Oldum olası edebiyatı sevmem. Sevmem derken de, ortadaki haliyle edebiyatı sevmiyorum. Çünkü, kadın ve erkek, insanoğlunu, “kendi/bilgi gerçeği”nden uzaklaştırıyor. Her “alan/kişi”, “bilgi sunan” konumda olmalı ama, mevcut edebiyat/alanı “kişiyi bilgiden uzaklaştırıyor”. İçi boş, ‘güzel sözler’ zemini olmaktan başka bir işe yaramıyor. Bilgi sunmasıyla, “gerçek edebiyat eseri” olarak gördüğüm bir eser, Nazan Bekiroğlu’nun son eseri, “Lâ- Sonsuzluk Hecesi” oluyor. Daha açık ifade edersem de, “devenizi mi bağlayacaksınız”, Kur’an-I Kerim’den “kökenlenmezseniz” ya da rahmetli Mehmet Akif’in dediği gibi, “Kur’an’dan almazsanız ilhamı…”, sizi/kimseyi ciddiye almayacağım kesin, bu düşüncem ‘bilimsel aklım’ oluyor…
Bu açıklamama rağmen yine de merak edenler çıkabilir, bu düşüncemi biraz daha açarsam da…
Eğer insanoğlunu konuşup yazacaksak, “insan denilen varlık yerden OT biter gibi bitmediği, Yaratıcısının eseri” olduğu için, “Sanatkârı’nın” eseri ‘insan’ hakkında ne söylediğini dikkate almalıyız diyorum. Bugünkü psikoloji gibi, edebiyatda bunu yapmadığı, “boş sözler depoculuğu” yaptığı için, “bu tür edebiyatı da, edebiyatçıyı da” ciddiye almıyor; okumuyor, dinlemiyorum. Yer ve zemin bulduğumda da bu düşüncemi, edebiyatçılarla da paylaşıyorum. Mesela, “Türk Edebiyat Vakfı”na, edebiyattaki “Gül ile Bülbül aşkı” temasının boş bir aşk anlatımı olmadığını, “Gül ile Bülbülün aşkı” denilenin, “insanoğlunun yeryüzüne ilk ayak bastığı dönemde” onunla birlikte mutlaka olması gereken bazı “evcil bitki (-Çiçekli Bitkilerden gülün) ve evcil hayvanların (Kuşlardan Bülbüllerin) buluşması” olduğunu ortaya koyan, “Bülbüller hep gider, güller hep solar ama..” başlıklı yazımı gönderip, “işte edebiyat böyle olmalı” dedim ama, yazının içersinde birkaç adet “Kur’an ayeti” bulunması, yayınlanmama sebebi oluyor, yazdığım bilimsel olmasına rağmen de, “yazışmakla” kalıyorduk. Buna benzer şekilde, aynı yazımı gönderdiğim bir isim de, İskender Pala oluyordu…
Kendilerine, 12.01.2010 tarihinde yazdığım mail-mesajda; “Bugün ortalıkta edebiyat diye bulunanın, edebiyat olmadığının farkı bu…” diyerek gönderdiğim sözkonusu yazıma ilaveten ayrıca, şunları da yazıyordum: “Müslüman-kültür” ‘havucu’ üzerine 13 yazı yazdınız. Tabii ki önce, Allah bilir; bu bir ‘görev’ miydi, kalbiniz de bilebilir, ben bilemem…”Kültür ve Batı” başlığını seçmem sebebiyle, ‘10’un son paragrafa baktım. Oradaki, ‘dünya insanı olmaya aday Müslümanlar aranıyor?’ sözünüzle devam ediyorum: Müslümanın dünya insanı olmaya aday olması gibi bir durum sözkonusu olamaz, her kim bunu iddia ediyorsa bu bir “tuzak”tır, Müslümanın dünya insanı gibi bir amacı olamaz… başlı başına ciddi bir konu olan bu görüşümü burada izah edemem, ama sadece şu: Küreselleşme, Küresel/Tek Tip insan istiyor, sizin bu öngörüleriniz ona hizmet, başka şey olmaz olmuyor. Küresel/Tek insan -dünya insanı- demek, Babil Sendromu Çözümü, yani Tek Devlet-Dil-Din demek olur, oluyor…siz/ler farkındamısınız bilemem…Müslüman ‘kimliğini’ korumalı, ‘ötekini’ de her dem karşısına koymalı –yaşatmalı-; bu, savaş için değil, ‘kendisini korumak’ için, benim size/görüşlerinize karşı çıkışım da bu…alanınız edebiyat! İster edebiyat olsun, isterse de fizik vb vb, Kur’an ‘kökenli’ olmayan bir şeyi ben ciddiye almıyorum, bu görüşüm, ‘bilimsel aklım’dır, kabulüm değil; mevcut şekliyle edebiyat, ‘Müslümanın kimliğinin kırılması’na vesile oluyor, başka bir şey olmuyor. Bence bunu bir düşünün…bir edebiyat yazısının/kitabının nasıl olması gerektiğinin ölçüsü -belki- diye ek dosyada yazımı gönderiyorum…bence bu tarzı düşününüz… bu konudaki görüşüm değişmez, ‘genel bilim dallarını bilmeyen’ -Hayrettin Karaman da olsa- ilahiyat yapamayacağı gibi, edebiyat yazan da edebiyat yapamaz. Bu görüşler size söylenilmeliydi, söyledim…yaşam Tercih’tir, tercih sizin.’ diyordum…
Bunları yazmıştım, çünkü İskender Pala, “dünya insanı olmaya aday Müslümanlar” arıyor ya da Müslümanları “dünya insanı” yapmayı,” dönüştürmeyi (reforme etmeyi)” amaçlamış bulunuyordu…
İşte, bu yazımda kendisini, “boş sözler depoculuğu” olan ‘günümüz edebiyatçılığının’ bu örneğini, hiçbir eserini okumadığım İskender Pala’yı –son eseri– üzerinden eleştireceğim…
Bir ‘yazarı’, kitaplarını okumadan nasıl eleştirirsiniz (?) sorusunun cevabını pek çok kez, hatta Amin Maaoluf’un 8 kitabından birini bile hiç okumadan –gayet güzel de- eleştirirken de vermiştim; eğer kendinize ait bir “tarihsel kültürel modeliniz” varsa ve de “dünyada neler olup bittiğini, dolayısıyla ülkenizde neler olup bittiğini” bilebiliyorsanız, bu çok da kolay, diyorum. Prof. Dr. İskender Pala’nın, geçtiğimiz günlerde çıkan, “Şah & Sultan” isimli eseri (!) için, kamuoyuna yaptığı açıklamalarda da zaten fazlasıyla malzeme bulunuyor…
İskender Pala ‘açılımı’….
Pala’nın, “Şah & Sultan” isimli kitabının konusu, “Çaldıran Savaşı, Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim”in anlatılmasından ziyade, “Alevi Açılımı’na hizmet”, ama esasta da, “Anadolu Aleviliği” diye bir “ideolojik/ırkçı ayrımlamaya” katkı oluyor.
Peki de, bu katkı bir tesadüf mü? Ya da İskender Pala neden “Alevi-Sünni çatışması”nın kökenini anlatma adı altında, nüfus kağıdında din hanesinde İslamı, ya da gereği gibi olmayan ‘zorunlu din derslerini’ istemeyen zihniyet ile, “İslam olanı” sentezlemeye (aynileştirmeye) çalışıyor? Ya da “boş sözler depoculuğu edebiyatının” siyasi gündemle örtüşmesini nasıl açıklayacağız?
İskender Pala, verdiği bir röportajda, –Tam Aleviler’in talepleri gündemde iken Alevi-Sünni çatışmasının kalbini anlatan bir ‘Şah&Sultan’ adlı romanla çıktınız. Bu bir tesadüf mü (?) sorusuna; “Ben Türkiye’de bir aydın sorumluluğunun peşine takıldım. Bundan önce Kürt açılımında hazırlıksız yakalandığımızı gördüm. Eğer o açılımın lafı edilmeden evvel üç tane roman yazılsaydı, iki sinema filmi çekilseydi ve sonra Kürt açılımı denseydi, yani önce zemin oluşturulsaydı bu kadar kavga etmezdik…düşündüm ki Kürt açılımından sonraki açılım Alevi açılımı olacak. Ben hiç olmazsa bu açılımda üzerime düşen görevi yapayım, dedim.” diyordu (1). Fakat sorun şu ki, ‘aydın sorumluluğunu’ tam da, ‘Türkiye’nin yeniden dizayn edildiği’ döneme rastgelmesi, ortada tesadüf olmadığını; “Açılımda görev/hizmet yapması”, yani, insanların ‘boş sözler depoculuğu üzerinden (ikna odalarına girmeden)’ yönlendirilmeleri için akıl verip, topluma “hazırlama (dönüştürme)” misyonu üstlenmesi, ortada olanın ‘proje’ olduğunu gösteriyor. Çıkardığı son eserleri, mesela; bir önceki kitabı, “İki Darbe Arasında”nın, yine gündem siyasetle ‘örtüşmesi’; asker-sivil ilişkisine, ordu bünyesinde yaşanan mağduriyetlere dikkat çekmesi,Pala’nın yaptığının ‘aydın sorumluluğu’ değil, ‘katkı/proje’ olduğunu gösteriyor. Kendileri, ‘Alevi açılımı yapan Hükümetle’ teması olmadığını söylüyor ama, Hükümet/Devlet ile çalışan ‘Hareket’ten gelen istek oldu mu (?) sorusu sorulmadığı için, ‘ilham nereden geldi?’ bilemiyorduk!.. Bilebildiğimiz, “Benim hükümet lehine değil, Türk devleti lehine bir şey yapmam söz konusu.” açıklaması oluyor (2). Türk Devleti lehine bir şey yapması, Hükümetin, ‘ülkenin/devletin yeninden yapılandırılmasında’ görev yapması dolayısıyla, zaten Hükümetle ‘teması’ oluyor. Elbirliğiyle ‘Alevi açılımına katkı’, ortada ‘roman’ olsa da, bir ‘proje çalışma’, ‘tuzak’ bulunduğunu gösteriyor…
‘Anadolu Alevi/Türk İslamı’ tuzağı…
İskender Pala’nın; –Aleviler açısından bu gün ne sorun var? sorusuna; “Bir defa kimlik sorunu var…”; –İnsanların kimliklerini rahatça söyleyebilmeleri için bu ülkede neyin değişmesi gerekir? sorusuna verdiği cevapta ise; “Çok kolay! Mesela din eğitimini onlara kendi istedikleri şekilde verebilmeliyiz.” açıklamaları (3), Pala’nın, “din (ilahi olan)” sadece O olan İslam’ı istemeyen “Alevilerle aynı zeminde” olunmasını, okullarımızda “din kültürü” eğitimi altında verilenin, “gerçek İslam dini” olmadığı, dolayısıyla, bu toplumda asıl da, “Müslüman kimliğinin kırıldıkça kırılması” sebebiyle Müslüman olanların hem “kimlik” sorunu, hem de “İslam eğitiminin istenildiği gibi verilemeyişi” sorunu olduğu bilinmesine rağmen de, Aleviler için “kimlik/din eğitimi” istemesi, neye/kime ‘hizmet’ verdiğini, ama ortadaki ‘proje’yi de gösteriyor. Şaman kültürü ile de “beslenmiş” ve “İslam olanı” kendinden görmeyen (tercih etmeyen) Aleviliği, “İslam olan” ile ilgisi olmamasına rağmen de, “ilgili gibi” göstermesi, Pala’nın “iyi niyet taşımadığın” gösteriyor. “İran Aleviliğinden farklı olarak Anadolu Aleviliğinin temeli Hz Ali ve Hz. Muaviye’ye dayanmıyor. Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’e dayanıyor. İçerisinde Şaman kültüründen gelen unsurlar var, öbür tarafta İslam kültüründen gelme bir din algısı var. Bu günkü Aleviliğin yelpazesini makasın iki ucu gibi düşünürsek bir uçta Şamanizm’den beslenen, Ali’siz bir Alevilik pekala olabilir diyen, makasın diğer ucunda ise oruç tutan Aleviliği pekala görebiliriz. Bu geniş alanda problemlerin ortak düğüm noktası Çaldıran Savaşı.” açıklaması (4), “İslam olan” ile, kendilerini İslam dairesinde görmeyen ‘Aleviliğin’ sentez yapılmasının (karıştırılıp aynileştirilmelerinin, özdeşleştirilmesinin) amaçlandığını gösteriyor.
Pala, “İran Aleviliği” ile “Türk/Anadolu Aleviliği” diye bir ayrıma gidip, bu “ayrımı” keskinleştiriyor, Türkiye Alevileri Şah İsmail’in mirasçısı ‘diyerek’ de, “Türk/Anadolu Alevilerine”, dolayısıyla da Aleviler ile sentezlenmesini (aynileşmelerini) istediği “Türk Sunnilere”, ABD düşmanı bugünkü İran’ı; “Bugün bizim (-yani Türk Alevileriyle, Türk Sunnilerin) kavga etmemize gerek yok” demesiyle –tabii ki kavga edilmemeli ama-, Aleviler ile ‘aynileşecek’ Sunnilere, “kavgalık hedefi de” gösteriyor! Pala’nın, Aleviliğin kökeni için, “İran Aleviliğinden farklı olarakAnadolu Aleviliğinin temeli Hz Ali ve Hz. Muaviye’ye dayanmıyor” şeklindeki açıklaması, ‘Türkiye’nin yeniden dizaynında’, “Türk Alevilere rol model” düşeceğini, İran (Fars, Arap/Muaviye) Aleviliği denilenin üzerine ‘gönderileceğini’, “Sunni İslamı” yerine, “Anadolu Alevi/Türk İslamı” inancı amaçlandığını da gösteriyor.
Pala’nın “kardeşlik/aynı din’ tuzağı…
Alevilik inancını anlatmak neredeyse misyonu haline gelmiş Zülfü Livaneli, dünyanın en saygın üniversitelerinden biri denilen Princeton Üniversitesi’nde 2001 yılında verdiği, “Anadolu İslamı ve Alevilik” konferansta, Aleviliğin temel inancını şöyle ortaya koyuyordu: “Şimdi kısaca Aleviliğin temel inancına bakalım. Konumuz teoloji olmadığı için, üzerinde çok çalışılmış olan inanç konularına derinlemesine girmeyecek ve sadece özetlemekle yetineceğim. Alevi inanç felsefesinin en önemli ilkesi ‘oluşum’dur. Tanrı‘nın ilk biçimi, -Budizmde olduğu gibi- insanlar tarafından tasarlanamayacak bir özdeşliğe sahiptir. Tanrı çeşitli evreler geçirmiştir ve -Hegelci mantıkta olduğu gibi- kendine yabancılaşarak evrende, doğa ve insan biçiminde tezahür etmiştir. İnsan olmadan, Tanrı’nın olması mümkün değildir. Bu yüzden insan, Tanrı’nın bir yaratısı, Tanrı’nın yeryüzündeki belirtisi ve dolayısıyla Tanrı’nın kendisidir. Ademin yeryüzüne sürülüşü bir cezadan çok terfi anlamı taşır, çünkü dünyada bir bedene sahip olmuştur. Alevi araştırmacısı Anton Josef Dierl bunu şöyle yorumlamaktadır: ‘Düşünen insanda Tanrı, bu evrendeki kendi bilincine varır. Bu nedenle insan, daha doğrusu kamil insan yeryüzündeki gerçek Tanrı’dır. Kamil insan, sıradan insanların uyması gereken kuralları belirleme hakkına sahiptir… Genç Abdal şiirinde diyor ki: “Tanrı’yı sevenler Tanrı ile beraberdir, onlar Tanrı’nın içindedir, onlar tanrıdır.’.” (5). Bugünlerde Vatan Gazetesinde Alevilik ile ilgili konuşması yayımlanan Zülfi Livaneli’nin tarifindeki ‘Alevi inancının’, “İslam olan” olmadığı, tartışılır bile olmuyor.
İskender Pala’nın, Osmanlı ile, Yavuz’a/Osmanlıya ‘öfke de kusan Aleviliği’ “kardeş” göstermesi, bir başka tuzağı oluyor: –Türkiye’deki Aleviler Şah İsmail’e nasıl bakarlar? sorusuna; “Hiç şüphesiz ‘pirimiz’ diye. Bugünkü Aleviliğin temel kitaplarından biri Şah İsmail’in buyruklarıdır. Onun şiirleri kutsal metinler gibidir.” açıklaması ile, –Yavuz Sultan Selim’e nasıl bakarlar? sorusuna verdiği; “Öfkeyle tabii. Düşünün bir günde 28 bin insan ölüyor Çaldıran’da…Orada birbiri ile savaşan insanlar aynı dili konuşuyordu, aynı kültürden geliyordu, aynı dine sahipti. Kardeştiler. Habil ile Kabil’de olan…Yavuz ile Şah İsmail arasında da oldu.” şeklindeki cevabı (6), ortadaki tuzağı gösteriyor. Çünkü, “İslam olan”Yavuz Sultan Selim Han ile, ‘Şii’ olan Şah İsmail’i aynı “din/inançtan” gösteriliyor. Bu en hafif deyimle ‘art niyet’, ama esasta, “Sunni Müslümanları reforme etme, kimliğini kırma amacı” oluyor. Oysa, bizzat İskender Pala’nın; “Şamanizmi önemseyip ‘Ali’ye gerek yoktur’ diyen bir Alevilik de sözkonusu” şeklindeki açıklaması ya da “Bugünkü Aleviliğin temel kitaplarından birisi Şah İsmail’in buyruklarıdır” açıklaması bile, “İslam olan”ın, Alevilik denilenden başka bir şey olduğunu, bu iki ‘inancın’ “aynı olmadıklarını” zaten gösteriyor.
“Yavuz Sultan Selim’in yeniçerileriyle Şah İsmail’in nökerleri aynı dilde türkü söylüyor…Çaldıran’da ne birisi diğerini Alevi Kızılbaş diye öldürdü ne de öbürü onu Sünni diye öldürdü…Çaldıran’daki yaşananlar din problemi değildi…Siyasi problemdi.” açıklamaları (7), tıpkı bugünkü (yaptığı) edebiyat gibi, “boş sözler depoculuğu”, ama “Sunni Müslümanları” reforme etmeye yönelik amacı oluyor. Çünkü, “İslam olan”da ‘aynı dili konuşmak ya da Türklük’ hiçbir değer ifade etmez, etmiyor; etmediği için de; “o ki, bunu benden duyunuz, ben Arnavud’um” diyen rahmetli Mehmet Akif de, neyin ‘ölçü/olması gereken’ olduğunu gösteriyor. Yeni Şafak Gazetesi röportajındaki; “Çaldıran aslında Türk devletlerinin geleceğinin kırılma noktası oldu. Ama Müslüman inancının kırılma noktaları işin içine daha sonradan karıştırıldı. Böylece iki taraf birbirini dışladı.” açıklaması da zaten (8), ‘reform/tuzağı’ göstermesi yanında, fiilen “İslam/Müslüman düşüncesine saldırı”, aynı zamanda, ‘ülkenin/İslamın dirliğine darbe vurulması’ da oluyor. Zaten, Pala’nın, “Safevi devleti Şiilik esasları üzerine belli Türk yaptırımlarını ve geleneğini koymuş olan bir Aleviliği benimsiyordu. O günkü adı Kızılbaşlık’tı.” açıklaması da (9), Şah İsmail ve Safevilerin, “İslam olan olmadığını”, Çaldıran Savaşı’nın da söylediği gibi,“siyasi savaş” değil, “din/inanç savaşı” olduğunu”, haliyle de, Pala’nın, “İslam olanı” reforme etmek istemesini (art niyetini) gösteriyor.
İskender Pala, “aynı dine sahipti. Kardeştiler. Habil ile Kabil’de olan…Yavuz ile Şah İsmail arasında da oldu.” da diyorlar ki, birazcık İslam dinini bilenler, Habil’in “İslam olanı” temsil ettiğini, Kabil’in ise, “İslam olanı reddettiğini” de bilebiliyor.Kardeşlik, ‘kan soyuna’ değil, “aynı dine mensupluk” soyuna bağlı olmasına rağmen de,Pala; “Katil Kabil” ile, “hâlâ da özgür olan Habil”i ‘kardeş / aynı dinden’ gösteriyor. Bu dazaten ‘iyi niyet’ taşımadığının, ‘art niyetli’ olduğunun göstergesi, Müslümanları reforme ettiğinin (kandırdığının da) delili oluyor. Haliyle de, Çaldıran “kardeş savaşı değil”, tercihler (inanç farkı) savaşı oluyor. Yavuz’un, oğlu Kanuni’ye/Osmanlıya (İslama), “Batıyı açan kapı/savaş” da oluyor. Yavuz’un ‘doğu seferleriyle’ Osmanlının bu cephesini güven altına alması, Kanuni’nin de gönül rahatlığıyla Batı(lı)yla savaşması oluyordu. Bu sebeple, Pala’nın, Zaman Gazetesi’nden Murat Tokay’a verdiği röportajda yer alan; “Çaldıran, aynı kişinin kendisiyle mücadelesidir. Habil ile Kabil, Adem’in çocukları olarak nasıl birbirine çattı ise…Çaldıran’da yaşanan da odur.” şeklindeki açıklaması da (8), tamamen “İslam dışı”; Zaman Gazetesi okuyucularını, Sunni Müslümanları “Alevilik/Kızılbaşlık ile aynileştirmek” amaçlı oluyor. Yoksa, Sultan Yavuz ile Şah İsmail “aynı kişi” olmuyor.
Kitabının kapağındaki, birbirine bakan ‘iki insan’ resmi ile ilgili olarak; “Biz kapakta Yavuz’un ve Şah İsmail’in birbirine bakan iki resmini koymuş olduk. Evet, burada bir mesaj var. Çaldıran’da bir kişinin savaştığını söylemek istiyoruz. Bu kişi bir Türk’tü, bir Müslüman’dı. Yavuz da Şah İsmail de aynı düşünce yapısına sahipti. Çaldıran’da bu iki kişi, tek kişi olarak kendisi ile savaştı. Türklük ve Müslümanlığın geleceği için iki kardeş karşı karşıya geldi.” demesi (10), fiilen “İslam olanı” yok etme (reforme) isteği oluyor. Sultan Yavuz ile Şah İsmail’i ‘tek kişi’ göstermesi, “Türk/Müslüman tek kişi” ya da “aynı/kardeş” göstermesi, büyük bir kandırmaca, amaçları İlay-ı Kelimetullah olan Osmanlı’ya/Yavuz’a, haliyle de “İslam’a” da iftira oluyor…
Alevilik değil, asıl ‘İslam olan’ asimile ediliyor…
Çanakkale’nin merkeze bağlı Alevi vatandaşların yaşadığı 300 nüfuslu Denizgöründü Köyü’nde devletin 70 bin liraya yaptırdığı ve 2007 yılında Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu tarafından hizmete açılan cami, ‘beklendiği gibi’ ilgi görmüyor, Aleviler için ibadet merkezi olamazdı, olmuyordu. Müftülük tarafından atanan imam Baki Pesen, 5 vakit namazı 4 yıl boyunca tek başına kılıyor, Köy sakinlerinden Hasan Durmuş, caminin köylüye sorulmadan yapıldığın belirterek, Cami yapılırken bize sorsalardı karşı çıkmazdık, ama onun yerine Cemevini tercih ederdik, ben hiç gitmedim, Cemevi olursa giderim’ diyordu. “Cami yapıldığından bu yana bahçesindeki musalla taşı bir kez dahi kullanılmadı. Bunun sebebi olarak da Alevi olan Denizgöründü köylülerinin, hayatını kaybeden yakınlarını kendi örf ve âdetlerine göre toprağa vermeleri gösterildi.” deniliyordu (11). Kendilerini Alevi olarak tanımlayan insanların, “İslam olanı” kabul etmemesi çok doğal, “tercihleri İslam olmadığı için” zaten Alevi olmuşlar, dolayısıyla da –eğer köyde Müslüman/İslam” hiç yoksa, yadırganacak bir şey de olmuyor. “İslam olan” ile “Alevilik” denilen, başka başka şeyler olduğu için de, kimsenin “İslam olanı” Alevi; “Alevi olanı” da ‘İslam olan’ yapmaması zaten gerekiyor.
Bu noktada söylemek istediğim ise şu: Yıllarca süren “irtica avcılığı”nın nasıl bir yalan/yönlendirme olduğu artık ortaya çıkmış bulunuyor. Bu sebeple, devletsel bir ‘tercih’, zannedilmesin ki “İslam olan” lehine ya da “İslam adına” asimilasyon oluyor. Aksine, “İslam olana” saldırı sebebi bile olabiliyor. Bu hususa Alevilerin (de) hassasiyet göstermeleri gerekiyor. Mesela da, ülkemizden bir Alevi Başvurucunun, AİHM’ye şikâyeti; din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde “Sunni İslam” açısından eğitim yapıldığı, Alevilikle ile ilgili bilgi verilmediği, devletin tarafsız, nesnel bir program uygulamadığı yolundaki şikayeti de bunun gibi oluyor. Çünkü, okullardaki eğitimde verilen, “Din/İslam dersi” değil ki, “din kültürü” dersi oluyor. Sözkonusu bu ders, İslam dinini “tek tanrılı” din gösterirken, Hıristiyanlığı da “tek tanrılı” din gösteriyor. Böyle bir “yanlış ders”, nasıl “İslam olan” oluyor? Olamayacağı bilenebilmesine rağmen de, zorunlu din dersinin kaldırılması için yaklaşık 5 bin Alevinin sokağa inmesi; Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Alevi Bektaşi Federasyonu, Alevi Kültür Dernekleri, Alevi Araştırmaları Merkez Birliği eylemcileri adına açıklama yapan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Fevzi Gümüş’ün; zorunlu din dersleri uygulaması, Alevi çocuklarının asimilasyonuna nedenoluyor açıklaması (12) benzeri eylemlerde, “hassasiyet” bekliyoruz. Çünkü, asıl asimile olan, 1940’lı yıllardaki ABD kurulumu, Kur’an kurslarından, İlahiyatlardan üreyen “Sunni Müslümanlar” oluyor. İskender Pala’nın, “Şah & Sultan” kitabıyla, “Sunni olandan Alevileşmesini istemesi” de zaten, asimile edilenin, bu ülkenin ‘baskın/yoğun kültürüne” sahip olan “Sunni İslam olan” olduğunu, kitabıyla ‘iyi niyet taşımadığını’ da zaten gösteriyor.
Alevililer ve/veya Kızılbaşlar da ‘Pala’yı okumamalıdır…
İskender Pala, “Kızılbaş adı Şah İsmail döneminde yaygınlaşıp resmileşmiş ve tarihsel süreçte bir övünç vesilesi olmuştur….? (“Şah İsmail’den, yani Çaldıran savaşından sonra) bir hakaretin adına dönüştü. Birisine Kızılbaş denildiğinde onu aşağılama ve hamiyetsizlik iması öne çıkar oldu. Osmanlılar döneminde bu adı hakaret için kullananlar daha ziyade resmi ideolojinin temsilcileri idiler ve Kızılbaşlık düşüncesiyle mücadele için bunu yapıyorlardı.” açıklaması (13), saçmalığının, ama asıl da, art niyetinin yansıması oluyor. Çünkü, Osmanlı resmi ideolojisi denilen, “Sunni İslam” inancı oluyor, bu inanç Osmanlı’nın, hem hayatı, hem de iç/dış politika uygulaması (davranışları) oluyordu. Osmanlı döneminde de, bugün de o ad kullanıldı, hâlâ da kullanılıyorsa bu hakaret için değil, “kendini” ifade içindir. Her devlet gibi de, Osmanlı da, huzur ve güvenlik düşündüğü hallerde ‘uygulamalar’ yapmıştır…
Alevilik ve Kızılbaşlık için, farklı değildir, hiçbir ayrım yoktur, bu bizim zihinlerimizdeki ayrımdır diyen İskender Pala, “Benim anlatımımla Kızılbaş bir hakaret kelimesi değildir. Kızılbaş kelimesinin içini dolduran bir kısım muğlak ayıplar söz konusu. Bu ayıplar Sünni algılamadan kaynaklanan bir şey ve doğru değil.” açıklamasıyla (14), kötü niyetini ortaya koyuyor. Kızılbaş kelimesinin ya da Aleviliğin, “benim/Müslüman olan” için hakaret değil, ‘öteki (benim gibi olmayan)’ olduğu anlamını taşıdığını söylemesi gerekirken, “benim/Müslüman olanın algılama ayıbı” olduğunu söylemesi, bir başka zırvalaması oluyor. Benim bilgi birikimime göre, hiçbir Müslümanın, “kendine saldırmayanlarla derdi” olamaz, durduk yerde “kimseye düşmanlık” beslenmez; bunu, Mühendisliğim sırasında Alevi çalıştırmış biri olarak da söylüyorum. Sorun, “Sunni Müslümanlarda” veya kendini “Alevi ve/veya Kızılbaş” olarak tanımlayan kişilerde değil, Pala gibilerde, “toplumları değiştirip dönüştürmek (reform) isteyenler” oluyor. Pala gibiler, “Alevilik/Kızılbaşlık” ile “Sunni Müslümanlığı” reforma edip “aynileştirmek” isterken, aynı zamanda, “Alevi/Kızılbaşlık” kimliği de kırıyor, “Sunni Müslümanların” elinden de “kimliğini”, haliyle de ‘öteki(leri)ni’ de çalıyor: “İşte Habil ile Kabil arasındaki hadise…Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki hadise. Biz bu hadisenin adını Çaldıran koymuşuz. Sünnilik veya Alevilik koymuşuz…Safevi ile Osmanlı…koymuşuz…Gelin…rakipleri canan eyleyelim.” sözleri (15), “Sunnilik” ile ‘Alevilik/Kızılbaşlığı” aynileştirme amacını, haliyle de ‘kimlik çalmasını’ gösteriyor…
Oysa, –Ben Sunni/Müslümanım demek, “Alevi/Kızılbaş değilim”, demek, onlardan farklıyım (onlar öteki/ler) demek oluyor. Bu düşüncem düşmanlık değil, “benim”, sadece Alevilerden değil, “benim” dışımdakilerden (tüm ötekilerden)“kendi farkımı” ortaya oymak oluyor. Aynı bakış açısı ‘öteki/ler’ dediklerim tarafından da sergilenebilir oluyor. Mesela, eğer bir “Alevi ve/veya Kızılbaş” kişi, isterse; “Alevi/Kızılbaşım demek, Sunni Müslümanlardan değilim demek oluyor” diyebilir oluyor. Böyle bir tercih, ‘Sunni Müslüman’ olanı incitecek bir durum olmaz, olmuyor. Bu durum, “çeşitlilik” oluyor ki, toplumları “tek tipleştirmeyip, yaşatan da” bu “fark (lılıklar)” oluyor…
Farklılıkları ortadan kaldırma isteyen “Şah&Sultan” kitabı için, “Bu kitabı Aleviler okusun isterim” diyen İskender Pala’nın bu açıklaması, “İslam olanı” reforme amacı yetmezmiş gibi, Aleviliği ‘tercih eden’ insanları da reforme edip ‘Alevi kimliği’ dönüştürmek amacını da gösteriyor ki, “Aleviliğe inanmış” insanların da “Şah & Sultan” kitabını okumamalarını dilerken, mesajına da karşı çıkmalarını dilerim…
Ez cümle:İskender Pala’nın, ideolojik amaç yüklendirilmiş “Şah & Sultan” isimli ‘reform amaçlı’ kitabı, son zamanlarda geliştirilen, “Türklerin Yavuz Sultan Selim Han ile Araplaştırıldığı” ya da “Osmanlının Yavuz’a kadar Alevi olduğu” ya da “Ahmet Yesevi masalına” malzeme olması yanında, “İslamı olanı” yok etmek, “İran’a da vurmak” isteyenlere katkı olur, başka bir şey olmaz, olmuyor.
ABD’nin ‘Şah/Sultan’ çıkarına baktığımızda da zaten, ‘mat (sentezlenmek)’ edilmek istenilenin her dem, “İslam olan” olduğunu, Sunni Müslümanlara “inanç olarak”, tıpkı “Ilımlı İslam” gibi, “ABD İslamı” olan, “Türk/Alevi İslam”ı inancı (!) biçildiğini görebiliyoruz. Pala’cı “boş sözler depoculuğu”nun bu arka planı, ‘Zeybekçe’de görülüyor ki, bu da sonraki yazım konusu oluyor…
Ahmet MUSAOĞLU / 20.10.2010