. Belki psikolojik bir şey: Ya beni kapatmaya kalkarlarsa diye giderek inatla kendini açıyor olabilir mi? Bu endişeye sahip pek çok kadın tanıyorum.” deniliyor (19). Et gösteren gazetecinin, inatla mı ‘et gösterdiğini’ bilemem, bilebildiğim; “AKP’li-Hareketli dönemde” açıldıkça açılan Tesettür (!) otellerinin, Bikiniciler (Etgöstericiler)ile ‘Haşemacılar (Örtüsüzler)’ arasındaki ‘yaşam biçimi farkı’nıkapatttığı oluyor. Bu yüzden “sürekli et gösteren, etli poz veren bayanlar” ‘korku kardeşliği’ oluşturmaktan vazgeçip; ‘et göstermeye de, boğazda içkiye de’ devam etsinler, çünkü; “Müslüman olanın” reformu sürdükçe, ‘korktuklarını’ karşılarında, ama düşman olarak değil, ‘masalarında’ bulacaklar: Haydin fon dip!…
‘Fon dip sarhoşluğu (Kırılmış kimlik)’ yaşayan ‘Haşemacı(Mahallesizliğin) görgüsüzlüğün(ün)’ kendi içerisindeki, “Başörtülü vekil yoksa oy da yok ya da var” tartışmasına, sonraki yazımda değinirim…
Ahmet MUSAOĞLU / 11.04.2011