Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin otuz beş yaşında iken, Şam’da, Câmi-i Emevîde (1327/1907) irad ettiği; blâhare müellif Bediüzzaman Said Nursî tarafından tercümesi 1371/1944’de neşredilmiş hutbeyi, Cami-i Emevî yerine, artık perişan olan âlem-i İslâm camiindeki cemaate, hakikatli ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir diye, aşağıdaki özet şekliyle okumanın zamanıdır diyorum. Der ki, Bediüzzaman:

* * *

Aziz, sıddık kardeşlerim,

…Ey Cami-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki, istikbalin kıt’alarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir.

İnşaallah, yine Araplar ye’si bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.

…Ey bu Cami-i Emevideki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız!

…Yani, yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.

…Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi.

…Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeşo kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.

İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor.

…Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevîdeki kardeşler ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm camiindeki ihvân-ı Müslimîn! ‘Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz’ diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

…Ey bu camideki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım!…küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuzla, biz biçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan, ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar, en evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyetin mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler…ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.

Bunu da teessüf ve teellümle size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar, terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir.

…Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir…Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyiyapmamasıdır.

…Yaşasın sıdk! Ölsün yeis!

Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun!

Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun.

Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun.

Âmin. (Müelleif : Bediüzzaman)”.

* * *

Bediüzzaman’ın, Câmi-i Emevîde, 1907’de irad ettiği hutbenin esasını ortaya koyan kısmı, yukarıda özet gibi okudunuz. Kendisi o günden bize, bugüne; Kur’an ve iman hakikatleriyle donanmamızı söylüyor. Özet ısmı maddeler halinde verirsek de…

1- “beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir.” diyor.

Böylelikle, insanın sahip olması gereken gerçeği gösteriyor.

2- “Araplar ye’si bırakıp…Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip…” diyor…

Müslümanların ittifakını, esasta da, “Arap-Türk kardeşliğini” öngörüyor.

3- “Arap ve Türk hakikî iki kardeşo kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar,  diyor…

Bu kale’nin, “İslâmiyet milliyeti” olduğunu, bunun kutsiyetini söylüyor.

4- “bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor.” diyor..

İslam milliyetinin “kutsiliğine” ve “birleştiriciliğine” vurgu yapıyor…

5- “‘Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz’ diye böyle özür beyan etmeyiniz.” diyor…

Böyle bir özrü kabul etmiyor, red ediyor, yapılması gerekenin yapılmasını istiyor…

6- “ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır” diyor…

            İslam’da “birleşilmemesi”, Gerçek İslam ile gayrete gelinmemesinin büyük bir zarar ve haksızlık olduğunu söylüyor.

            7- “…küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri…büyük ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır.” diyor…

            Türk ve Arapların dışında kalan daha küçük taifelerin/unsuların menfaatlerinin de, “Türk-Arap kardeşliğin” bağlı olduğunu söylüyor…  

8- “Sizin tembelliğiniz ve füturunuzla, biz biçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz.” Diyor…

Türk ve Arapların tembelliği yüzünden, dolaylı olarak, kendisinin “Kürt” olmasını da kastederek, küçük kardeşler olan diğer Müslüman unsurların zarar gördüğünü söylüyor. Bu açıklaması ile de, bugün bağımsızlık adı altında “Amerikancılık” yapan “asi Kürtlere” de göndermede bulunuyor…

Haliyle de, “Türk İslamı” ya da “Kürt İslamı” ya vb… hurafesinin de oluşturulmasını değil, “İslamın hakikatlerinin” yaşama geçmesini, “Türklere” veya “Kürtlere” ya da vb…ait bir İslamiyetin sözkonusu olamayacağını söylüyor…

9- “ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir” diyor…

Söylenen apaçık ortada, mesela, bu satırları/yazıyı yazdığım için –kusur da olmamasına rağmen– ben de “kusur” aranacak, ama, Hıristiyan ve Yahudi ile olan “farklılığımız” ortaya koyulmayacak, “benim Tanrım” ile senin “tanrı dediğin” arasında “fark var, aynı tanrı değiller” onlara denilmeyecek!..

10- “Ecnebîlerin bir kısmı…malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir fiyat verdiler….yüksek ahlâkımızı…bir kısmını da bizden aldılar…onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir.” diyor…

 Bu öngörü de ortada iken, kimileri, her türlü ecnebiye “çürük fiyata” destek veriyor, kiliselerini göğsümüze sokuyor!..

11- “Müslümanların…en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır…” diyor…

Böylelikle de, her türlü anasır, herkesin, yer alması gereken zemini gösteriyor. Bu zemin dışında “gerçek ortaklık” yapılamayacağını bildiriyor. Hakiki şuranın Müslümanlarla olması gerektiğini, bunun yapılmamasının ‘geri kalma’ sebebi olduğunu bildiriyor. 

12- “…Ey bu Cami-i Emevideki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız!…yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.” diyor…

Onlarca yıl sonrasına, bugünlere de hitap ederek, “Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir”, yani, “İslam” ve “Diğerleridir (Ötekilerdir)” diyor. Sükût’un doğru olmadığını, “üçüncü yol” bulunmadığını söylüyor. Haliyle de, “Hıristiyanlarla Diyalog yapın” demiyor, asıl “Müslümanlara Hoşgörü” gösterilmesini istiyor.

13- “…Yaşasın sıdk! Ölsün yeis!… Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.” de diyorlar.

Kim demez bu dileğe-duaya Amin… Haydin hep birlikte:  

Amin…

* * *

O’na Selam olsun…

* * *

İşte…

Milletin inim inim inleyerek gözyaşı döktüğü, o yaşlı gözleri ile ihaneti de görüp kan da ağladığı bir dönemde yaşamış olan Bediüzzaman’ın, bugün içersinde bulunduğumuz sıkıntılı hâl için çözüm olabilecek o dönemlerdeki görüşleri, bugünlerdeki sevenlerinin de görüşleri olması gerekiyor.

Fakat, ne yazık ki de olan, “yapılmaması” gereken, Hıristiyan ve Yahudilerle dostluk (!), kardeşlik (!) ilişkileri sürdürülmesi oluyor…

Bu ilişkilerin bir de siyasi ayağı bulunuyor…

* * *

Haziran ayında Başbakan Tayyip Erdoğan, “Türk – Arap İş Forumu”nda konuşurken, bizim Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrimizin, en büyük âbide şahsiyetlerinden biri olan Mehmet Akif’ten şu mısralarını okumuştu :

“Türk Arapsız yaşamaz, kim ki ‘yaşar’ der delidir!

Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.”

Tayyip Bey’in bu sözleri, kimi basında AK Parti hükümetinin “Arap yanlısı” bir çizgi izlediğine delil sayılsa da, Başbakan Erdoğan bunu aslında, “Türkiye’ye, eksen kaydırıyorlar” yorumlarına karşı çıkmak için yapıyordu. Dolayısıyla da, ne Mehmet Akif’in mısralarının, ne de Başbakan’ın bu mısraları 2010 yılında, Araplar huzurunda tekrarlamasının, “Arap yanlısı” olmakla ya da “eksen kaymasıyla” ilgisi bulunmuyordu.

Başbakan Erdoğan konuşmasında Türkler ile Araplar’ın sadece aynı coğrafya ve iklimi paylaşmadığını belirterek, ortak kültür ve medeniyetin hissiyatının da taşındığını ifade ediyordu ama, bugünkü Türkler, Araplar, Kürtler vb… aynı kültür/medeniyetin “ortak değerlerini taşımıyor”, Amerikan modelinin “ortak değerlerini” taşıyor, Türkiye de zaten Ortadoğu’ya, Afrika ve Asya’ya, bu “rol modeli” taşıyordu…

Zaten de, Mehmet Akif, 1913’de yazdığı o mısralarıyla, 19’uncu yüzyılın sonlarından itibaren, İslam toplumlarının “kavmiyetçilik zehri” ile paramparça edilmesine isyan ediyor; “hani Milliyetin İslam idi” diye, “ortak değerlerini” kaybetmiş topluluklara haykırıyordu. Bu “isyan”, yukarıda okuduğumuz gibi de, Bediüzzaman’ın, “İslam milliyeti” öngörüsü çağrısı oluyordu.  

Peki de, Başbakan Tayyip Erdoğan o dizeleri, bu “çağrı” için mi okumuştur? Ya da  “vizelerin kaldırılması” veya vizelerin kaldırılması üzerine inşâ edilecek “Schengen” benzeri birleşmeler, “Türk, Arabın Sağ Gözü ve Sağ eli (ya da bunun tersi)” olacak olması için mi oluyor?..

Tabii ki, Erdoğan, 2010 yılında, Ortadoğu coğrafyasında yaşayan İslam toplumların “birbirine yakınlaşmasının” zaruretine işaret etmek amacıyla o mısraları Akif’ten ödünç alıp okumuyordu.

Onun amacı tamamen farklı oluyor, Schengen tarzı “birleşmeden” söz etmesi, “İslam milliyeti” amacı taşımıyor ya da “İslam ekseni” kurulumu için olmuyor, başka oluyordu.

Yıllardır söylüyorum: “Kıyametçi/Köktendinci Anglosakson-Judea ortaklığı”, yüklendiği misyon olan, “Babil Sendromu çözümü”, yani “Küresel -Tek- Devlet-Dil-Din” amacına uzanmalarını, çeşitli vasıtalar üzerinden sağlıyor. Bunlardan biri de, “Yerel ve Bölgesel işbirlikleri (Birleşmeler)” oluyor. “Küresel –Tek- Yapı”nın kurulumu için, Afrika, Asya, Güney Amerika da dahil, her kıtadan ülkeler arasında “Bölgesel Birlikler” kuruluyor. Bu tür “Yerel” ve “Bölgesel birliklerin”, daha sonra bir üst aşamada “birleştirilmeleri” ile de ortaya çıkacak olan, “Küresel –Tek- Yapı” oluyor.

Türkiye’nin de bölgesinde “vizeler kaldırılıyor olması”, Schengen çağrıları, bunun için oluyor, kurulacak “Bölgesel birlikler”, Küresel Tek Yapı’ya “eklentiye kolaylık” olacak, oluyor.

İşte,  Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Beyrut’ta düzenlenen Arap Bankalar Birliği Konferansı’nda, “bölgede Schengen tarzı (-yani sınırların kaldırıldığı, ortak uygulama ve ortak veri kullanımı, yani küreselleşmegibileşme gibi) yapılanma” oluşturulması gerektiğini açıklaması da, “Yerel/Milli olan için olmuyor”, “Küreselleşme”ye katkı olacak, bu şimdiden görülebiliyor. Yoksa, “Eksen kayması” olmuyor.

Aksine, eksenimiz tamamen “Fundemantalist Batılı Beyaz Adam”ın ekseni oluyor. İdarecileri, hacı hocaları eliyle “Bellekleri boşaltılan” halklara peşinden, ‘Küresel Tek Yapı’ya ait “Ortak (Küresel) değerler”, Batılı Beyaz Adam’ın “çürük değerleri” yükleniliyor!..

Beyrut konuşmasında Erdoğan ayrıca; “Türkiye o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üye olmak için 1959’da ilk başvuruyu yaptı. 50 yılda hiçbir ciddi somut adım atılamadı. Bütün gayretlerimize rağmen hep engellemeler. 2005’te katılım müzakerelerini başlattık. Şu anda da devam ediyor. AB içinde kimi ülkeler müzakereleri yavaşlatmaya çalışıyor, engel çıkartmak isteyenler oluyor. Türkiye’nin üyeliğini tartışmaya açmak isteyenler, şevkimizi kırmak isteyenler oluyor. Hiçbirine aldırmıyoruz, reformlarımızı kararlılıkla yapıyoruz. Aslında gizli ajandaların da farkındayız. Buna rağmen AB müktesebatının gereği neyse bunu yapmaya çalışıyoruz.” diyordu (1). Söz ettiği ya da söylemediği, engel koyanların, “Anglosakson-Judea ortaklığı (ABD-İngiltere-İsrail)” ile mezhep/din çatışmasını sürdüren Katolik Hıristiyan Fransa ve Almanya olduğu, Türkiye’yi oraya ABD’nin ısrarlı istediği ve bu durumun ülkemizi “Truva atı” konumuna düşürdüğü oluyor. Türkiye adına imzaları Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün, Papa 5. Sixtus Heykeli önüne yerleştirilen imza masasında atılan imzalar ve yapılan renler, “Avrupa’nın birleşmesi”nin tescilini sembolize ediyordu. Dolayısıyla da, Türk – Kürt zaten “Arapsız” yaşıyor/du. Ortadoğu’da ve Afrika, Asya’da  yapılmakta açılımların anlamı, “AB Truva atı” modelinin bir başka versiyonu oluyor. Sergilenen ‘omurgalı duruş”, Türk-Arap “ekseni” değil, “Anglosakson-Judea ekseni” model rolü (görevi) oluyor…

Bugünlerde medyada, WikiLeaks’ın yayınladığı (ABD aleyhtarı denilen!!..) belgelerde, ABD’li diplomatların Ahmet Davutoğlu’nu tanımlarken, “müthiş tehlikeli” ifadeleri kullandıkları, Davutoğlu’nun Neo Osmanlı vizyonundan Amerika’nın kaygı duyduğu ifade ediliyor ki, siz buna isterseniz inanın (!), ama kim “Amerikasız” bir şey yapabilir ki!…  Osmanlı türü ya da Halifeli bir yapı türü isteyen onlar mı oluyor!… Dahası, Aytunç Altındal ile “türetilen”, ama şimdilik “bellemede” olan, “Atatürk Halifeli yapı önerdi” açıklamaları nereden esiyor!… Sahi, siz ne dersiniz!…

Ortadoğu bölgesindeki Arapların, idarecilerinin ve hacı hocalarının, bizimkilerden farklı olmaması, “olmakta olanı” ortaya koyuyor. Bölgede, Müslümanım diyen insanların oluşturduğu “iki ayak” eliyle; “siyaset” ve “hareket” ayaklarıüzerinden “İslam olan” reforme ediliyor. Akif şiirleri okunuyor, Bediüzzaman sevgisi yaşatılıyor, ama onların “yapın” dediklerinin tamamen tersi yapılıyor…

Tayyip Bey’in, “Türk Arapsız yaşamaz/Akif” şiiri okuması hadisesini Aksiyon Dergisi’de yazan Ahmet Taşgetiren;  “Bediüzzaman, bir Kürt olmasına rağmen, inanç ve hayat planında şöyle çarpıcı bir kıyası da önümüze koyuyor: “…Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.’ Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel (etki-tepki) ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hatta dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.’ Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur…’ Bir Arnavut olarak Akif öyle diyor, bir Kürt olarak Bediüzzaman böyle diyor. İşte “Türk Arapsız yaşamaz” ifadesi böyle bir dünya görüşü zemininde ortaya çıkıyor…Türkiye şu sıralar, bu coğrafyada yeni bir dil geliştirmeye çalışıyor. Bu barış, kardeşlik, dostluk dili.” diyordu (2) ama, Arnavut Akif’in de, Kürt Bediüzzaman’ın da söylediği; Tayyip Erdoğan’ın ve “taşları/kimliği kıranların” söylediği  olmuyor.

“Türk Arapsız yaşamaz” ifadesi asıl;malımızı ve vatanlarımızı bizden alıp da çürük bir fiyat ve yüksek ahlâkımızın bir kısmını bizden alıp da, onun fiyatı olarak da bize sefihane ahlâk-ı seyyielerini veren “ecnebi görüşü” zeminine “karşı durulmasında” yaşaması gerekiyor. Yoksa ortada“Türk Arapsız yaşamaz” ya da “Arap Türksüz yaşamaz” ifadesinin bir zemini zaten bulunmuyor.Haliyle deTaşgetiren’in ki sadece, “kırıcılık” oluyor, işaret taşları da bulunmasına rağmen, gidilen yolun yanlış olduğu görülmüyor. “New York’ta Beş Minare” filmiyle, İslamın/Kuran’ın, Bakara-221, Mümtehine-10 ayetlerindeki bildirisi olan, Müslüman bir kızın Müslüman “olmayana” verilemeyeceği hükmüne “saldırıya/misyonerliğe” ve bayram namazına, Müslümanların safına, tescilli bir Hıristiyan Ermeni’nin girip, “namaz” denilen eylemi yapmasına, kim niye, “bu olmamalı, yapılan İslamdışılık” demiyor. Sahi, nerede Müslümanlar!… Göklerde mi!.. Sormak istediğim, “sesini çıkarmayanlar” ya da “yapılan yanlıştır” demeyenler, “İslamı reforme ediyor” olmuyor mu!…

Selam, O’na da olsun, Mehmet Akif bir ‘işaret taşı” daha gösteriyor:

“Medeniyyet!” size çoktan beridir diş biliyor,

Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

……………….

Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım çoğunuz…

Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!

Akif bunu diyecek de, “Asım nesli” başka ne diyecek; o da son satırlarını şöyle ortaya koyuyor :

“Müslümanım diyen insanlar,

Müslümanları reforme ediyor,

Yurdum ve İslam coğrafyasının perişanlığı da zaten bu oluyor!”