Avrupamerkezci “Sahte Tarih Modeli” anlayışı, insanoğlunun yeryüzünde görülmesi ile başlayan ve bugüne kadar gelen uygarlığı, bir bütün olarak görmeyi reddeder. İşte, bu  reddediş, Batı Uygarlığının Tarihi diye bir modele dönüştürülmüş bulunuyor.

Batı’da, 18-19’uncu yüzyıllarda ideolojik bir ihtiyaç olarak üretilen bu Sahte Tarih Modeli’nin ‘iki’ temel ayağı bulunuyor.  Bunlardan bir tanesi, Uygarlığın Beşiği Yunanistan/Eski Yunan miti, diğeri ise, Hıristiyan-Yahudi dinsel birlikteliği oluyor. Eski Yunan miti anlayışına göre, bugünkü Batı Uygarlığı Yunanistan’da doğmuş olup, sonrasında Roma üzerinden, Orta Çağ (Hıristiyan Feodal) Avrupa’sına, Rönesans’a ve oradan da bugünkü konumuna ulaşıyordu!…

Oysa, Batı Uygarlığı, hiç bir biçimde sadece Avrupa’ya (Batı-Batılıya) özgü bir uygarlık olmuyorduEski Yunan ve Roma’nın henüz birer “kulübe topluluğu” bile oluşturmadığı dönemlerde haşmetli imparatorluklar kuran, Ortadoğu’lu toplumların eseri oluyordu. Ayrıca da, “Eski Yunan” denilen insanların, bugünkü Yunanlılar ile herhangi bir akrabalık ilişkisi bulunmuyordu: “..bugünkü Yunanistan halkının ırk bakımından Eski Yunanlılarla bağlantısı yoktur…ve bugünkü Yunanlılar kilisenin büyük etkisi ile Hıristiyanlaştırılmış olan İslav’lardı..” (x). “…gerçekte bugünkü Yunanistan halkının ırk bakımından Eski Yunanlılarla en küçük bağlantısı yoktur…bugünkü Yunanlılar kilisenin büyük etkisiyle Hıristiyanlaştırılmış olan İslavlardı.” (x) deniliyordu. Dahası da şu oluyordu: “..(Charles Seignobos’un, “Medeniyet Tarihi” isimli eserinin 441’inci sayfasında) Osmanlı devrinde Avrupa ülkelerinin teşviki ve Ortodoks kilisesinin devamlı telkini ile Yunanistan’da yaşayan Slav ve Arnavutlar ve Hıristiyan Türkler Grekleştirildiler ve Osmanlılara karşı kullanılmak üzere Grekçe konuşan yapay bir millet meydana getirildi.” deniliyordu (x). Uygarlık ve “uygarlık tarihi” ile ilgisi olmayan “bugünkü Yunan Milleti”, tıpkı bugünlerde üretilen “Kürt Milleti/Devleti” gibi “yapay millet/devlet” oluyordu… Haliyle de, Avrupamerkezci(fundemantalist) ideologlar tarafından bir hakikat olarak ileri sürülen Yunan mucizesi davası, temelsiz kuru bir iddiadanbaşka bir kıymet taşımıyordu (x). Ondokuzuncu yüzyılda Mezopotamya (Irak)’da başlatılan kazı çalışmaları sonucu ortaya çıkarılan onbinlerce “Çivi Yazı”lı tabletin, Perspolis (İran) kitabelerinin ve Mısır yazılarının dillerinin çözülmesi ve okunması sonucu, varsayılan “Eski Yunan miti” iflas ediyordu.

Bu ‘iflas’ üzerine,“insanlık medeniyeti”ne ilk kaynak olarak “Eski Yunanı” gösterenAvrupamerkezci ideologlar,bu defa da, Mezopotamya Uygarlığı olarak ün salmış Sümerleri, “medeniyetlerin ilk kaynağıolarak gösteriyor, her şey Sümer’e, Sümerlere bağlı diyordu…

   Her şey Sümer’e, Sümerlere (!) mi bağlı?..

Samuel Noah Kramer’in, 1956 yılında yayınlanan, “Tarih Sümer’de Başlar” isimli yayınına kadar geniş halk kitleleri, dünya tarihinin “antik Grekle (Yunanla)” başladığı masalı ile uyutuluyordu. Fakat artık, “her şey Sümer’e, Sümerlere (!) bağlı” deniliyordu. Tarih Sümer’de Başlar diyen Kramer’i tanımış ve onun eserini tercüme etmiş (!) olan Muazzez İlmiye Çığ; “Mezopotamya’daki kazılar yapılıncaya kadar, bütün (insanlık) kültürün(ün) Yunan’dan geldiği söyleniyordu. Bugün hala okuyorum, bu Yunan’dan şu Yunan’dan diye yazıyor…Avrupa’da, Amerika’da da öyle. Hayır, her şey Sümer’e bağlı.” diyordu (x). 

Peki de, her şey, “Sümer’e ve Sümerler’e mi bağlı oluyor” ya da “Tarih Sümer’de mi başlıyordu”?.. Her şeyi Sümere, Sümerlere (!) bağlayan bu “yeni model”, doğru mu oluyordu?..

Eski Yunan “masalı”na dayalı “Sahte Uygarlık Tarihi Modeli”nin yalanlanmasından sonra “kurulan” bu “Yeni (Sahte) Model”in, savunucularından Muazzez İlmiye Çığ; Sümer(!)lerin kurdukları çok tanrılı dinin, yavaş yavaş tek tanrı’ya dönüşerek bugünkü dinlerin temelini meydana getirdiğini (x), Tek Tanrılı dinlerin kaynağının Sümerler’in çok tanrılı dinleri olduğunu, onların kurdukları çok tanrılı dinin, yavaş yavaş Tek Tanrı‘ya dönüşerek bugünkü dinlerin temelini meydana getirdiğini (x) ileri sürüyordu.

Bunun yanında, Yazı’nın (!) Sümerler (!) tarafından bulunduğunu (oysa, Yazı’nın bulunması değil, sadece Çivi Yazısı’nın bulunması sözkonusu edilebilir, çünkü; Yazı’nın ortaya çıkışı bu dönemden çok daha eski bir tarihte olmuştur, üstelik de, Mezopotamya ile aynı dönemde yazı, hemen yanıbaşındaki Elam’da da yaşanıyordu), Tarih’in de Yazı’nın icadından sonra, yani M.Ö.3000/2700 ile başladığını (oysa, tarih’in başlamasından değil, sadece Mezopotamya tarihinden söz edilebilirlerse de, Mezopotamya tarihi de bu tarihten önceye; M.Ö.5500’lere kadar çıkıyor, onun hemen öncesinde de, Sus-Elam olmak üzere, insanlık tarihi geriye doğru gidiyordu); bu dönemin, “çok tanrılı” dinlerin yaşandığı bir dönem olduğunu; kültürel ve “dinsel değerlerin” de Sümerler tarafından Sami’lere (Akad, Babil, Fenikeli, Yahudi, Arap vb.) aktarıldığını ileri sürüyor ama, Sümerleri (!) ‘çok tanrıcı’ yapanların ‘SümerCİler’, yani (-aynı düşüncedeki insanları tanımlamak için kullanıyoruz) ‘Kramergiller’ ve talebeleri ‘Muazzezgiller’ olduğunu ise söylemiyor.

‘Sümer Kralı’ Kramer’in talebesi ‘diyebileceğimiz’ Sümer Kraliçesi’ Muazzez İ. Çığ;iddialarını ileri sürerken, Sümerler/M.Ö.3000 öncesidönemlerde Tek Tanrılı din hiç yokmuş gibi, Sümerler(!)den önce medeniyet/uygarlık tarihi hiç yaşanmamış gibi bir “ön kabul” yaparak ileri sürüyor. Dahası, Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen peygamberlerden; Hz. Adem, Hz.İdris, Hz.Nuh, Hz.Hud ve Hz.Salih aleyhisselamlar tarihte hiç yaşamamışlar gibi; yani, Adem aleyhisselam ile, kendisinden sonraki dördüncü Peygamber olan Salih aleyhisselam arasında kalan –Hz.Adem-Şit-Enuş-Kaynan-Mehlail-Yerd-Hz.İdris-Mettuşelah-Lamek-Hz.Nuh arasında kalan dönem ile, hemen sonrasında yaşanan Hudaleyhisselam ve Ad Kavmi, onlardan sonra da yaşanan, Salih aleyhisselam ve Semud Kavmi dönemine kadar olanyaklaşık 6000-7000 yıllık dönem (x), tarihte hiç yaşanmamış “kabulü”yapılarak iddialar ileri sürülüyor.

Haliyle de, Muazez İlmiye Çığ da, diğer ‘Kramergiller’ gibi; hem “Sümerler (M.Ö.3000-1750)” konusunda gerçekleri gizliyor, hem de “insanlık tarihi”ni “bilmediklerini” de bilmiyor. Çünkü, tarih/insanlık tarihi, “Sümerlerle veya Sümer’de başlamaz”, başlamıyordu…

Tarih Sümerler(!)le veya Sümer’de başlamaz, başlamıyor…

Sümer’de ya da daha doğrusu Mezopotamya’da Sümer adını alan ülkede (Aşağı Mezopotamya’da) “ilk yerleşimlerin”, Sümerler (!) ile doğduğu, insanlık medeniyetinin “ilk kaynağı”nın Sümerler (!) olduğu ileri sürülse de; Mezopotamya’daki bütün kültürel katmanların ilki’ne, yani, el değmemiş toprağa dek inen stratigrafik birikime inilmesi ile, Sümer ülkesindeki “ilk insan yerleşimleri”nin başlangıcı değişiyor, bu tarih M.Ö.5500’e kadar uzatılıyordu (başlangıçta M.Ö.3000 olarak öngörülen tarih, daha sonraları M.Ö.4000-4500’e çıkartılmış bulunuyordu). Lees ve Fargon isimli iki jeologun, Sümer Ülkesi’nin, bu tarihten çok önce su üstünde olduğu, dolayısıyla insanların buraya çok daha önce yerleşmiş olduklarını ortaya koyan delilleriyle, bölgede “ilk yerleşimlerin” tarihi daha geriye, M.Ö.5500’e çekiliyordu (x).

Çünkü, Sümerler (!) denilen insanlardan önce bölgede yerleşmiş başka halkların bulunduğu kesin doluyordu (x). Sümerler denilen halk, Aşağı Mezopotamya’nın yerlisi, –ilk halkı– olmuyordu (x), Sümerlerin, Fırat ile Dicle arasındaki bölgeye nereden ve ne zaman geldiklerinin bilinemediği söylenildiği gibi, bölgenin  ilk halkı olmadığı da ifade ediliyordu (x). Sümerler denilen halk ya da halkların, göçebe çoban toplulukları olduğu ve Güney Mezopotamya’daki yerleşik Neolitik köyler üzerine çoraklandıkları da ifade ediliyordu (x).

Demek ki de, Sümerler denilen insanlar, ne Aşağı Mezopotamya’nın “ilk halkı” oluyor, ne de “yeni bir uygarlık” ortaya çıkarmış bulunuyordu. Bu durum, Sümerler denilen insanların kendinden önceki uygarlıklardan, “maddi ve manevi miras” almış olması demek oluyordu.

İşte, Sümerler/M.Ö.3000 denilen uygarlıktan (geriye doğru), Filistin’de ortaya çıkmış uygarlığa kadar ki zaman aralığında, M.Ö.3000-M.Ö.9500 yılları arasında yaşanmış 6500 yıllık genel kültür”; insanlığın medeniyet tarihinin ilk kaynağı’nınSümerlere (!) dayandığı ve Tek Tanrılı dinlerin kaynağının, Sümerlerin ‘çok tanrılı’ dinleri olduğu iddialarının anlamsızlığını ortaya koyuyordu. Bir başka deyişle de, sözkonusu 6500 yıllık genel kültürün uygarlığını, Sümerler denilen döneme gönderdiğini; yani “Sümer uygarlığına kaynaklık yaptığını da” ortaya koyuyor. Bilim tarihinin gerçeği bu olmasına rağmen de, daha düne kadar, ‘Eski Yunan’ miti ile insanlık alemini aldatanlar, şimdilerde de, Sümerlerolarak adlandırdıkları ve Sami olmadıklarını iddia ettikleri, hayali “Eski Yunan” kavmi gibi bir ulusla, insanımızı ve insanoğlunu aldatıyor

 Bu nedenle de, sorgulanması gereken asıl mesele şu oluyor: Tarihte Sümerler denilen bir ulus yaşamış mıdır? Ya da Sümer bir ulusun adı mı oluyor?…

Sümer, bir ulusun adı mı oluyor?..

İnsanlığın Medeniyet Tarihi’nin ‘Sümerler’le başladığını, “Tek Tanrı”lı dinlerin kaynağının da, ‘Sümerler’in ‘Çok Tanrı’lı dinleri olduğunu iddia edenlere; “Kimdir bu Sümerler?” diye bir soru yönelttiğimizde; “uygarlığa köken yaptıkları” bu ulus (!) hakkında hemen hiçbir şey ortaya koyulamadığını görebiliyoruz. “Sümerler’in nereden geldiği hala tartışma konusudur.” (x), “Bu gizemli ulusun nereden geldiği karanlıktır.” (x), kökenleri hakkında hiçbir şey bilinemiyor (x) deniliyor. Dahası, Kramer’de; eski metinlerin, Sümerlerin Mezopotamya’ya gelişleri üzerine hiçbir bilgi içermediklerini söylüyor (x). Bu ve benzeri dahası açıklamalar, “kökensiz bir ulus” ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bunun sebebi ise, Sümer(ler)in bir ulus değil, “coğrafya adı” olması oluyor. Gizlenen bir gerçek de bu oluyor, Sümer bir ulusun adı değil, coğrafyanın adı oluyordu

Sümer isminin bir “ulusa değil”, Aşağı Mezopotamya’nın güney kısmına Akad’lar tarafından verilen Şumer adından alındığı belirtiyordu. Eski dönemlerde, Aşağı Mezopotamya’nın güney kısmına Sümer Ülkesi, kuzeyine ise Akad adı verilmiş bulunuyordu (x). Dicle-Fırat vadisi Sümer ve Akad adlarıyla biliniyor(yani Sümer bir ulusun değil, bir coğrafyanın adı oluyor)du (x). Geçmişte, Aşağı Mezopotamya’da Basra Körfezi yakınlarındaki “bölgenin adı”, Sümer oluyordu (x). Kramer’in söylediği de bu oluyor; eskiden Basra Körfezinin kuzeyine, Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölge, Sümer ülkesi olarak biliniyordu (x). “Sümer benim ülkem. Nippur’da doğduğum büyüdüğüm kent. Bu Ülke’ye atalarım binlerce yıl önce göç etmişler” (x) veya ““Ey Sümer, evren ülkeleri arasındaki koca ülke,” (x), dizelerinden anlaşılabileceği gibi de, “Sümer”; bir “coğrafyanın adı” oluyordu.

İşte, buna göre de, Aşağı Mezopotamya’da oturan sözkonusu (Sümerler denileninsanlara, oturdukları yere nispetle Sümerler (ulusu) değil, Sümerlerdenilmesi gerekiyor/du.

SümerLİler yerine “Sümerler” denilmesi ya kasıtlı ya da en hafifinden hatalı oluyordu. Günaltay; ‘SümerLİler’ yerine ‘Sümerler’ denilmesi hatalı olmasına rağmen, biz de Sümerer yerine Sümerler diyoruz, diyordu (x). Oysa, bu hata yapılmazsa ortada Sümerler denilen bir “ulus” kalmayacağı gibi, insanlık medeniyetine “ilk kaynak” olacak “çok tanrılı” bir “ulus”tan söz edilemeyeceği de anlaşılabiliyor.

Sümerler-Kutsal Kitap/lar ilişkisi mi!..

Mezopotamya kültüründen gelen “ilk su, evrenin yaratılışı, gök ile yer’in birbirinden ayrılması, yeryüzünün düzenlenmesi, bitkilerin ve hayvanların ortaya çıkması, insanın kil’den (çamur’dan) yoğrulmuş olması, ahlaki yasalar, insanın acı çekme ve sabr/tevekkül gösterme tablosu, Tufan, ölüm ve ölüler diyarı (ahreti)” anlatan metin/şiirlerin, Kutsallıkla (din ile) gelen “bildirileri” bize hatırlatır nitelikte olması (bu durum), ‘Kutsal olanın’ Sümer(li)lerden kaynaklandığını değil, Sümer(li)ler dönemi ve öncesi dönemde yaşanan “Tevhid inancını” gösteriyor, Kur’an’ın Sümerlerden etkilendiğini göstermiyor… 

Yoksa, Kramer’in dediği gibi; “Görülüyor ki Kutsal Kitap (Tevrat) metniyle benzerlikler yok değil. Bunları belirleyelim. Her şeyden önce bu Cennet –ki Ortadoğu’da aynı kavram Sümer kökenli gibi görünüyor- belirli bir coğrafi konuma sahiptir. Gerçekten de Sümerlerin Cenneti yerleştirdikleri Dilmun ülkesi, olasılıkla, İran’ın güneybatısında bulunuyordu. Oysa, sümerleriyenen Sami halk Babilliler de kendilerine ait ‘Yaşayanlar Ülkesi’ni aynı bölgeye yerleştiriyorlardı. Kutsal Kitap’a (Tevrat’a) gelince; ‘Yahweh’nin, Doğu’nun köşesinde, cennette bir bahçe kurduğuna işaret eder (Yaradılış, II,8)…Bu bilgiler, Sümer Dilmun’yla Yahudi cennetinin tek bir kökende buluştuklarını düşünmeye olanak veriyor.”…(-Tevrat ile bir başka benzerlik olarak verilen de)…Havva’ya edilen lanet…” (x) şeklindeki benzerlik iddiaları ancak, Kutsal Kitap dedikleri Tevrat/İnciller ile sözkonusu edilebilir olur, Kur’an-ı Kerim ile ilgisi bulunmuyor…

Kur’an’ın bildirdiği Cennet, sadece Mezopotamya civarında değil, dünyada bile yok; evrenimizin hemen yanıbaşında (dışında) bizleri bekliyor, Kıyamet (Big Crunch) sonrası işlemeye başlayacak, sadece bu durum bile, Kur’an’ın farklılığını gösteriyor… Havva’ya edilen bir lanet olmadığını ise söylemeye gerek bile yok, İslam, diğer din denilenlerden ‘farkını’, ilahi olmasını hep sürdürüyor….  

Dillerin karmaşasından önce “tek dil” konuşulduğu metnin/şiirin ise, Tevrat’ın bir diğer yanlış (bilimdışı) önermesi olan “Babil Kulesi ve insanlığın doğması” hikayesini değil, Sümer(li)lerden önce yaşanan Altın Çağ dönemini ve bu döneme kadar insanlığın “aynı (tek) tanrı”ya inandığını gösteriyor ki, bu da, insanoğlunun, “Tanrı”ya ilk toplumsal isyanı olan Nuh Kavmi öncesini bildiriyor…    

Diğer taraftan, eğer Sümerler Kitab-ı Mukaddes denilen Tevrat ve İncilleri etkilemişse, Kitab-ı Mukaddes’te “Sümer’den bahsedilmeyişi” ‘sorunu’ da bulunuyor. “..akademisyenlerin genellikle Sümerle özdeşleştirdiği, ama aslında Sümercedeki ‘Sümer-Akad’ bileşik sözcüğünü karşılayan, oldukça belirsiz ‘Şinar’ sözcüğü dışında, bütün Kitab-ı Mukaddes’te Sümer’den hiç sözedilmediği görülmektedir…bu bir parça akıl bulandırıcı muammaya bir çözüm…Arno Peobel tarafından…bir makalede kısa bir yorum biçiminde önerilmiştir. Peobel’in önerisi Şarkiyatçılar arasında herhangi bir yankı uyandırmamıştır…Eğer Peobel’in varsayımının doğru ve Şem’in Şumer-Sümer ile özdeş olduğu ortaya çıkarsa, Kitabı Mukkaddes’in İbrani yazarlarının ya da en azından bazılarının, Sümerleri İbrani halkının atası olarak gördüğünü kabul etmek gerekir.” şeklindeki açıklama da zaten (x), Sümerler denilen insanlardan 19’uncu yüzyıla kadar bir şey gelmediğinin de delili oluyor…  

 Bilginin, Sümer(li)lerden, Kur’an’a geçtiği hangi akılla iddia edilebilir ki!..

Kur’an-ı Kerim’in Sümer(li)ler ‘kökeni’ olduğu iftirasını atan Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an’dan o kadar habersiz ki, Tevrat ve Kur’an’a göre tanrı 6 günde dünyayı yaratıp, yedinci gün dinlenmiş, diyor (x). Oysa, “6 günde yaratılan” ne dünyadır-çünkü evrendir-, ne de ‘yedinci gün’ Cumartesi dinlenmesi, Kur’an’da mevcut bulunuyor. Aksine, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği altı gün, hafta’nın altı (6) günü olmadığı gibi, Kur’an’ın, insanoğluna  bildirdiği, Allah’ın, “yorgunluk duyması” da sözkonusu edilemez (Kaf-50/38), edilmemesi gerekiyor. Bu gerçeğe rağmen de, bir yıl sonra çıkan, “İbrahim Peygamber” isimli kitabında da, yine aynı hatayı işliyor; “Kur’an’da da bütün varlıkların yaratılması altı gün sürüyor. Yedinci gün Allah dinleniyor.” diyor (x) ama, bilgisizliğini, bilmediğini bilmediğini de sergiliyor…

Bilmediğini de bilmeyenin, “Kur’an/Peygamber Sümerlerden aldı” demesi kolay da (!), bunun nasıl olabileceğinin de ortaya koyulması gerekiyor.

Sümerl(li)er denilen “sözde ulus/kültürün”, Kur’an’ın kökeni olduğu iddia edilebiliyorsa; o zaman, Kur’an’ın vahyedilmeye başlandığı M.S.610 civarında yaşamış (M.S.571-632) olan bir insanın, Peygamber Efendimizin; yaşadığı dönemden en az 3000 küsur yıl önce yaşamış olan Sümerler denilen insanlardan ve onlara ait Kil Tabletler’den haberdar olarakKur’an-ı Kerim’i yazmış olabileceği hangi akılla nasıl iddia edilebilir, oluyor?

Ya da Peygamberimizden yaklaşık 1200 yıl sonra, yani M.S.1840’larda bulunabilen ve ancak M.S.1870’lerde çözünüp-okunabilen Çivi Yazı’lı Kil Tabletler’den, Peygamber Efendimiz nasıl istifade ederek Kur’an-ı Kerim’i yazmış olabiliyor?

İslamın yayıldığı dönemde (M.S.610-632), Çivi Yazılı Tabletler okunuyordu da oradan mı alınmış, kullanılmış oluyor!..

Kil Tabletler Peygamber efendimiz zamanında “okunuyordu” da, sonrasında okunulması mı unutuldu ki, Efendimizden başkaları da okuyup istifade nasıl edememiş oluyor? 

Ya da O’nun okuması sonrası tabletler toprak altına mı gömüldü de (!), kimseler daha onları, asırlarca bulamadı da, bulunup okunacağı, 1850-70’li yıllara kadar saklı kaldı, öyle mi?..

Eğer, bu iddia edilebilecekse, bu nasıl bir saçmalık olur, oluyor?…

Kur’an’ın kökeninin Sümer kültürü olduğunu iddia etmek, bırakın ilmi olmayı, akli bile olmuyor. –Kur’an’ın yazarı Sümerlilerdir, iddiası, hangi akılla nasıl ileri sürülebiliyor?

‘Sümer Kraliçesi’ Muazzez İlmiye Çığ, ‘Sümer Kralınız’ Kramer’i de mi okumadınız; Sümerler 1850’ye kadar hiç bilinmiyordu, diyor: “Gariptir ki, bir yüzyıldan az bir süre önce Sümer kültürü hakkında hiçbir şey bilinmiyordu; hatta bir Sümer halkının ve dilinin varolabileceği de akla gelmiyordu… İkibin yıldan fazla bir süredir Sümer ismi bile insanların zihninden silinmişti…Sümerlerin diriltilmesi, ondokuzuncu yüzyıl biliminin ve klasik floloji araştırmalarının başarısıdır…19. yüzyılın ortalarına gelinceye kadar, bir zamanlar bir Sümer halkının ve dilinin varolduğunu hiç kimse bilmiyordu.” diyor (x). Gerçek bu olunca (o zaman), nasıl Kur’an’a, Sümerliller’den geçebiliyor!..

Sözde ‘Sümer Kraliçesi’, bu ne bilgisizlik oluyor?..  

Ahmet MUSAOĞLU / 13.01.2010