Ondan esinlenerek, “Çivisi çıkmış dünya…” diye başlık atmıştı Habertürk’ten Nihal Bengisu Karaca… okuyup geçmiştim… Hemen peşinden Radikal’in Ortadoğu yazarı, Ayşe Karabat da ona atıfta bulununca yazmak istedim… ama biliniz ki de, onun tek bir adet eserini bile okumuş değilim…
İşte, bu noktada, bir soru çıkıyor yine karşıma; -Okumadığın bir kitabı veya izlemediğin bir filmi nasıl eleştiriyorsun(?) diye sorulan…
Ben bu sorunuza; –Okumuş ve izleyip eleştirenlerden daha doğru değerlendiriyorum, şeklinde cevap veriyorum, kendimi beğenmişcesine de!…
Fakat, ‘kendini beğenmişlik’ değil bu, “resme bütün üzerinden” bakmak, “Dünyada neler olup bittiğini” bilebilmek bu oluyor. “Genel olan” bilinmeden “Yerel/Özel” olanın bilinemeyeceği görüşüm de zaten bu oluyor. Dünyada neler oluyor(?)u (geneli) bilemeyenlerin, “insana ve insanlığa” ait hadiseleri sağlıklı yorumlayamayacakları, yorumlarlarsa da “yanlışlık yapacakları” iddiam da bu oluyor… Benim okumadığım veya izlemediğim kitap veya film, okuyanın ve izleyenin lehine ‘bana olan fark’gibi görünse de, ülkemizde “farkındalık” pek yaşanmadığı için, ‘farkımın görülemeyişi’ doğabiliyor… Ben ‘okumuyorum’ ama, okuyup eleştiri yazan kişinin yazısında, ‘yazanın’ göremediği, ama ‘farkındalık’ yaşayanın istifade edebileceği öyle bir ‘şey’ görülebiliyor ki, işte ‘onu okumak’ bana (da) hâs, ‘bak da görebil’meselesi oluyor. Bu ‘farkımın’ bir delili de, ‘onu’ eleştireceğim tarzda yapılan “ilk eleştirinin” bu yazı olması oluyor… Ama önce şu…
Benim üniversite yaşantımın başladığı (1969-) 1970’in hemen sonrasında kazandığım bir ‘ölçüm’ var, o şu; hangi ‘yazar/kitap’ “ünlüyse”, o ‘ünlü’ yazar/kitap, “okunacak yazar/kitap değildir” anlayışım oluyor. Mesela, o günlerdeki Yaşar Kemal, bugünlerde ki Orhan Pamuk (vb.) prototipleri, ‘ünlü’, ama bence, ‘üretilmiş ideolojik mitler’ oluyor. Ben kendilerini hiç okumadım, okumamamın bir eksikliğini de hiç duymadım, okuyanların da, ülke/dünya gerçeklerini göremediklerini de düşünüyorum. Okuyucu, “bu tip yazar/kitapları”, hemen sadece, –Ben okudum demek için alır, alıyor. Çünkü, yaşanan toplumsal yapıda, ‘onları ben de okudum’demeyi kazanmak, ‘entelektüel’ yapar; “o yazar/kitaplardan” birkaç cümle, sarfedeni ‘aydın’ yapar zannediliyor. Bu tip yazarlardan biri de ‘o’, bugünlerde Nihal ve Ayşe hanımlara “Çivisi çıkmış dünya…” dedirten, Amin Maalouf oluyor…
‘Amin’ denilen ‘Emin’ zannediliyor…
Amin Maalouf, Beyrut, 1949 doğumlu, Lübnanlı gazeteci ve roman yazarı. Onun için, Katolik Hıristiyan Arap bir baba ve yine Arap kökenli bir Hıristiyan annenin çocuğu. Beyrut’ta Fransız Cizvit okullarında ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra, yine Beyrut’ta bulunan Fransız Üniversitesi’nde sosyoloji ve ekonomi eğitimi gördü deniliyor biyografisinde. Ayrıca da, hâlen Fransa’da yaşadığı da…
Amin’i, Emin/Müslüman zannedip okuyan pek çok ‘okur’ bulunuyor… Oysa, Amin, Hıristiyan ismi oluyor. Müslüman olan ise, “(kendinden) Emin (olunan)” oluyor. haliyle de, ‘Hıristiyan Amin’, okunacak ‘Emin’ biri olmuyor.
Bir Cevizkabuğu (Tv.) programına telefonla katıldığımda, stüdyoda bulunan yazarları şahsında irdelenen (proje kitap olduğunu savunduğum) “Metal Fırtına” isimli, o dönemin ‘ünlü kitabını’ eleştirmem üzerine, Hulki Bey’in sorduğu; –Öyle ama kitap 300 bin sattı, çok okunuyor sorusuna cevabım, “-Okuyucu bilinçsiz, ne okuyacağını bilmiyor, oluyordu… Bir adamıya da (Aşk yazan) kadını okumakla, adamın ya da kadının üzerinden ideolojisini bilip de okumak arasındaki farkı (farkındalığı) okuyucu bilebilmeli ama, nerede, hâlâ da bilemiyor…
O zaman da soru şu oluyor: Bizim anlı şanlı yazarlarımızın, prof.larımızın, ilahiyatçılarımızın, siyasetçilerimizin ve dahasının ‘farkındalık’ yaşayamadığı bir toplumsal yapıda, okuyucu bunu nasıl başarabilecektir?..
İşte, bu noktada benim yukarıda verdiğim ‘ölçü’, sıradan okuyucu için de ‘ölçü’ olabiliyor. Okuyucu bilinçli olup, ‘ünlü’ olan, ama aslında ‘kaliteli/bilgilendiren olmayan’ yazar/kitapları okumaması gerekiyor. Bu ‘ünlü’ ama kaliteli olmayan –proje olan– yazarlardan biri de eleştirmekte olduğumuz Amin Maalouf oluyor.
Eserlerinde daha çok ‘Doğu’yu anlatan/eleştiren Maalouf, aynı yörede yaşanan ‘kültür farklılıkları’nın birlikteoluşturduğu ‘ortak yaşam kültürünü’, baskın kültür olan “İslam kültürünün” yaşattığını yoksayarak, farklılıklarınsentezini (birbirlerine karışmasını) işliyor. Çeşitli kültürlerin birbirlerine karıştırılıp ‘Tek kültür’ yapılması hâlinin, “İslam olanın yaşattığı” çeşitli kültürlerin “ortadan kalkacağı” demek olduğunu göstermeyerek bunu yapıyor. Bunun sebebi de, dünya tarihinin (yaklaşık) son 200 yılına damgasını vuran, “Fundemantalist Anglosakson-Judea ortaklığı”nın, yeryüzündeki tüm kültürlerin “Tek Kültürel Yapı (Tek Dil-Devlet-Din, yani Babil Sendromu çözümü)” haline gelmesini istemesine ‘hizmet’ oluyor…
‘Doğu çiçeğini’ ‘Batı/lı/nın çöplüğünde’ görmek istiyor…
Maalouf‘un, bu (ideolojik) anlamdaki ilkçalışması, “Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri(The Crusades Through Arab Eyes,1983) oluyor. Bu çalışmasının yansıması, tarihi boyunca ‘din çatışması’ olarak yaşanan ‘Doğu-Batı çatışması’nı; din olgusundan çıkartarak, yanılgı olarak göstermesi ve Dinlerarası hoşgörü (yani din’de de çeşitlilik olmaması, tek tip din olması için -Öteki-nin kaldırılmasının) doğması oluyordu. “Batı-Doğu çatışması”nın temel sebebinin, ‘Batılı Beyaz Adam’ın “din/inanç anlayışı” sorunu, “Benim dinim/tanrım, senin dinin/tanrından üstündür” inancı/anlayışı sorunu bulunduğu yoksayılıyor, yaşam gereği olan, “farklılıkların (çeşitliliklerin)” yaşanılıyor olması hâli yanılgı olarak gösteriliyor. ‘Batılı Beyaz Adam’ her döneminde ‘din savaşı (kendi arasında bile sürekli mezhep savaşı) yapıyor (yaşadığımız süreç içersinde Reaganlar, Bushlar, Blairler, Berlusconiler bunu hep de seslendiriyor)’ ama, bu gerçek gösterilmeyerek, “dinlerin/insanlığın kardeşliği” gibi bir hurafe, “Tek Kültürel (Evrensel) Yapı” kurulması amacı için, çayıra salınmış, durmaksızın yutuluyor!…
Yazarın ikinci kitabı, ama ilk romanı sayılan, “Afrikalı Leo (Léon l’Africain,1986)’ın, Fransız – Arap Dostluk Ödülü’nü almaya layık görülmesi, amaçtaki sentezi (farklılıkların kaldırılarak kültürlerin birleştirilmesi tezgahını) gösteriyor. Bu eserinde –daha sonra Semerkant, Tanios Kayası, Doğunun Limanları, ve öteki romanlarında da yapacağı gibi– tarihle/tarihten olağanüstü bir ‘halı’ dokuyor. Bu ‘uçan halı’ ile uçmayanlar ancak, “kültürünün harmanlandığını”, harmanlanan kültürlerin kaybolduğunu görebiliyor. “Ben, Hasan tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu, ben, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği,bir papanın vaftiz ettiği ben…Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyanca’sı konuştuğumu duyacaksınız; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve benim dualarım fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrıya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim” cümlesiyle başlayan ‘Afrikalı Leo’ da zaten, ‘ne mal’ olduğunu gösteriyor. Halı da ‘olmadığımız’ için de, kim duyuyorsa sesleniyor; –Ben Müslümanım, kimliğim bu, dualarım da, dinim/tanrım da belli, ‘ötekiler’inkinden farklı oluyır, benim bu farkımın yaşaması (varlığım) için, ‘öteki’nin yaşaması gerekiyor. Kültürleri “birleştirerek” beni öldürmeye (yoketmeye) kalkma, ‘Muhammed(i)’ olan ‘gösteriş olsun’ diye Hıristiyanlarla da savaşmaz, başka kapıya, diyorum…
Maalouf’un, Türk okuruna daha bir ismini duyurduğu kitabı, “Semerkant (Samarcande,1986) adlı romanı oluyor, ideolojik mitimiz ‘saldırısını’ bu eserinden de sürdürüyordu. Bu kitabında, Titanic faciasında denizlerin altına ‘gömüldüğü’ hurafesiyle, Ömer Hayyam’ın Rubaiyat adlı eserinden üfürülmüş ‘amacını’, gerçekmiş gibi sunmasının yanında, “İslam olan”ı da aşağılıyordu. Maoluf, “Titanic’te Rubaiyat! Doğu’nun çiçeği Batı’nın Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydin!” çağrısıyla, “Doğu(nun) Çiçeği”nin -‘Batılının Çiçekliğinde’ resmetmesi, “sentez”de başarıyı yakalaması, ama aynı zamanda, “İslam olanın” “Batı Çöplüğünde” asimile olduğu ‘keyfini’ yaşaması da demek oluyor. “Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydin!” çağrısı da zaten, inancındaki/anlayışındaki ‘intikam keyfinin’ yansıması oluyor… Kitap, Rubayiat’ın (-yani İslam olanın), Titanik’te (-Batıya) taşınırken batıp kaybolmasıyla bitiyor ki, istenen amaç da zaten bu, ‘Batı Çöplüğü’ için her devirde ‘tehdit’ kabul edilen “İslam olanın”, tamamen kaybolup gitmesi(yokedilmesi) oluyor. Fakat, şu gerçek de var ki…
Dünyada zaman zaman bir adamın, bir ülkenin, bir imparatorluğun kafası kalkar,
‘Şeytani itiraz’ üzerinden şişinerek: İşte buradayım, der…
Bir düş boyu kadar bile sürmez ‘zaferi/itirazı’, çünkü
Ölüm gelmiştir bile,
-Ben asıl buradayım, Güneşi Batıdan döndür görelim şimdi, der…
Döndüremez, Ömer Hayyam, Nizamülmülk ile, Hasan Sabah katilini yan yana,
Aynı hâlı’ya bindirerek özdeşleştiren (İslam olanı yok eden Maalouf) kafa,
Benjamin’i, ‘Omar (Ömer)’ yapmakla,
Omar (gavur), Ömer/Müslüman olmaz, olamaz;
Gavura aşık ettirdiğin Şirin de (İslam) kaybolup gitmez sonsuza,
İstesende din farklılıklarını (öteki/ni) yokedip bindiremezsin hâlı’na,
Bak aynı hâlı’yı uçurtan Firavun’a, öncesindeki Nemrud’a,
Dünün Maaloufları, Maalofculuğu şimdi nerede!
Zalimler ölür, yaşasın yeni zalimler, var biraz sen de oyalan,
Birleşme yeryüzünde olmayacak, Mahşerde ‘İslam olan’da herkes toplanacak!..
Bu gerçekten sonra, Maalouf’un eserlerini değerlendirmeye yeniden dönersek de; roman tarzındaki sonraki kitaplarından “Işık Bahçeleri (Les Jardins de Lumiére,1991) ve “Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl” (Le ler Siécle aprés Béatrice,1992) isimli eserlerinde de, “Batı” ile zayıf ve geri kalmış gösterdiği “Doğu” anlatımı üzerinden de ‘kültürel saldırısını’ durmaksızın sürdürüyor. Hıristiyanlık, Budizm, Zerdüştülüğü sentezlendiği “Işık Bahçeleri”nde, ‘ışık verecek dini’ gösteriyor, Hz.İsa’dan sonra yaşayan Mani’nin öyküsüyle, bugüne “hoşgörü (saldırısı)” gönderiyor. İstenen, Mani gibi, “yeryüzünde/evrensel tek bir din (dinlerin birleştirilmesi)” oluyor… “Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl” romanında, “baba sevgisi”ni anlatıyor gibi görünse de, “Küresel Isınma VAR” YALANI iddiasında öngörülen, Yoksul/Güney ülkelerin “nüfus fazlalığı’şeklindeki ‘sahte’ tehlikeler gibi; Kadın sayısının gittikçe azalması sorunu (-yani, Yoksul Güney ülkelerin – Afrikalı ve Asyalıların, çok çocuk yapmaları ile –kendileri için sorun olarak gördükleri- ortaya çıkan nüfus artışına karşın, Zengin Batılı Beyaz Kadınların çocuk yapmamaları yüzünden tehlike içersinde olmaları sorunu), bir grup aydının kurduğu ‘Bilgeler Şebekesi (-yani, bu şebeke, kendi halklarını da korkutarak korku imparatorluğu kuran KüreselciNler)’ insanları (yani, kadını ve erkeği ile tüm Batılı Beyaz Adamları) uyarmaya, zararın bir yerinden döndürmeye uğraşıyor ve şimdiye dek Kuzeyliler (yani Zengin Batılı Beyaz Adam ülkeleri) tarafından “uzaktaki bir başka dünya” olarak değerlendirilen (-yani kendilerinden olmadıkları için insan olarak görmedikleri) Güney (-yani Yoksul Afrika ve Asya) ülkelerinde (-yani gittikçe artmakta olan açlığa Batılı Beyaz Adam’ın sebep olması yüzünden) şiddet tırmanıyor, yavaş yavaş tüm dünyaya (-yani Batılı Beyaz Adam ülkelerine) yayılıyor (-işte tüm korkuları da bu oluyor). Beatrice’in yüzyılı denilen (Batılı Beyaz Adamlar için tehlike doğuran da bu) gerileme ve bıkkınlık çağı (yani Afrika ve Asya’daki artan nüfusun ve artan açlığın doğurduğu yaklaşan tehlikenin adı gerileme ve bıkkınlık çağı dedikleri oluyor.). Kitapta, Afrika’da bazı ayaklanmaların başladığının ve fazlasıyla büyüdüğünün anlatılması zaten, şu an Güney Afrika’da ilk ayak sesleri görünmeye başlanmış olan –açlık sebebiyle doğan isyan çağı– kıpırdalanmalarını, “doğacak isyanın” vahameti olarak ‘Batılı Beyaz Adam’ toplumuna ‘ilaç’ olarak; yakın gelecekte doğacak olduğu öngörülen tehlikenin doğmadan ortadan kaldırılması için sunulmuş bulunuyor…
Maalouf’ın romanlarının konusu tamamen kurmaca (amaca yönelik) ama, ‘hizmeti’ hiç durmadığı için de, Tanios Kayası (Le Rocher de Tanios,1993) ile, ünlü ‘Goncourt’ ödülünü de kazanıyordu! Bu eserinde, Mehmet Ali Paşalı yıllardaki Osmanlıyı aşağılaması bir tarafa, ‘Kitabın İncileri’ arasında bulunan, “Eğer önündeki kapılar bir daha yüzüne kapanacak olursa, hayatının sona ermediğini düşün. Sona eren şey yalnızca hayatlarının birincisidir ve diğeri başlamak üzere sabırsızlanmaktadır” ya da “Kötü günler, yapay ışıklar aşıla aşıla geçermiş. Tıpkı…bir kaygan taştan diğerine geçildiği gibi” şeklindeki öngörülerinde görülebileceği gibi de, önümüze ne sorun çıkarsa çıksın, hiçbir şeyin “kendimiz olmaktan çıkmamızı engllemeMesini”, yani, “sahip olunan kültürden” yeni bir kültüre, taştan taşa geçer gibi geçmemizi istiyor. Tanios Kayası da, okuyucusuna,Doğu (Çiçek) olandan Batı (Diken)olana ‘geçişimizin (sentezin)’ istenmesi oluyor…
Doğunun Limanları (Les Echelles du Levant,1996)adlı romanı da; insanların milliyetlerinden çok, onların ‘insan’ olmalarının gerekliliği, “insanlığın kardeşliği (kültürlerin birleştirilmesi)” öngörüsü oluyor. Kitabın anakonusunun, “din farklılıkları yüzünden” acı çeken insanların resmedilmesi olması da bu, yani “tek tek kaosa” yol açan “dinlerin”, birleştirilerek kaostan çıkılmasının istenilmesi oluyor. Eserde, Kitabdar isimli karakter bir Müslüman olmasına rağmen de, Yahudi bir kadın olan Clara ile evlendiriliyor (ki, bu da zaten kültürlerin birleştirilmesi amaçları adına oluyor). Kahramanın babası bir Osmanlı prensi, ama en iyi arkadaşı olarak ona bir Ermeni (gavur) resmedilmesi de, aynı amaç için oluyor. Kitabdar’ın, annesinin Ermeni/Hıristiyan, babasının ise Müslüman, Clara ile olan evliliğinin Yahudiler ile Arapların “kaynaşmalarını” sağladığının belirtilmesi de, ‘kültürlerin/dinlerin birleştirilmesi’ amaçlarını delillendiriyor.
Ölümcül Kimlikler (Les Identités Meurtriéres,1998), Yüzüncü Ad-Baldassare’nin Yolculuğu (Le Périple de Baldassare,2000) adlı romanlarından Ölümcül Kimlikler isimli eserinde; “Ben kimim?.. Nereye aitim? Doğulu muyum yoksa Batılı mı? Nereye aitim? Kültürel özellikler beni ne kadar ben yapıyor? Toplumsal yapı beni ne kadar belirliyor? Gerçekten ben, düşündüğüm ben miyim yoksa bir yanılsamanın içinde debelenip duruyor muyum?” şeklindeki ‘can alıcı’ soruları ile, “öz kimliklere” saldırıyor. Herkesin içinin derinliğinde, doğarken ebediyen belirlenen ve değişmeyecek olan ‘Öz’ün (tek bir aidiyetin) varolduğu inanışı bulunmasını, geri kalanın (çeşitliliğin) yoksayılması kabulu yaparak irdeliyor. Oysa, “kişinin kendini tek bir aidiyete bağlı hissetmesi”, geri kalanı (ötekileri) yoksaymak değil, aksine onun yaşaması, benim de yaşamam inanışı oluyor. Çünkü, “aidet yoksa, zaten ben de (çeşitliliğin birleştirilmesi, sentezi yüzünden) yokoluyorum. Maalouf,KüreselciNlerin (Fundemantalist Anglosakson-Judea işbirliğinin), çeşitliliğin ‘küllerinden’kurmayı amaçladığı düş düzeninin (Küresel Tek Yapı amacının) temeline taş taşıyor… Yüzüncü Ad – Baldassare’nin Yolculuğu’nda da, ‘İslam olana saldırısını’ sürdürüyor; Allah’ın aslında 99 değil ‘100 adı’ olduğunu ‘varsayıp’, bu kayıp adın sırrının peşine bir Katolik Hıristiyan sahafın düşmesini anlatıyor. Dünyayı kurtaracak tek şey “Yüzüncü Ad”dır, bu ‘el yazması’ kitaptır ve bu kitapta açıklanan bir isim, yani, Allah’ın, Kur’an’da anılan 99 adının dışında, sıradan ölümlülere bildirilmemiş olan son isim ‘iddiası’, fiilen “İslam olan”a saldırı oluyor. Bu kitabında da, Amerikalı ideolog Francis Fukuyama gibi “Zamanın Sonu” kreması da sunuyor ki, bu sunum; Küresel Tek Yapı amacı güden “Fundemantalist Anglosakson-Judea ortaklığı”nın, Yeni Milenyum’daki (2000’li yıllar ilk çeyreğindeki) İsa/Mesih beklentileri inancı oluyor..
Maaoluf’ın, opera için yazdığı ilk lirettosu ‘Uzaktan Aşk (L’amour de loin,2002)’dan sonra, ‘Yolların Başlangıcı(Origines,2004)’ adlı romanını, sonrasında da, Adriana Mater (2006) adlı ikinci librettosunu kaleme alıyor… Uzaktan Aşklibrettosunda; yine Tanrı, kimlik ve aidiyet üzerinden ‘Doğu’ya uzanıyor!… Yolların Başlangıcı isimli eserinde ise, yine ‘kendi kurgusu’nun okuyucu için ‘ışık olmasını’ istiyor; anakaraları birleştirmesi de aslında, “insanlığı tek tipleştirme” projesine katkı koyması oluyor… İkinci librettosu, Adriana Mater’de de, yine insanlığın sorunlarına ışık tutar gibi görünürken, “insanoğlunu ortak (evrensel) değerlere” yönlendiriyor, ‘öteki görmeyi’, tükenmekte olan bir dünyanın sarsak değerleri olarak gösterirken, “ortak değerlerine” çağırdığı “kendi dünyası”nın, savaş ve düşmanlığı çıkartanlar (kendinden olmayanları insan görmeyenler), ‘ötekini’ yaşatmak değil de, yoketmek isteyenler olduğunu ise göstermiyor…
Amin Maalouf; yazımızın başlığını esinlendiğimiz, Çivisi Çıkmış Dünya Uygarlıklarımız Tükendiğinde (2009) adlı eserinde ise, dünyadaki bütün kültürler ve halklar için felakete yol açacak politikaları (medeniyet çatışması denilenin, Batılının Doğuya saldırması gerçeği olduğunu yoksayarak, bu durumu -medeniyetler çatışması- adı altında kuramsallaşıp yasallaşan kötü politikalar olarak kabul edip) eleştiriyor; insanlığı, yaşamın devamlılığının olmazsa olmazı olarak gördüğü hoşgörü (Doğu/İslam kültürüne saldırı) edebiyatına davet ediyor. Fakat, “insanlık için çizdiği yol haritası”nın, “Fundemantalist Anglosakson-Judea ortaklığı” politikaları ve amacı olduğunu ise hep gizliyor. Kitabındaki; “Ya bu yüzyılda herkesin kendisiyle özdeşleştirebileceği aynı evrensel değerlerle bütün haline getirilen insanlık serüveninde güçlü bir inancın rehberlik ettiği ve bütün kültürel çeşitliliklerimizle zenginleşecek bir uygarlık kurmayı başarırız ya da ortaklaşa bir barbarlığın içinde yok olup gideriz.” açıklaması da zaten (1), kimin için ne istediğini; okuyucusunu, kurulmasısürdürülen, ‘Küresel Tek Yapı’ya yönlendirdiğini gösteriyor. Maalouf, 29 Mayıs 2009’da NTV’de yayınlanan Global Leaders programında; “Bence bir insan, herhangi bir dini aidiyete…indirgenemez. Herkesin kendi kimliğinin karmaşıklığının farkına varması çok önemlidir …Dünyayı geniş, çoğul bir millet gibi görebilmeliyiz. Bence gelecek nesillerin de en büyük görevi bu olmalıdır…” derken de, KüreselciNlerin “Küresel Tek Yapı” amacını hizmet etmesini ortaya koymasının yanında, Doğu-İslam halkalarını ‘pusulasız bıraktığını, pusulalarını kendisinin de keybettirdiğini ortaya koyuyor. Maalouf okuyucusu da “bilinçli olmadığı” için, eserlerindeki ‘arka plan’ görülmüyor, görülemiyor…
‘Ekseni kaymış vicdan’ ya da ‘içine ilaç atılmış gazoz’ sorunu…
‘Emin’ bir adam olmayan, ‘Amin’ bir adam olan Maalouf, eserlerinde, Doğu-İslam halklarına ‘kurgu’ sorunlar gösteriyor, fakat buna karşın, bu halkların asıl sorununun, “kendileri olarak” kalamayışları; senteze tabii tutulmaları yüzünden “kimliklerinin kırılması’ ile kendilerine giydirilen “başka kimliği”yaşamaları sonucu ‘sorun’ yaşadıklarını söylemiyor. Dahası ise, kendilerine ait olmayan bu ‘sorunu’ hâlâ da yaşarlarken, yeniden bir kez daha kendilerine, ‘yeni kimlik’ giydirilmeye çalışıldığını da tabii ki söylemiyor. Müslümanlar, Maalouf eserleriyle de, “yeni bir kimlik giyme” anlayışına sokulmuş bulunuyor…
Hâl bu olunca, kitap okuyucusunun ivedilikle cevabını bulması gereken soru da, “Ne okuyabilirim?” değil, “Kim olabilirim?” sorusu oluyor…
Daha dün denilebilecek bir zamanda, “kimliklerinin kırılması (öldürülmesi)” sonucu imparatorlukları yıkılıp kendilerine “Ulus devlet/kimlik” kurulan/verilen Müslümanlara bu defa da, yıkılacak “Ulus/kimlik”, devlet/kimlik yerine “yine yeni bir kimlik (İslamdışılık, insan kardeşliği, dünya vatandaşlığı, esasta da, Küresel/Evrensel Tek Yapı modeli)” biçiliyor. Henüz, Küresel (Evrensel) bir toplumun/devletin, “uyum içinde” yaşamasını sağlayacak olan ilkeler, kurallar, kurumlar gelişmemiş olsa da, “tarihe gömülmekte” olan “Ulus devletlerin”, kendi (öz) olamayan yöneticileri tarafından da (özellikle de BM üzerinden), kurulmakta olan “Küresel Devlete” entegrasyonları (tasfiyesi) sürüyor. “Ben Kimim?” sorusunun cevabından bihaber okuyucu(su)nun, ‘Maalouf(culuğ)’u okuması da, sözkonusu bu ‘tasfiyeye’ bilinçsizce koyulan katkı oluyor. Bu sebeple, Maalouf’un kitapları, okuyucusu için mutlaka okunması gereken kitaplar değil, Doğu/İslam halkları için, ‘içine ilaç atılmış gazoz’ oluyor. Okuyucuları da, ‘ekseni kaymış vicdan’ ya da ‘içine ilaç atılmış gazoz içirtilenler’ oluyor.
Nihal Bengisu Karaca, “Çivisiçıkmış dünya, ekseni kaymış vicdan, ilaç atılmış gazoz” başlıklı yazısında: “Çivisi çıkmış dünyademişti Maalouf. Mavi Marmara, çıkan çiviyi arayıp bulma girişimiydi. Önce insan sonra Müslüman olarak amacımız bu değil miydi bizim? Adalet, adalet, adalet dediğimiz şey yerli yerinekoymak, çıkan çiviyi takmak ve herkes için yaşanılabilir bir dünya inşa etmenin yollarını aramak, bunu yapamıyorsak hiç değilse arayanlara selamet dilemek değil miydi?” diye soruyordu (2). Soruyu başkası, bizim gibi cevaplayamayacağına göre, söz hakkı bize düşüyor; çivisi çıkan “dünya değil”, ‘Müslüman olanı belirleyen’ “kimliğin” çivilerinin sökülmesi oluyor.
‘Mavi Marmara’ girişimini Nihal hanım gibi ben de önemsiyor, ‘selamet aramak’ gibi de görüyorum ama, ‘yaşanabilir bir dünya inşâ girişimi’ olarak görmüyorum. ‘Yaşanabilir dünya inşası’, Batı Çiçekliği’nin (çöplüğünün), sadece kendine hâs olarak gördüğü ‘İnsan Hakları hurafesi’ ile, ya da ‘Anglosakson-Judea ortaklığı’nın, “İslam olanı” olduğu gibi, “kendi (Katolik)mezhebini de” yok ettiğini kavrayabilen üç beş Katolik/Hıristiyan veya mevcut İsrail zihniyetine ters mezhep anlayışına sahip, üç beş Hasidik Yahudisi (siyah pardüseli, siyah şapkalı Musevi)‘ ortaklığı ile olmaz, olamaz. ‘Yeniden dünya inşâsı’ ya da ‘çıkan çiviyi takma’ işi öncelikle; –Ben kimim (?) sorusunun cevabının idrakiyle, “kendi/öz olmak” farkındalığıyla başlar. Yoksa, yeryüzü zemininde “kendi/öz kimliği” ile durmayanlar, duracak zemin de bulamazlar, tarih de bunu bize hep gösterdi, hâlen de gösteriyor. Farkındalık yaşanamadığı için de, ‘Araf’ta kalan’ değil, ‘Batı Çiçekliği’ne ‘geçiş’yapmış olanlardan Radikal yazarı Haluk Şahin;“…Maalouf’un hemen hemen her cümlesini onayladığım kitabını okurken Türkiye’nin de ‘çivisi çıkmış bir ülke’ olduğunu düşünmemem olanaksızdı…Çivisi çıkmış bir dünyada çivisi çıkmış bir ülke!.. hem dünya hem de ülkem için iyimser olmak istiyorum. Ama nasıl?” diyordu (3). Oysa, çivisi çıkanın dünya ve ülkemiz olmadığı, “dünyayı sadece kendilerine verilmiş miras’ gören inanca sahip ‘Batılı Beyaz Adam’ın bu ‘şeytani anlayışının’, dünyanın değil ama, “insanlığın çivisini” söktüğünü; ülkenin çivisi çıkmış denilen şeyin de, ‘kaybedilen kimlik’ yansıması olduğunun, ister “Araf’ta kalanının” ya da “Batılının çiçekliğine çoktan ‘geçiş’ yapmış olanının”, az veya çok ‘içine ilaç atılmış gazoz içenler’, yani ‘kendi/öz kültürünü tüketenler’ olduğunun görülmesi gerekiyor.
İçine “ilaç atılmış gazoz içenlerin” başına gelenler de zaten belli; “Dünyada neler oluyor(?)u (resmin bütününü) göremeyenler, “Küresel Tek Devlet” kurmak isteyen ‘Fundemantalist Anglosakson-Judea ortaklığı’nın ‘menzil taşları’ oluyor…
Bu noktada yazımın baştarafına dönersem de; sorun, benim Maalouf’u ‘hiç okumadan’ eleştirmeyi başarmamda değil, “bakıp da göremeyen Kim olduğunu bilmeyenlerde” oluyor… Kendimi tabii ki önemsiyorum, ‘Ekseni kaymış vicdan’ ya da ‘içine ilaç atılmış gazoz içme’ya da‘kendi/öz kültürünü tüketme’ sorunubulunanların, ‘Maalouf (culuğu)u’ değil, “beni okumaları” gerekir de diyorum…
Ahmet MUSAOĞLU / 26.06.2010