Dün değil, geçtiğimiz Pazar günü hayata gözlerini yuman Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın vefat haberi tüm ülkede derin üzüntüyle karşılanırken, o gün televizyonda yapılan programları “Eşim”le birlikte izlemem sırasında onun söylediği bir ‘söz’, bu yazıyı yazma kararım olmuş, bir hafta sonraki –dünkü– Pazar günü de, “Ben” o yazıyı yazıyor ve diyorum ki…

Demokrat Parti, Adnan Menderes’i ‘seven/oy veren’ bir aileden geliyorum. Dinine sağlam bir insan olan ‘rahmetli babam’ın, 1940’lı yılların CHP’sini sevmesi mümkün değildi, sevmedi de zaten. Menderes’in ‘devrilmesinden’ sonra sevgisini, onun devamı kabul edilen Adalet Partisi’ne, haliyle de onun başına geçen –kendinden zannettiği– Süleyman Demirel’e oluyordu. 1960’lı yılların ikinci yarısı olan bu dönem, “Benim” Trabzon Lisesi yıllarım oluyor, “Ben” de babamın çizgisinde bulunuyordum. Demirel’in “mason” olduğunu söyleyen CHP’li ‘mahalle arkadaşıma’, Demirel’in, Mason Derneği’nden aldığı, “mason olmadığına” dair –o dönemde gazetelerde yayınlanan– belgeyi göstererek, –Bak mason değil diyordum…

Yıl 1971 olmuş, öncesinde, 1969 bağımsız milletvekilliği de var ama, Erbakan’ın, Milli Nizam Partisi ile siyaset sahnesine çıkmasıyla, o dönemde pek çok Müslüman, kendilerine uygulanan ‘psikolojik harp’ sonucu “Erbakan’a kızmaya” başlıyordu. Rahmetli babam da, Erbakan Hoca’ya kızıyor, sevgiler ve oylar, “İslami hassasiyeti var” düşünülen “Nur’lu Süleyman”a; Süleyman Demirel’e ve Adalet Partisi’ne (AP’ye) yönlendiriliyordu. Adalet Partisi’ni ‘bölüyor’ denilerek Hoca’ya ‘kızgınlık’ arttırılıyor, namaz kılanların, ‘namaz kılmayanları’ baştacı etmelerine karşın, üniversite hayatında bile ‘namaz kılan’ Erbakan Hoca, ‘fazla namaz kılmakla’ da suçlanıyordu!.. 

Bu arada üniversite/KTÜ öğrenciliği süren “Ben”, ‘MSP ve CHP koalisyonu’ döneminde ülkemize giren “tercüme eserlerin” etkisiyle de ama, asıl da, yakın bir arkadaşımın kahvede oturduğumuz bir sırada, “Bana”, Maide Suresi’nin 44’nci ayetinden söz etmesi, “Ben”im ‘ilk araştırmam’; ‘Kur’an araştırmacılığım’ın da başlangıcı oluyordu. Bu başlangıç, bugün de hâlâ süren ‘çizgime’ de geçişim oluyordu. Kur’an’a yönelmemi ağlayan o arkadaşımın bugünkü çizgisi ise, o dönemdeki “Nur’lu Süleyman”ın bugünkü versiyonu, “Nur’lu Gömlek değiştirenler ortaklığı” oluyor. “Ben”, ciddi eserler okumaya başladığım sözkonusu geçiş dönemimde, Demirel’in, Mason Derneği’nden, Üstad Necdet Egeran’dan aldığı belgenin, kamuoyunu/Müslümanları ‘kandırmak’ için verildiğini ve bu durumun masonlar arasında ‘tartışma’ konusu olduğunu, hatta bölünmeye yolaçtığını da öğreniyordum. Babam rahmetliye, Süleyman Demirel’in ‘zannettikleri Demirel’ olmadığını, Erbakan Hoca’nın ‘samimi’ olduğunu söyleyip duruyordum ama nafile, Babamın da, ‘Demirel ve AP’ye sevgisi ve desteği’ sürüyordu. Sonrasında ise, Babam, Erbakan Hoca’yı seviyor, “Müslüman adam” deyip duruyor, bu defa ‘onun mücadelesini’ vermeye başlıyordu. Çünkü, babam için ‘dini kimlik’ her şeyden önce geliyor ve önceki ‘çizgisi için’ kandırıldığını söylüyordu. 1976 yılı başında, üniversite yaşamımın bitmesinden sonra iş ve askerlik için ayrıldığım şehrim Trabzon’a, bir daha 1979 yılında evlenmek üzere dönüyor ve evleniyordum…

Babama olan cephemi, ‘Babam kapatınca’, onunla ‘ortak payda da’ buluşuyor, evliliğimle birlikte ‘yeni cephem’ de ortaya çıkıyordu…

Hoca bu defa ‘eşim/ailesiyle’ tartışmamızın sebebi oluyor!..

Evlilik ile yeni yaşamım başlıyor, ‘yeni cephem’ de açılıyordu. ‘Demirelci babama’ yaptığım itirazlarımı bu defa, ‘eşime ve aile çevresine’ yöneltiyordum. Çünkü, eşimin ailesi de ‘koyu Demirelci ve AP’li’; “Benim”, CHP’li ‘rahmetli eniştem’ gibi onları da sert eleştirmem, ‘tartışma çıkması’ demek oluyordu. Doğru bildiğimi her zeminde çekinmeden –menfaat kaybederim düşüncesi hiç yaşamadan– konuşan, daha üniversite yaşamımdayken bile ‘Demirelciliğin’ yanlış olduğunu, ‘İslami hassasiyet ile’ işi olmadığının farkındalığını yaşayan bir ‘yapı’ olduğum için, Erbakan Hoca, ‘eşim/ailesiyle’ tartışmamızın sebebi oluyordu!.. “İslami hassasiyeti’ olan insanlar, sürekli ‘ihlas içinde olan” Erbakan’a hep kızıyor, bu defa da, “İhlas ile yola çıktık’ diyen “Demirel (AP)” savunuluyordu…

1979 yılı Ekim ayı son günlerindeki ‘evlenmem’den sonraki günlerde diyebileceğim, “TBMM Bütçe Görüşmeleri” sırasındaki Erbakan ve Demirel ‘konuşmaları’, “Eşimle ilk tartışmamız” oluyordu. Hoca’nın vefatı günü ‘birlikte’ televizyon izlerken bana hatırlattığına göre, Meclis’te Erbakan Hoca’nın, “köşe dönme” mevzuundaki alaycı üslubu, peşinden de kürsüde Demirel’in konuşmasına “Benim” ‘sert’ tepkim, aramızdaki ‘ilk tartışmayı’ doğuruyordu. 1980 ihtilali sonrası ‘particilik’ eskisi gibi sürmüyor, ‘Eşim’, Erbakan Hoca’ya karşı yumuşuyor, sevmeye de başlıyor, ‘aile çevresi’ ise, ‘Demirelcilik’ yanlışlığından bir başka yanlışlığa, ‘Özalcılığa’ geçiş yapıyordu. Kısa insan hayatında, “doğru” hiç değişmemeli ama, ‘doğru’ denilip savunulana sonram ‘yanlış’ denilip, “yeni doğru” bulunuyordu. “Ben” ise, Özal döneminde de (bugünlerde de) yine, “İslam ile işleri yok, bunlar da Amerikancı” diyerek ‘çıban başılığımı’ sürdürüyordum!..

Hemen her döneminde eleştirdim…

1990’lı, Refah Parti’li yıllarda ‘Eşim’, ‘Erbakan Hoca’cı oluyor, ‘28 Şubat’ sürecindeki ‘darbeciliği’ sebebiyle ‘Demirel’i, artık duymak bile istemiyordu. Onun, “Çağdaş Türkiye” dediği hurafe de, kendisini fazlasıyla rahatsız etmiş bulunuyordu. Bu döneminde ‘Eşim’, ‘siyasetin sadece siyaset’ olmadığını, ‘arka planı’ hep olduğunu görüyor, neredeyse de “Ben” oluyordu. Benim hayatımda ise, ‘particilik’ hiç olmadı, yanlış nerede ve kimde varsa hep karşı çıkan biri oluyorum. ‘Eşim’ de, “Demirel’ci” döneminde sahip olduğu ‘particilik’ anlayışını terk ediyor, olaylara artık bir münevver gibi bakıyordu. Sürekli ‘bilimsel aklını’ kullanan “Ben”, Milli Görüş Hareketini üniversite hayatımdan beri ‘köylü hareketi’ olarak görüyor, ‘şehr-i bir insan’ olan Erbakan Hoca’nın, ‘bağımsızlık/milli karakterini’ seviyordum. Bunun yanında, Erbakan Hoca’yı eleştirdiğim de hep oluyor, 1990’lardan 2000’nin ilk yıllarına kadar ‘Memur sendikacılığı’ yaptığım dönemimde, Refahyol Hükümeti ‘yıkılması sonrası’ dönemde sendikamızı ziyarete gelen eski Bakanlarından Cevat Ayhan’ın yüzüne de eleştirilerimi yapıyordum. ‘Milli Görüş Hareketi’nin doğru dürüst bir gazete ve yazar çıkaramayışını ve Hoca’nın yakınındaki halkada ‘bilgi sahibi kişi’ bulunmadığını, 1980’lerde bile söylüyordum. İlk’i 1982 yılıydı –sanırım-, ikinci kez de 1990 yılı civarında, Trabzon’da, –Hoca’nın ölümü üzerinde televizyonda boy gösterip onun faziletlerini anlatan– ‘eski Milli Görüşçü/Milli Gazeteci’, şimdilerde Tayyip Erdoğan’ın ‘dünürü’ olan ‘yazar Sadık Albayrak’a bu düşüncemi söylediğimde, bana verdiği cevapların ‘içi boşluğu’, ‘Milli Görüş Hareketi’nin önündeki insanlar denilenlerin ne kadar da ‘dünyadan bihaber’ olduğunun resmi oluyordu. Bu da zaten, “sadece Hoca’yı sevmemin” açıklaması oluyordu. Erbakan Hoca ‘Batı’ya karşıydı, “Ben” hâlâ da ‘Batılı Beyaz Adam’a karşıyım, onunla ‘ortak paydamız’ da bu oluyordu. Batılının fundemantalist (köktendinci) olanının, ‘insanlığın çektiği sıkıntıların’ açıklaması olduğunu hâlâ da söylüyorum…

Erbakan Hoca ile –mitinglerinde uzaktan görmem dışında– hiç yan yana gelmedim. Karşılaşıp konuşup, eleştirilerimi ona yöneltmeyi ise, hep istedim. Bir “Tarihsel Kültürel Modele” sahip olunamadan “medeniyet projesi” ileri sürülemeyeceğini ona anlatmak isterdim… nasip olmadı… Evini ‘terk edip’ Has Parti’ye geçen Trabzon eski milletvekili, hemşehrim-tanıdığım Şeref Malkoç’a, son birkaç yıldır; –Hoca’ya söyleyin, hatıralarını mutlaka yazsın dedim durdum ama, “hatıra yazdırmaya başladığını, ama bitmeye bile yaklaşılmadığını”, merasim günü oğlunun yaptığı açıklamadan öğreniyordum ki, Hoca bunu ihmal etmemeliydi diyorum…

Artık Hoca yok!..

Hep merak ettim, ama ona da görüp hiç soramadım…

Etrafındaki ‘basiretsiz/bilgisiz’ adamlara rağmen ‘davasını’ nasıl bu/yüksek duruma getirmişti?..

Bu cevabını artık alamayacağım…

Pek çok bilinmesi gereken ‘onunla birlikte’ göçüp gitti!..

Buna karşın, yaşamında ona gösterilmeyen ‘inanmışlık’, ölümüyle, “Erbakan’a inanmak” olarak kendisine dönüyordu…

Herkes ‘Erbakan’a inanıyor/du!..

1926 yılında doğan, 27 Şubat’ta hakkın rahmetine kavuşan, 28 Şubat’ta ‘dinlendirilen’ Erbakan Hoca, 01 Mart 2011 tarihinde defnediliyordu…

Erbakan’ın vefat haberi tüm ülkede derin üzüntüyle karşılanırken, haber medyada yoğun yansıma buluyor; Medya Takip Merkezi’nin raporuna göre, konuyla ilgili binlerce haber yayınlanarak, adeta haber rekoru kırılıyordu. Erbakan’ın vefatına, köşe yazarları da büyük ilgi gösteriyordu. Devlet töreni istenmeyen cenaze merasiminde, hemen herkes “yaşamında göstermedikleri” sevgiyi o gün, ‘Erbakan sevgisi’ olarak taşıyordu. Cenaze töreni, devletin zirvesini buluşturuyor, eski ve yeni çok sayıda siyasetçinin katıldığı tören, küskünleri de barıştırıyordu. Yaşamında Hoca’yı üzen üzmeyen herkes, onun cenaze namazında birleşiyordu. Türkiye, geldiği noktada Cumhurbaşkanı’nın, Meclis Başkanı’nın, Başbakanı’nın, Hükümet üyelerinin, askeri erkanın, uluslararası konukların ezilerek ölme tehlikesiyle burun buruna geldikleri büyük bir cenaze töreni yaşıyordu. Öylesine büyük bir cenaze töreni sözkonusuydu. Hocanın eski talebeleri; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da, oğul Erbakan’la yan yana saf tutuyordu…

Eski Başbakan, Saadet Partisi Genel Başkanı, Türk siyasetinin neredeyse 50 yılına damgasını vuran Necmettin Erbakan’ı son yolculuğuna, ‘devlet/millet’ birlikte uğurluyor, Devletin zirvesini buluşturan törende, Türk Silahlı Kuvvetleri de temsil ediliyordu. O gün, Türk siyasi hayatının ‘resmi geçidi’ yaşanıyor, portreler geçidi izleniliyordu. Hoca, ‘iktidar ve muhalefetiyle’ ülkemiz insanını sadece cenaze töreninde değil, Meclis Genel Kurulu’nda da buluşturuyor, defnedildiği gün TBMM Genel Kurulu’nda, Hükümet ve siyasi parti temsilcileri, Erbakan’ın siyasi kişiliğini, vizyonunu özel oturumda anlatıyordu…

Oyunun kurallarını, sırf Hoca’yı engellemek için defalarca bozan ‘Devlet’, Erbakan’ı çok çok üzmüş, hiç haketmediği halde cezaevlerine de yatırmıştı. Merasiminde  ‘istenilmediği için de’ orada bulunmuyordu. Bunun için,“Devlet, çok üzdü Erbakan’ı…Bu yüzden…Erbakan için tören düzenlemeyi haketmiyor.” deniliyordu (1). Halk da zaten gereğini yapıyor, en az 1-1,5 milyon insanın katıldığı cenaze merasiminde, Erbakan’ın nâşı omuzlarda, ellerde, başüstünde taşınıyor, Merkezefendi Mezarlığı’nda eşi Nermin Erbakan’ın yanında toprağa veriliyordu. Ona ‘inanan’ veya yaşamında ona ‘inanmayıp karşı çıkanlar’ bile, o gün ona ‘inanıyor’, kişiler istemeseler de, vicdanlar bunu “kişiye” söylüyordu…  

Sev(e)meyenler olmadı mı?..

1980’lerle birlikte parti olmasalar da siyasetin içersinde her dem etkin olan  ‘Gülen Hareketi’nin tek sev(e)mediği lider, Erbakan oluyordu. Zaman Gazetesi’nden İhsan Dağı, Erbakan’ın ölümü sonrası; “..Başbakan olduğunda bile rahat vermediler ona. 28 Şubat’ta ordu, yargı ve medyanın kuşatması altında başbakanlıktan ayrılmaya zorlandı ve partisi kapatıldı. Ancak bugünden bakıldığında 28 Şubat kapışmasından galip ayrılanlar, Necmettin Erbakan ve onun çevresinde yer alan siyasetçiler, toplum kesimleri oldu. Bu başarının sırrı ise hareketinin ‘değişim‘ yeteneğinde gizliydi. Değişim ‘gereği’ni doğru okudu, partisini dar bir ideolojik hareket olarak tutmak yerine geniş kitlelere açmaya çalıştı…Bu çok önemliydi; farklı insanlarla, ‘kendi gibi’ olmayan insanlarla siyaset yapmak hem Milli Görüşçüleri hem de diğerlerini değiştirdi.” diyordu (2). Sevip sevmemek arasında gidip gelen ‘yazar’, Erbakan Hoca’nın hiç değişmediğini, tüm hayatı boyunca ‘neyse o’ olduğunu göremiyor ya da söylemiyordu. Fethullah Gülen Hoca’nın; 28 Şubat sürecinde Erbakan’ın istifa etmesini istediği söyleniyor, muhtırayı değil, Erbakan’ın temsil ettiği iktidar anlayışını eleştiriyor, Erbakan’ı değil, Ecevit’i referans gösteriyor deniliyordu (3). Bu yapılan, ‘siyaset tercihi’ oluyor, Zaman Gazetesi’nden Hüseyin Gülerce, bir röportajında; “Saadet Partisi’ni Erbakan olduğu için desteklemiyoruz” diyordu. Başörtü için, ‘fûruattır’ diyenler, “Başörtülü kızların yenilmesinin” faturasını ABD’ye (Anglosakson-Judea ortaklığına) değil, Erbakan’a yüklüyor, desteklemedikleri Erbakan’a, ‘28 Şubat’ da yüklendiriliyordu!..

Hocanın cenaze merasimi sırasında yapılan televizyon programlarında, ‘Milli Görüş Hareketi’nin özelliğinin, “itaat ve sadakattan vazgeçilmemesi” olduğu söyleniliyor ama, bu doğru bir değerlendirme olmuyor, söz edilen “itaat-sadakat”, Erbakan Hoca’nın şahsına değil, savunulanın adının, “dava” veya “hiç değişmeyen” olmasına inanılması oluyordu.

‘Değişenler’, mesela, daha dün Ecevit’i ‘tercih edenler’, bugünlerde Süleyman Demirel’e ‘kızarlarken’, Ecevit’ten önce ise Demirel’i ‘baştacı etmiş olanlar’ oluyor; siyasetçi örneği üzerinden  baktığımızda da, ‘değiştiği’ görülenlerin “davası olmayanlar” olduğu görülebiliyor. ‘Değişilmemesi’ ya da hiç değişmeyeni savunmak” gerektiği –en hafifinden– bilinemiyor, ‘değişmek’ insanı “kendine/özüne” yabancılaştırdığı için de, ortada “BEN/Biz” olarak hâlâ da bulunamıyoruz…

Erbakan ‘olunamaması’ yüzünden…

Bugün bile bir otomobil markamızın olmaması, ‘Erbakan olunamaması’; Hoca’nın,  ‘dinlenilmemesi’ yüzünden oluyor. “Başbakan Tayyip Erdoğan bir süre önce ülkemizin öndegelen işadamlarına hitap ederken, ‘Hani bizim yerli otomobilimiz?’ diye sordu ve ‘Sizlerden tamamen kendi mühendislik çabalarımızın ürünü bir otomobil üretmenizi bekliyorum.’ ricasında bulundu. Yıl 2011. Türkiye’de her marka otomobil var, ama bir teki bile kendi markamız değil. Önceki gün kaybettiğimiz Prof. Necmettin Erbakan’ın henüz genç bir bilim adamıyken tavsiyeleri dinlenseydi, bu alandaki utanılası eksikliğimiz çoktan ortadan kalkmış olurdu. Hem de tam 50 yıl önce.” deniliyordu (4). İki ‘Milli Birlik Komitesi’ üyesinin bulunduğu, 4 Mart 1961 tarihli Bakanlar Kurulu (BK) toplantısına katılan – İstanbul Teknik Üniversitesi motorlar kürsüsünde doçenti– genç Erbakan, karşısındakilere önce ülke sanayiinin genel durumuna dair görüşlerini anlatıyor, sonra da otomobil üretimi projesini aktarıyordu. Sözkonusu bu görüşmenin metni artık kitaplarda da yer alıyor…

O yıllarda Türkiye’ye otomobil ithali yasak, trafikteki araçlar bedelsiz ithalat yoluyla sokuluyor, sivil veya asker olsun herkes yabancı markalar yerine ‘yerli/öz üretimin’ daha makul olabileceğinde birleşiyor. Fakat, yine de bu yapıl(a)mıyordu. Eğer Erbakan’ın ‘dedikleri’ istikametinde bir politika izlenmiş olsaydı ‘araba markamız’ olacak, ‘bağımsız ol(a)madığımızı’ da tartışmayacaktık. Fakat, Hoca’nın savunduğu fikirler ‘dışlanıldığı’, “kendimize yabancılaştığımız” için bunlar olmuyordu, olmuyor…

“Kendin” olunmayınca, başkalarının ideali ‘kendi inancın’ gibi yaşanıyor, ‘değişip durulunca’ da, aransa da, ortada artık ‘İslam bile’ bulunamıyor…

Erbakan’lı 1961 yılı toplantısından bugüne…

Yıl, 2011 oldu…

Erbakan 85 yaşında vefat etti…

Biz hâlâ da ‘kendi otomobilimizi’ yapamıyoruz…

Çünkü, yaşamında Erbakan’ı ‘anlamamak’, hemen herkesin ‘tercihi’ oluyordu…

Erbakanı ‘anlamamak’ yok… ‘anlamak’ kimsenin işine gelmiyor/du…

Hoca öldü ama, asıl ölen, ‘1000 yıl sürecek’ denilen ‘28 Şubatçılılık (yeni modelimiz için yenileri gerektiğinden, eski ‘bizim çocuklar’) oluyor, Hoca ise, hakkında olumlu konuşmalar yapılmasını hâlâ da sürdürüyor… 

Türkiye’ye ‘kaybettirenlerden’ biri, Libya seferi sırasında Erbakan Hoca’ya ‘güçlük çıkartan’ Mehmet Ağar, Hoca’nın ölümü sonrası; “Türkiye’de insanlar hayatını kaybettikten sonra neye tekabül ettiğinin daha iyi anlaşıldığını belirterek, şöyle diyordu: Keşke yıllar önceden anlaşılabilseydi. Buna rağmen yaptıklarıyla, yaşadıklarıyla bugünün Türkiye’sine, dünyada meydana gelen olaylar karşısında ne ölçüde hizmet ettiği daha iyi anlaşıldı.” diyordu…

Peki de, Erbakan Hoca ‘anlaşılmayacak’ biri miydi ki…

Değil…

O zaman, sağlığında onu ‘anlamak’ kimsenin işine ‘niye’ gelmedi?…

Son zamanlarında Erbakan, ‘28 Şubat/darbe günü’ kendisine dayatılan “maddeler” ile ilgili olarak televizyon konuşmasında, “Müslüman evladı bunları isteyemez” diyor, adres olarak da, ABD’yi gösteriyordu.  

Anlamamak’ sadece, Amerika’nın(Anglosakson-Judea ortaklığının), haliyle de işbirlikçilerinin, ‘Yerli Olmayan Yerli’lerin (ister Vatan Kurtaran Aslanlardan, isterse de Vatan Değerlerinden Sıkılanlardan ya da Gavura Dost diyenlerden olsun) işine gelmedi, gelmiyor…

Ya da şöyle diyelim…

Sağlığında onu seveni sevmeyeni herkesin Hoca’nın cenaze merasimine iştiraki, onun davasının, ‘sahip olunması gereken misyon’ olduğunu göstermiş bulunuyor…

Her ne olursa da olsun, bu misyonun yine de ‘tercih edilmeyeceği’ de bilinebiliyor…

Erbakan Hoca’nın partisini kapatmak için dava açmakla yetinmeyip, ‘hakaretler’ de eden Yargıtay Eski Başsavcısı Vural Savaş’ın, yıllar sonrasında –Hocanın sağlığındaki– pişmanlığını – 23.03.2005 tarihli yazımda– şöyle yazıyor; “İrtica takipçiliği ile ünlenen Yargıtay Eski Başsavcısı Vural Savaş, Fazilet Partisi’nin kapatılmasıyla ilgili olarak bugünlerde, ‘Gaza geldim, dava açtım’ demişler. Emekli olunca pişmanlık fayda yetmiyor, ‘gaza gelme’nin millete nelere malolduğu ortada, görev başında iken ‘gaza gelmemek’ gerekiyor.” diyordum (5). Yıllar sonrasında ‘gaza’ gelindiğinin ‘idraki’ yaşanılsa da, Hocanın ‘misyonu’ yine de yüklenilmiyor. Vural Bey, bir televizyon konuşmasında da, “Erbakan ‘Tayyip Erdoğan gibi değil, antiemperyalist” de diyordu ama, o da “Bilmediğini Bilmeyenler”den oluyor, çünkü, dünyada ‘emperyalizm’ hiç olmadı, tüm Batı Tarihi fundemantalizm olarak yaşandı, ‘Batılı Beyaz Adam’ her döneminde, hâlâ da fundemantalist olarak yaşıyor, kendiden olmayana da bunu yaşatıyor!.. Erbakan Hoca bunu bilebilen bir Müslümandı, ‘Müslüman gibi’ yaşadı, ‘fundemantalistlerle mücadele’nin de ancak, “Kendin/ÖZ olarak kalarak” yapılabileceği ‘idrakine’ sahip bulunuyordu… 

‘Ulusalcı’ denilenlerden Nihat Genç; Hoca’nın ölümü üzerine yazdığı, “Erbakan bizdendi, milliydi” başlıklı yazısında; “Necmettin Erbakan’ın vefatı hepimizi derinden üzmüştür, Milli Görüş camiasının ve milletimizin başı sağolsun. İlk gençlik yıllarında komikliğe vurup hatta dalga geçtiğimiz Erbakan’ın dünya siyasetindeki yerinin ne olduğunu anlayıp şahsından özür dilememiz için 28 Şubat sürecinden bugüne gelişmelere şahit olmalıymışız..” dese de, Hoca’dan hâlâ bihaber olunduğunun, çok uzağında bulunulduğunun –Kendin olunamayışın– farkındalığını yaşayamıyor. “Seni seviyoruz savunan adam” deyip de, “kendini savunamayış”, “kendi olamayış” da benzer örnek oluyor…

Hepbirlikte öğrensinler…

“Erbakan: ‘Kendi’ olan adam…”

“Erbakan: Ömrünü ‘İslam olana’ adayan adam…”

İsmet İnönü Erbakan Hoca için ne demiş?

İsmet İnönü’ye atfen söylenilen bir söz, Erbakan Hoca’nın ya da ‘onu anlamak istemeyenlerin’ ne/kim olduğunu gösteriyor…

Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, şöyle diyordu (Ankara 1973):

Bu memleket bir tane adam yetiştirdi. O da dinci çıktı

Erbakan’ı yaşadık… .

Çok önemsediğim Mehmet Akif Ersoy’u yaşayamadım…

Yaşamımda Erbakan Hoca’yı yaşadım…

Erbakan…‘Tek Milli Adam’…

Muhterem “Eşim” de Erbakan Hoca dönemini yaşadı…

Bu yazıyı yazmama sebep olan ‘onun sözü’, ismi gibi ‘adalet anlayışıyla’ söylediği şu ifade oldu:

Seni sevmediğim günlere lanet olsun

Ahmet MUSAOĞLU / 08.03.2011