İlerlemiş yaşında Saadet Partisi’nin (SP) başına geçtikten sonraki açıklamalarında; “Milli Görüş iktidarında Gül ve Erdoğan’ı faydalı işlerde kullanacağız” diyen Prof. Dr. Necmettin Erbakan; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Birleşmiş Milletler’in (BM) başına (Sekreterliğine), Başbakan Tayyip Erdoğan’ı da, Avrupa Birliği’nin (AB) başına öneriyordu. TRT Anadolu’da “Anadolu Soruyor” programına konuk olan Erbakan Hoca, geçen yılın son günlerinde katıldığı ve yerel medya yöneticilerinin sorularını cevapladığı program sırasında, Gül ve Erdoğan için; “Onlar benim evlatlarım. Kendilerini her zaman severim ve sevgim bakidir. Onların da beni aynı şekilde sevdiğinden eminim. Bunlar hiçbir zaman bilerek Türkiye’ye kötülük yapmaz.” diyordu. Yazı konum Erbakan Hoca’nın bu ‘Açılımı’ daoluyor…
Erbakan Hoca’mıza ‘dokunuyorum’…
09 Ağustos 2010 tarihli, “Erbakan ‘Tek Milli Adam’/Milli görüşün bitişi” başlıklı yazımda; bu hareketin “köylü hareketi” olduğunu, “bilgi hareketi olmadığını”, iflas ettiğini yazmıştım. Ayrıca da, “Benim derdim ‘oydu buydu şuydu’larla değil, ‘Milli Görüş Hareketi’ lideri Necmettin Erbakan Hocamızla…Başlatmış olduğu bir ‘Hareket’in, sonunu geldiğini görememesi yanında, “olması gereken” olamadığını göremeyişine değineceğim…Milli Görüşçü Eski Bakan Cevat Ayhan Bey, bugünlerde Numan Kurtulmuş tarafında olan Trabzon Eski Milletvekili Şeref Malkoç ile birlikte, Memur Sendikalarından birinin “Trabzon İl Temsilciliğini” yürüttüğüm Sendikamızı ziyarete geldiklerinde, kendisine; –Erbakan Hoca’yı bulsam, etrafındaki bu kadar basiretsiz–gerçekleri görebilmekten uzak, ileri görüşlü olmayan- insana rağmen bu davayı nasıl bu duruma getirdi, diye sorardım demiştim.” diye yazmıştım. Sözonusu bu yazımı, “Muhterem ‘Baş(ba)kan’ Necmettin Erbakan”, üniversite talebesiyken ‘bağımsızlık karakterinizi’ sevmiştim, ‘sizi’ hâlâ da seviyorum…” diyerek bitirmiştim. Sonrasında, 21.10.2010 tarihinde ise, sevemeyeceğimi yazıyordum: “Saadet Partisi Genel Başkan olduktan sonraki toplantıda konuşan Necmettin Erbakan (Hoca) diyor ki:“Daha büyük, daha güçlü bir Osmanlı geliyor. Bunu gerçekleştirmenin şerefini Allah size nasip ediyor. Ne mutlu. Muhittin Arabi Hazretleri bunu bin sene önce kitabında belirtiyor. Bin sene sonra insanlar fetret devrine düşecekler. Bu fetret devrinden sonra kurtuluş hareketi Konya’dan başlayacak ve yeniden insanlık kurtulacak. Bu keramet bugün gözlerimizin önünde tecelli ediyor.” diyordu…EYVAH…eyvah ki eyvah…Bugünkü tasavvuf’un İslam dinini yok ettiğini, terkedilmesi gerektiği Erbakan Hoca’nın…sözlerinde de anlaşılabiliyor. Böyle bir şey olmaz. İslam bu değil…Muhittin Arabi mi söylemiş bilemiyorum ama, ‘onun adına’ ortalıkta çok çok hurafe dolaşıyor…Kıyamet tarihi de verdiği söyleniyor ki –Kıyamet tarihi vermek dindışı/bilimdışı olduğu için çıkmadı-, eğer bu da orijinal eserde varsa, dikkate alınacak bir zat değil…Erbakan Hoca’nın Muhittin Arabi örneği, Milli Görüş’ün neden bittiğinin de bir delili oluyor. Böyle bir Erbakan’ı ‘–duyduğu haberleri sorgulamadığı-İslam ölçüsüne’ uymadığı için sevemem… ” diyordum. Kur’an-ı Kerim’in, “Akletmez misiniz?” bildirisine uyarak “sevgimde değişikliğe” gidiyordum…
03.12.2010 tarihli, “Müslüman sol hurafecisi Mehmet Bekaroğlu, ‘Allah değil’ ha…” başlıklı yazımda ise, Erbakan Hocamız için; “Farkında değiller hâlâ ama, karşı oldukları ‘sistemi’ sürekli ‘tamir/tesis edenler’ kendileri oluyor.” diyordum. Zaman zaman, Müslümanları, –Ben Müslümanım diyen insanlar “reforme ediyor” diye de sıklıkla yazıyordum ama, “reformistlerin” içersine Erbakan’ı sokmuyor, yine de sokmuyorum. Fakat artık, biraz ‘dokunacağım’, ama önce; “bu ülkenin asıl sorununun” adını bir kez daha ortaya koymak istiyorum…
Ülkemiz asıl sorunu ‘Amerikanlaşmış olmamız’ oluyor…
10-11.11.2007 tarihli “‘Terörizmin Özgürlüğü’… ‘Sick Man’…” başlıklı yazımda: “2007 yılındayız…2003 yılında yazarlık yaptığı bir gazetede Emekli generalimiz Kemal Yavuz; “ABD, bunları kimden istiyor? ‘Lütfen’ hatırlayın! Burnunun dibindeki, -daha doğru bir ifadeyle- ‘hassas böğrünün’ yanındaki Kuzey Irak’a girişini ‘yasakladığı’ Türk Silahlı Kuvvetleri’nden. Nereye? Binlerce kilometre ötedeki Afganistan’a. Üstelik, NATO’daki bu görevini -hem de anlaşmadaki süreden çok daha uzun süre kalarak- savmış bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri’nden. ‘Adam kullanmanın’ da bir ölçüsü olmalıdır.” diyordu. Peki de, işbaşında veya emeklilikte; ‘adam kullanmanın, ölçüsü yoktur, kullanma kullanmadır, defolun’ neden denilemiyor?…Yine emeklilikte konuşan Milli Güvenlik Kurulu Eski Genel Sekreteri emekli Org. Tuncer Kılınç; ‘Cumhuriyetimize Sahip Çıkmak’ konulu konferans-konuşmasında, ‘AB, Ermeni soykırımını, Kıbrıs’ta Rum yönetimini tanımamızı, Limanları Rumlara açmamızı, terör örgütü ile masaya oturmamızı, Kürt ve Alevi vatandaşlarımızı azınlık olarak nitelememizi dayatmaktadır. Böylece, birliğimizi, bütünlüğümüzü bozarak, kolayca teslim olmamızı bekliyorlar.’ diyordu. Peki de, hemen herkes ABD ve AB’nin Türkiye’yi bölmek istediklerini söylüyorlar da, ki öyle; o zaman, ‘Gelin BOP’u ve AB’yi alenen reddedip, bunu uygun bir dış politika uygulayalım’denildiğinde, ne siyasilerimizin, ne de askerlerimizin, yani ülkeyi yönetenlerin (MGK) böyle bir ‘modeli’ öngördüğü neden görülemiyor?…Dahası, PKK ile mücadelede Türkiye nelerde hata yaptı (?) konuşulacağına,sorunun adı hâlâ niye ortaya koyulmuyor?..Tabii ki de izlenen her politika, MGK’lı (siyasilerle de) sürdürülüyor…İkinci Dünya Savaşı Sonrası ülkemize yaşatılan ‘Amerikanlaşmamız’, bu ülkenin ‘asıl sorunu’, artık denilmesi gerekiyor… İsmet İnönü’lü 1940’lı yıllar, ‘Amerikanlaştığımız’ yıllar oluyor…Türkiye NATO’ya, evlatları feda edildikten sonra, 1952’de girince de, Amerikanlılaşmamız, ‘US damgalı/işbirlikçi’ olmamız -Amerikan menfaatlerini kendi menfaatlerimiz sanmamız- artış göstererek bugüne gelmiş bulunuyor…” diye yazıyordum (1). “Amerikanlaşmamız” öyle bir hâl ki, “darbe(ci)miz” de “siyasetimiz de” onsuz olamıyor! Kimsenin ABD (Anglosakson/Protestan Hıristiyan-Judea ortaklığına)”, yani “Amerikanlaşmamıza” açıkça ‘karşı çıktığı’ görülmüyor.
Mesela, “Kürt sorununda” olduğu gibi, APO ve Karayılan’gillerin (vb..) “kukla”, ABD’nin ise “kuklacı” olduğu, “mücadelenin asıl ve açıkça” ABD’ye karşı verilmesi gerektiği söylen(e)miyor. Başbakanlıklar yanında çağdaş (!) Cumhurbaşkanlığı da yapmış Süleyman Demirel, “sanki ABD Cumhurbaşkanı!!”, “Anti-Amerikanizm içindeki halkı memnun etmek için ABD’ye karşı efelenebilirsiniz. Ama netice almanız mümkün değil.” diyordu (2). Erbakan Hoca, 28 Şubat sürecindeki ünlü “18 maddelik” kararlar için, “ABD Savunma Başdanışmanı Makovski tarafından hazırlanan planın askerler tarafından ‘teklifimiz’ diye ortaya konulduğunu sonradan öğrendik.” diyordu. Eski Başbakan Mesut Yılmaz ise, neyin/kimin Başbakanı olduğunun farkında bile değil, Başbakanlığı döneminde kendisinin ve bakanlarının dönemin ABD Büyükelçisi ve üst düzey isimlerce tehdit edildiğini söylüyordu. Bu tip açıklamalar, “emeklilikten sonra” yapılan, geciktiği için de, hiç bir değeri kalmayıp “yerini bulmayan” itirazlar, ama “efelenme” olmuyor. “Terk edilemeyen Amerikanlaşmamız”, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlıyla, ülkemizin bir kez daha “yeniden dizaynına” denk düşen ‘yeni düzene’ karşı konulamayacağını gösteriyor. Gerçek “karşı duruş/efelenmek” gösterebilmemiz için ise, “Tanzimat alışkanlığı” olarak gelen ‘taviz vere vere’ ülkeyi yönetmeyecek ‘liderlerimiz’ mutlaka bulup ortaya çıkarmamız gerekiyor. Ülkemizin, her türlü idarecisin… “siyasetçisini, hacı hocasını, bilim adamı, münevveri, yazarını…”; kısaca “gerçek liderleri”ni bulamaması sorunu durmaksızın sürüyor…
Sen de mi Erbakan Hoca!…
TRT Anadolu’da “Anadolu Soruyor” programına konuk olup da, Abdullah Gül’e BM-Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’nin, Tayyip Erdoğan’ın ise AB’nin başınageçmesini öneren Erbakan Hoca, “Gül ve Erdoğan için, ‘Bunlar benim evlatlarım…Bunlar hiçbir zaman bilerek Türkiye’ye kötülük yapmaz’…Erbakan…iki liderin de iyi niyetli olduğunu, ancak farkında olmadan Siyonizm tarafından kullanıldıklarını öne sürerek, ‘Bunlar işe başlarken sekiz sene önce nasihat ettim fakat dinlemediler. Türkiye’yi borç batağına batırdılar.’” diye de konuşuyordu (3). Erbakan bu açıklamalarıyla, tüm “siyasi/cihat hayatıyla” çelişiyor, dahası, “öncesi devresini de” de reddetmiş oluyordu. Siyonizme ‘hizmet’ ettiklerini söylediği “evlatlarını” yine “(tekrar) Milli Görüşte hizmete” istiyordu ki, bu da bir başka “Açılımı”, yani, “olmaması gereken” oluyordu. Hem “siyonizme hizmet ettiklerini”, hem de, “ülkeyi borç batağına soktuklarını” söylediği “evlatlarına”, hiçbir şey olmamış gibi yeniden görev vermekten söz ediyor ki, bunun, “İslam olan” açısından kabul edilebilir yönü ol(a)maz, “Siyonizme hizmet”, yani “İslamdışılık”, bu kadar “ucuz” kabul göremez. Erbakan Hoca’nın, “birkaç on yıldır” bağlılarına “yüklediği” misyonun, BM ve AB’ye (Batılıya) karşı olmak olduğunu da gözönüne aldığımızda, “Ahir ömründe” sevenlerine (dolaylı da olsa), BM’yi ve AB’yi benimsetmesi, “karşı çıkılmaması gerekir”e sürüklemesi de anlaşılabilir olmuyor.
Hoca, yaş ve fiziksel olarak çökmesine rağmen, zihninin hâlâ nasıl çalıştığı, kendisini ifade biçimindeki başarısından görülebiliyoruz. Peki de, o zaman nasıl/neden böyle bir öngörüde bulunuyor? Bu durum, “misyonuna ihanet!!” değilse ne?..
Hiç şüphesiz ki, “misyonuna ihanet etmiyor”, ama yanlışlık yapıyor. “Evdeki evlatları” arasından “son olarak” gönderdiği, “Müslüman sol (hurafesi)” siyasetcisi “Numan evladını” taltif etmeyi unuttular, bu sebeple “Ben” Numan Bey’i, “İslam Ortak Pazar (İslam Birliği) hayali”nin başına öneriyor (!); Gül’ün sekreterliğindeki BM, Erdoğan’ın başındaki AB ve de Numan evladının başındaki (!) “İslam Ortak Pazarı” denilenlerin üçünün “birleşmeleri” ile ortaya çıkacak “Tek (Küresel) Yapı”, tam da ABD’nin amacının sağlanması olur, Hoca’nın, Gül ve Erdoğan’ı oralara hiç önermemesi gerekiyor. Erbakan gibi liderlerin, “bilememe” lüksü yok, ‘Batılı Beyaz Adam’ nezdinde “lider görev almış” Kemal Derviş örneğide zaten ortada, bu tip adamların, “ülkelerine faydası olmaz”, ‘Anglosakson-Judea’ya hizmeti olur, başka bir şey olmaz.
Üstelik, BM ve AB’nin her ikisi de “ABD projesi” iken, Gül ve Erdoğan başlarına geçse ne olacak ya da kiminle ne karar çıkartılacak? BM’nin başına Afrikalılar geçti ama, “Afrikalının” açlıktan öl(dürül)mesinin durmadığı da bilinebiliyor. Bu gerçek de ortada iken, Gül ve Erdoğan’ın BM ve AB’nin başında olmasından “fayda umulması”, Milli Görüş’ün/Hoca’nın, ‘siyonizm tarafından kullanılan bu evlatları’ ile “aynileştiğini” göstermesi yanında, karşı çıkılan “Batı Kulübe”, aslında “olması gereken/KENDİ gibi” karşı çıkılmadığını gösterir ki, bu da, birbirinden farklı gibi görünen partilerin “hepİsinin”,aslında “aynı partiler”, “tek proje” gerçeği oluyor…
İsviçre/Protestan Hıristiyanlık… Batur/Asker
Erbakan’lı 28 Şubat 1997 tarihli “ünlü MGK toplantısı”ndan önce –1996 yılının sonuna doğru-, Devlet Bakanı Abdullah Gül’e, bir mektup geliyor, üzerindeki posta adresi İsviçre, gönderenin ismi ve adresi ise zarfın üzerinde yok, ‘meçhul biri’ oluyordu. Gazeteci-Yazar Şamil Tayyar, Necmettin Erbakan Hoca’nın arşivinden çıkan, “28 Şubat Darbesi kriptosu”nun, imzasız zarfla İsviçre’den postalandığını açıklıyordu…
Erbakan Hoca, 14 Ekim 1969’da Konya’dan bağımsız milletvekili seçiliyor, 1970’de ise, ülkemizdeki “ilk İslamî hareket” olan Milli Nizam Partisi’ni (MNP) kuruyordu. Parti, kısa bir süre sonra, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılıyor, Erbakan Hoca İsviçre’ye/Protestan gidiyordu. Daha sonraları Erbakan “İsviçre”den dönüyor, 11 Ekim 1973’de, Milli Selamet Partisi’ni (MSP) kuruyordu…
Bu arada bir “parantez” açarsak; “Erbakan’lı Milli Selamet Partisi”, 12 Eylül 1980 “darbesi” öncesi yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP’nin adayı, “12 Mart Muhtırası” ve “27 Mayıs darbesi” sürecinde aktif adamı, eski Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur‘a oy veriyordu. Muhsin Batur için “şifreli oy” kullandıklarını açıklayan ise, seçimlerden bir gün sonra yapılan “12 Eylül 1980 Darbesi”nin ardından kapatılan MSP’nin Genel Başkanı Erbakan oluyordu.“Şifreli oy” hadisesinden 30 yıl kadar sonra, Erbakan; Muhsin Batur’a oy verdiklerini, bunun karşılığında da “isteklerini” kabul ettirdiklerini de açıklıyordu.
“Erbakan ile Batur’un “ilişkisinin” geçmişi 1980 “seçimine” değil, 1970’ler İsviçre’sinekadar uzanıyor. Yeni Asır Gazetesi’nden Hüseyin Kocabıyık, 25.07.2010 tarihli yazısında, “Bu hikayeyi anlatan Demirel’dir. Muhsin Batur’un anılarına da bir bakmak gerekir” diyerek şunları yazıyordu: “12 Mart 1971’de asker, devrin hükümetine bir muhtıra verdi…Demirel şapkayı aldı gitti…Seçime gidilecekti ama askerlerin yıktıkları Adalet Partisi ve Demirel yine iktidara gelecekti…‘Eee, ne anladık biz bu işten’ diyordu askerler. Ama askerlerin içinde uyanık adamlar da vardı. Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, atlar uçağa İsviçre’ye gider. Niye gitti biliyor musunuz? İsviçre’de Necmettin Erbakan yaşamaktadır ve onunla görüşmesi lazımdır…Türkiye’de hatırı sayılır bir halk tabanının olduğu bilinmektedir. Muhsin Baturda bu tabanın hatırına gitmiştiHoca’nın ayağına. Teklif şuydu: ‘Geri dön Türkiye’ye ve partini kur, biz bunu arzu ediyoruz.’…Hoca, paşaların kendisine dönük bu teveccühünden ziyadesiyle memnun olmuştu. Paşayı kırmadı,Türkiye’ye döndü ve Milli Selamet Partisi’ni kurdu. Adalet Partisi’ni böldü…Askerler de bunu istiyorlardı zaten.” diyordu (4). Burada anlatılan, “Batur-Erbakan ilişkisini” göz önüne alıp, Erbakan Hoca’nın “görevli” olduğunu söylediğim sanılmasın, fakat, ortada “sıkıntılı” bir durum olduğu da anlaşılabiliyor. Mesela, Muhsin Batur’un önermesi üzerine Hoca’nın MSP’yi kurduğunu –bir an için– kabul edelim. Teklif üzerine Hoca’nın –muhtemelen-; “Batur iyi niyetli değil ama, Allah’ın da hesabı var” şeklinde “düşünme yanlışlığına” düşmüş olması muhtemel görünüyor. Tabii ki de, “Allah’ın hesabı var” ama, ortada “tuzak varken” ve siz buna, “önce karşı koymak, sonra tevekkül etmek” şeklinde davranışı göstermek gerekirken, sadece “tevekkül etme” tercihi “yanlışlığı” yapıldığı anlaşılabiliyor. Erbakan Hoca üzerine “senaryolar yazmak” ona haksızlık olur tabii ama; aynı düşünceden hareketle sorarsak: 1970’lerden bugüne 40 sene geçti, “İslami olan davranış” gösterilmeyip de “tevekkül eden” “Hoca (hareketi)”, o günden bugüne ne kazandı? Haşa, “Allah’ın hesabı mı tutmadı?” denilirse, kim ne diyebilecek? Oysa, Hoca’nın; Allah’ın, yaşama, düşünülen anlamda “müdahaleci/hesabı olmayacağının” bilmesi gerekiyordu. Yazdıkları ‘Senaryo’da size ‘figüran rolü’ verenlerin, kazanacağının, ‘baştan’ bilinmesi gerekiyordu. 1980 darbesi öncesi “yine Batur”la yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi anlaşmasındaki “istekler de” aynı sonucu verdi, “kendi/ÖZ” kimliğine göre davranış gösterilmeyip “taviz alına alına yol alabilme” yanlış tercihi, “İsviçre/Batur’lu yaşam” devreye girince kaybeden yine Milli Görüş oluyordu. Ne tesadüf (mi) ki, 28 Şubat 1997 öncesi yine “İsviçre postası” işbaşında görülüyor; imzası olmayan “gönderici”nin ABD (Protestan Hıristiyanlık-Judea ortaklığı) olduğunu, asılda ona karşı mücadele verilmesi gerektiğini kavrayamayan Erbakan Hoca, “kripto’nun ABD’ye ait olduğunu” 30 yıl sonra açıklıyordu. Haliyle de, “Hoca’nın (Milli Görüşün)”, “kendi/ÖZ” olamayışı, ‘kazanamayışının’ da sebebi oluyor. Kazandığı tek şey ise (!),‘karşı çıktığı sistemi’, bizatihi “evlatları ve kendisinin tamir edip durduğu” oluyor. “Amerikanlaşmış Sistemimiz”, parti kurdurup (!) hayatiyetini sürdürüyor…
“Kim kurdurtuyor bu partileri?”…
Aşağıda okuyacağınız açıklamalar, “27 Mayıs İhtilali” sonrası, “yeni partilerle” TBMM’nin açılıp açılamayacağına ilişkin “toplantının” içeriğinin, o toplantının dinleyicileri arasında bulunan merhum Emekli Tuğgeneral Sami Karamısır’ın, 1993’te Yazarlık yaptığı Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde, daha sonra da, 1994 yılında, “Osmanlı Araştırmaları Vakfı”nca yayınlanan, “Türkiye’nin Siyasi Meseleleri” kitabındaki notlarından geliyor. Ben şahsen, merhum Karamısır’ın ne baskısı bitmiş kitabını bulup okuyamadım. Notlarını, internette bulduğum şekilde paylaşacağım. İddia edilenlerin doğru olup olmadığını “bilmek hakkımız”; Karamısır’ın kitabının 85’nci sayfası “kaynak” gösterilerek “aktarılan açıklamaları” şunlar oluyor:
* * *
“1961’de yapılan seçimlerden sonra teşekkül eden Meclisin açılıp açılmayacağı hakkında tereddütler vardı. Biz Harp Akademilerinde öğrenci idik…Salonda yalnız biz öğrenciler değil, bütün Harp Akademileri mensupları toplanmıştı. Toplantıda Harp Akademileri Komutanımızo zamanki rütbesi ile Tuğgeneral Faruk GÜRLERgüncel olaylarla ilgili çok önemli bir konuşma yapacaktı. Komutanımız kürsüye çıktı…aklımda kalan şekliyle mealini aşağıda arz edeceğim konuşmayı yaptı….henüz olayın bütün canlı şahitleri ölmeden önce –misal…en önemli şahit…Osman BÖLÜKBAŞI- ışık tutmak ve bugün ülkemizde yaşanan parti kurma enflasyonuna…dikkatleri çekmek arzusu bizi bu hatıramızı yazmaya sevk etti. O devirde, başında devrin Genelkurmay Başkanı sayın Cevdet SUNAY‘ın bulunduğu, Genel Sekreterliğini Harp Akademileri Komutanı sayın Faruk GÜRLER‘in yaptığı yarı açık, yarı gizli Silahlı Kuvvetler Birliği isimli bir teşkilat vardı. Bu teşkilat yeni teşekkül eden TBMM’nin açılıp açılmayacağına, devrin Cumhurbaşkanı sayın Cemal GÜRSEL‘in başkanlığında köşkte toplanacak devrin siyasi partilerinin liderleri, CHP lideri sayın İsmet İNÖNÜ‘yü, Adalet Partisi lideri sayın Ragıp GÜMÜŞPALA‘yı Yeni Türkiye Partisi lideri sayın Ekrem ALİCAN‘ı ve Millet Partisi lideri sayın Osman BÖLÜKBAŞI‘yı dinledikten sonra karar vermeyi kararlaştırmıştı.…selâm faslından sonra Silâhlı Kuvvetler Birliği Başkanı sayın Cevdet SUNAY ilk sorusunuADALET PARTiSi Genel Başkanı sayın Ragıp GÜMÜŞPALA’ya bu şekilde yöneltmiş:
– Sayın Paşam…46 yıllık şerefli askerlik hayatınızdan söz ediyorsunuz. O kadar şerefli idiniz de siyasi parti kurup bu kuyrukları niçin başınıza topladınız?
Sayın Ragıp GÜMÜŞPALA Paşanın cevabı şöyle olmuş:
– Aslında benim parti kurmak gibi bir niyetim yoktu. Bir gün Cumhurbaşkanımız sayın Cemal Gürsel beni çağırdıve benden Demokrat Partilileri toplayacak yeni bir parti kurmamı istedi, aksi halde büyük çoğunlukla sayın Osman BÖLÜKBAŞI’nın Millet Partisi’nin iktidar olabileceğini, bunun ise arzu edilmeyen sonuçlar doğurabileceğini söyledi. Bu emir üzerine Adalet Partisi’ni kurdum. Defaatla, siyasi partilere alınmayacakları MBK’nın tespit edip ilan etmesini istedim. Böyle bir yasaklamaya gidilmedi. Ben de partiye girmek isteyen herkesi almak zorunda kaldım.
Bunun üzerine sayın Cevdet SUNAY, Yeni Türkiye Partisi Genel Başkanı sayın Ekrem ALİCAN‘a döndü ve ikinci sorusunu ona sordu:
– İhtilalin anlı şanlı Maliye Bakanı, siz Yeni Türkiye Partisini niçin kurdunuz?
Sayın Ekrem ALiCAN’ın cevabı da şöyle olmuş.
– Benim de parti kurmaya niyetim yoktu. Bir gün sayın Cumhurbaşkanı (Cemal Gürsel) beni çağırdı. Parti kurmamı istedi. Aksi halde, ya Millet patisinin. –ya da Adalet partisinin– tek başına iktidar olabileceğini, bunun ise beklenmeyen durumlar meydana getirebileceğini söyledi. Partiyi kurduktan sonra ben de partilere giremeyeceklerin MBK. tarafından belirlenmesini defaatla istedim, olmayınca müracaat eden herkesi partime almak zorunda kaldım.
Bunun üzerine Cevdet SUNAY, Cumhurbaşkanı Cemal GÜRSEL’e döndü ve sordu:
– Paşam, bunlar neler söylüyorlar, söyledikleri doğru mu? Cumhurbaşkanı sayın Cemal GÜRSEL’in cevabı şöyle oldu.
– Evet, doğru söylüyorlar. Bu şekilde hareket etmemi bana sayın İsmet İNÖNÜ, telkin etti. Bunun üzerine sayın Cevdet SUNAY’ın kendisine dönmesine fırsat vermeden sayın İsmet İnönü sözü aldı ve şöyle söyledi.
– Bunlar geçmiş olaylar Paşam. Şimdi biz bütün parti liderleri anlaştık. Bu olanlardan en büyük zararı gören sayın Osman BÖLÜKBAŞl’yı da kendimize sözcü seçtik. Hepimiz namına sizinle o görüşecek. Müsaade ederseniz biz bu Meclisi çalıştırırız efendim.
Bundan sonra sözü sayın Osman BÖLÜKBAŞI aldı ve hepimizi ikna eden bir konuşma yaptı. Bu konuşmadan sonra seçimle teşekkül eden Meclisin açılmasına karar verdik. O zaman, görünürde yeni partileri sayın İsmet İNÖNÜ kurdurtmuş. Ona da başkalarından telkin gelip gelmediği meçhul” deniliyor(5).
* * *
Bilmek, hakkımız, bu açıklamalar doğru mu? Muhsin Batur’un Erbakan’a parti kurdurduğu da iddia edildiğine göre, sahi “kim kurdurtuyor?” bu partileri…
Bilebildiğimiz şu oluyor: “Milli Şef” İsmet İnönü, Kurtuluş Savaşı’na katılmadan önceki günlerde (-Halide Edip’ler gibi) ‘Amerikan mandacısı’ idi (6). II.Dünya Savaşı’nın bitimine ülkemizi Amerikan –emperyalizmi denilse de- “fundemantalizmine’ açmasında aynı duygu hakim mi idi, kim bilebilir, fakat, 12 Temmuz 19947’deki beyannamesi ve aynı gün ABD ile yapılan anlaşma/Truman Doktirini sonrası, Türkiye’nin “kaderi” yazılıyor, Amerikan rüzgarı’nın estiği bu yıllar, çok ‘Parti/li’ hayata geçişimiz oluyordu. İşte, ‘Amerikanlaştığımız’1940’lı yıllardaki‘İsmet İnönü’lü yıllar’, başımıza “bela” olmuş olmasını hâlen de sürdürüyor…
Diğer taraftan, Sami Karamısır’ın ‘rastgelen’ ilişkiler ağına da baktığımızda, kimin için ne istendiği görülüyor ya da hâlâ da görülemiyor!…
Sami Karamısır ve Barnabas İncili (hurafesi)…
Özel Harpçi de olan general Sami Karamısır Paşa ismini, Harp Akademileri’ndeki “toplantıdan/1961”den biliyoruz. Sonrasında, 1981 kışında, Uludere yakınlarında bir mağarada bulunan ve kasti bir şekilde ‘Tevhidi İncil’ denilen “Barnabas İncili”nin bulunması iddiası ve de sonrasında –parayla almak isteyenlerin eline geçmeden– Jandarmanın eline, oradan da, “Genelkurmay Harp Dairesi”nin eline geçmesi sonrasında ‘para ile elde etmek isteyenlerin’ 1986 yılında Turgut Özal’a ulaşmaları ve Özal tarafından da, Sami Karamısır Paşa’ya gönderilmelerinde ve “sözde Tevhidi İncil” Barnabas İncili’nin tercüme çalışması hadisesinde de bilebiliyoruz. 1993’te Zaman Gazetesi’nde “Yazarlık” yapmış olan Sami Karamısır, Eylül/1995 tarihinde toprağa verilirken, cenazesinde Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Prof. Dr.Nevzat Yalçıntaş , İhlas Finans Başkanı Ali Coşkun, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Zaman Gazetesi Genel Müdürü Hüseyin Gülerce, Yayın Yönetmeni Abdullah Aymaz’da bulunuyordu (7). Karamısır, vefatından kısa süre önce, Zaman Gazetesi’nin düzenlediği bir seminerde verdiği dersin özeti arasında; “Kimimiz Batıcı, kimimiz milliyetçi, kimimiz de Müslümanolarak tanınırız. Bölünme bazı durumlarda ülke için tehlikeli oluyor. Peki bu bölünmeyi kim önleyecek? Bu bölünmeyi hoşgörülü Müslüman aydınlar önleyecektir. İşte Fethullah Hocaefendi çok önemli adımlar atıyor. Kurduğu diyaloglarbirçok bölünmenin önüne geçiyor.” ifadeleri de yer alıyordu (8). Öncelikli şu ki: Bir Müslümanın ne işi olur “Barnabas İncili” denilen hurafeyle? Çünkü, “Protestan Hıristiyanlık/Yahudiler”, Barnabas İncili için “ürettikleri”, “Tevhidi özellik taşıyor” iddiasıyla, Katolik Hıristiyanların, yani Kilise/Vatikan’ın, ‘Tanrı İsa’ inancını yıkarken, aynı zamanda Müslümanları, Pavlos’tan (Katolik itikadıkurucusu) önce “Tevhid vardı” yalanıyla reforme ediyor. “Hakiki İncil (kandırmacası)havucu”, yani “Tevhid” iddiası/yalanıyla, “Yahudilerle” Müslümanları “aynileştiriliyor”
Rahmetli Sami Karamısır, ‘iyi niyetliydi’ muhakkak. Fakat, “iyi niyet” yaşadığımız hadiseleri kavrayamaya yetmediği için “kötülük” getirebiliyor. Eğer “yaşasalardı” kendilerine; “asıl hangi bölünme tehlikeliymiş?” diye sorardım…
Bütünlüğü koruyan ‘İslam’ bölündüğü; milletin ‘dini çalındığı’ için ülke bölünüyor!.. Müslüman olan ‘Protestanlaştırıldığı (reforme edildiği)’ için bu/nlar oluyor…
Mahzun Kırmızıgül filmi “New York’ta Beş Minare..”de, ‘Müslüman kızın’ Hıristiyan erkekle evlenemeyeceği Kur’an yasağı (Bakara-221)” delindi ama, hiç kimsede “tıs” yok… “hangi bütünlük” ya da “neyin/kimin için bütünlük…”
Erbakan Hoca da “iyi niyetli” ama, “Kendi/Öz (Türkiye’de Müslümanlar, tarihsel kültürel model sahibi)ol(a)madığı/bilemediği” için yanlışlık yapıyor. “Emperyalizm yok, kullanmasın, Fundemantalizm DESİN; sadece Siyonistler değil, Protestan Hıristiyanları yanına eklesin” dedim durdum ama, kendisine duyuramadım! Müslüman cahil olmaz da, günümüz Müslümanları “cahil/bilgisiz”; Hoca’nın yapması gereken artık, göçmeden “hatıratını, mutlaka, eksiksiz de”, ama “iyi niyetli olmayan (!) birine”, mutlaka yazdırması gerekiyor… haykırıyorum…
Ahmet MUSAOĞLU / 06.01.2011