Son günlerde ortalıkta bir Naipaul tartışması yaşanıyor. Buna sebep, Nobel Edebiyat ödüllü/2001 yazar Sir Vidiadhar Surajprasad Naipaul’ın, İstanbul’da 25-27 Kasım tarihleri arasında düzenlenen, ‘Avrupa Yazarlar Parlamentosu‘na “onur konuğu” olarak davet edilmiş olması oluyor. Bu tartışmalar biz de katılalım istedik…

Kimdir bu V. S. Naipaul?..

Eminim ki çoğunuzu bu ismi ilk defa duyuyorsunuz. Kitaplarından okumuş olanınız var mı da bilemiyorum. Belki ismini bilenleriniz olabilir ama, ülkemizde pek tanınmadığı için, gelin hep birlikte, bu “Nobel ödüllü”, Hint asıllı, Trinidad doğumlu yazar hakkındaki şu bilgileri okuyalım: “Naipaul… muhafazâkar bir İngiliz aristokratı gibi düşünen bir  Trinidadlı. İşçi Partisi iktidarını, İngiliz yüksek kültürü ve medeniyetini bayağılığa teslim etmekle ve mahvetmekle suçluyor…Trinidad doğumlu olmaktan nefret ediyor…ısrarla, ‘Trinidad’da olan hiçbir şey yok’, ‘Trinidadlı yazar diye bir şey olmaz, orası bir tarladan başka bir şey değil, ancak vahşiler hakkında araştırma yapmaya meraklı akademisyenlerin ilgisini çeker’” dediği ifade ediliyor.(1). Bu açıklamadan anlaşılabileceği gibi de “kendini/özünü” inkar eden bir “haramzade”, İngilizlerin asalet “iddiasını”, kendi asaleti kabul edip, bu “sözde asaleti” gereği gibi taşımadıkları için de, İşçi Partili İngilizlere/liberal sola karşı olan biri de oluyor. Hakkındaki dahası bilgiyi de, bizim “Nobel Ödüllü” yazarımız (!) Orhan Pamuk’tan dinleyelim: “Bence Naipaul iyi bir yazar, Nobel’i de almasını istiyordum. Sevdiğim bu yazarın kitaplarının Türkçe’de yayımlanmasını da çok istedim ve ön ayak oldum…Naipaul’u niçin severim? Naipaul’un kitapları bugün ‘Üçüncü Dünya Ülkeleri’ dediğimiz yoksul ülkelere, İngilizleşmiş Hintli bir Trinidadlı’nın bakış açısıyla yaklaşır. Naipaul hem muhafazakartutucu ve kuralcı bir İngilizin bakış açısını büyük bir istekle kabul ederhem de tam anlamıyla çok kimlikli yersiz, yurtsuz, sürekli kimlik değiştirmişbiri.  Sol liberal bir İngilizin ırkçı veya küçümseyici bulunma korkusuyla… yoksul bir Hintli veya Afrikalı hakkında söylemeye cesaret edemeyeceği ya da söylerken yüzünün kızaracağı şeyleri oralardan geldiği için söylemeye cesaret eder…Naipaul…İslam memleketlerindeki orta sınıfları, diktatörleri ve onlara hayran yoksulları eğlenceli ve komik zavallılar olarak değil, kötücül, akılsız, ahlaksız, fırsatçı…iradesiz…olarak gösterir bize.” (2). Pamuk göre, İngilizleşmiş, “muhafazakar İngilizleri” destekleyen kimliksiz, “Doğu-İslam  insanına “saldıran/ısıran” bir “İngiliz köpeği” oluyor. Hatırlanırsa, İngiliz (Eski) Başbakan Blair’e, “ABD’ye desteklerinden” ötürü, “İngiliz buldok”u denilirdi, Naipaul denilen adam da, efendisi İngiliz/Batılı Beyaz Adam’a desteklerinden ötürü “İngiliz buldok”u oluyor. Bir başka deyişle de,  bavulunu taşıdığı “Köktendinci Batılı Beyaz Adam’ın ruhunun kalemi” oluyor.

Naipaul’ın izinde “olanlar”, “olup olmayanlar”, “hiç olmayanlar”…

Sivri dilli değil, “ısıran çeneli” olan bu ‘kimliksiz’ kişiye, ülkemize gelmeden başlayan tepkiler, Müslümanlara “havlaması/saldırması” oluyor. Onun “ülkemize davetine” ilk tepki koyan ise; “Yazarlarımız, Müslümanlara onca hakareti reva gören Naipaul’la aynı masaya oturmayı içlerine sindirecekler mi?” sözleriyle dikkat çeken Hilmi Yavuz oluyordu. Yavuz, “Bu İslam düşmanı keferenin ne işi var buralarda, Müslüman aydınlar niye sesini çıkarmıyor?” mealinde de yazıyordu. Onun tepkisi üzerinde de, ulusal basındaki “yazan takımı” üçe bölünüyor; Naipaul’ın izinde “Olanlar”, “Olmayıp olanlar”, “Hiç olmayanlar” arasında bir tartışma başlıyordu. “Olanlar” grubunu; “İslami hassasiyetleri pek olmayanlar” oluştururken, diğer “iki grubu”, “İslamcı aydınlar” denilenler oluşturuyor…

Sadece, kimler oldukları bilinsin diye yazıp “isimler” vereceğim, ayrıntıya girmeyeceğim; , Naipaul’ın izindeOlanlar” dediklerim, Naipaul hadisesinde; ‘kendi gibi olmayana tahammülsüzlük’, ‘Ömer el-Beşir’e tek laf yok iş Naipaul olunca aslan kesiliyor’, ‘Bir tür entelektüel linç!’, ‘Kürtlere de zulüm yapıldı ya’, ‘Yine din kaşınıyor’ gibi başlıkları altında toplanılabilecek isimler; Ece Temelkuran, M.Ali Kılıçbay, Murat Belge, Etyen Mahçupyan,Muhsin Kızılkaya, Mario Levi, Gündüz Vassaf, Metin Münir, Mehveş Evin, Bülent Somay, Aslı Aydıntaşbaş, Orhan Miroğlu, Oray Eğin ve de Hint ve İngiliz yazar denilen, Vikram Seth ve Hari Kunzru (gibiler) oluyor.

Olmayıp olan” “İslamcı aydınlara” gelince; onlar Naipau hadisesine; ‘Naipaul ayıp etmiş ama, kan davası güder gibi kin gütme doğru mu’, ‘Mesele İslam karşıtlığı değil, ırkçılık meselesi’, ‘Konuk seçiminde daha seçici olunsa iyiydi, onur konuğu olarak çağırılmasından rahatsızım’, ‘Görüşlerini değiştirip değiştirmediğine bakmamız lazımdı’, ‘Eleştiririzama Racon kesmeye en gerek var’,‘Tavrım böyle anlaşıla’ tavrı sergileyenler, yani karşı çıkmalarına rağmen “gereği gibi karşı çıkamayanlar” oluyor. Bu değerlendirmeye giren isimler de; Gülay Göktürk, Rasim Kütahyalı, Ali Bulaç, Rasim Özdeneren, Fehmi Koru, Nihal Bengisu Karaca ve de Hilmi Yavuz’un yazısından sonra toplantıya katılmayan Beşir Ayvazoğlu ile Cihan Aktaş oluyor, bu gurup ne yazık ki, sosyolog Ferhat Kentel ve yazarCezmi Ersöz “kadar bile” hadiseyi yakalaşamıyordu…

Naipaul’ın izinde “Hiç olmayanlar” ise, tabii ki başta Hilmi Yavuz oluyor, peşinden de, Bu şerefsizin burada ne işi var?”la yola çıkan Salih Tuna geliyordu. Hilmi Yavuz Bey’e, gösterdiği “hassasiyet” için teşekkürlerimi sunuuyor, “Bu şerefsizi (!) istemezük” diye haykıran Salih Tuna kardeşimizi de, “örnek duruşu için” tebrik ediyorum.  Her ne kadar, tavrı için, Salih Tuna kardeşimize “takdirlerimi” sunsam da, Naipaul hadisesini “ırkçılık” olarak değerlendirmesini doğru bulmuyor, katılmadığım görüşleri bolca bulunuyordu. Kendisi için, Rasim Kütahyalı; “..Tuna. İsrail’in terör devleti zihniyetini sonuna kadar eleştirirken, İsrail’e çakmak için Tevrat’tan örnekler vermenin fecaat olduğunu ve “kutsala saygısızlık” olduğunu yazabilmiş bir adamdır…” diyordu. (3). Tuna’ya tavsiyem, “kutsal (ilahi) olanın” ancak, içersinde “insani/yanlışlıklar barındırmayan kitap” olması gerektiğini bilmesi oluyor. Tabii ki “başkalarının inancını” incitmemek önemli, ama “seninle benim aramda fark var” demek gerektiğinin de bilinmesi; Naipaul’ın izinde “olanlar” ile, “İslamcı aydınlar” denilenlerin “toplamıyla”,  “Ben’im” aramda “fark olduğunun” bilinmesi de oluyor.

            Emperyalizm veya ırkçılık yok, fundemantalizm var…

Naipaul “sorununun” kolonyalist ve emperyalist bir hareket olduğu veya ırkçı bir hareket olduğu şeklindeki açıklamalardan farklı açıklama yapıyor olmamızla ortaya çıkacak olanda “farklılığımız” oluyor. Daha öncelerde, pek çok kez ifade ettiğim bir “ilk’im de, tarihte hiç “emperyalizm-sömürgecilik” yaşanmadığı, yaşananın, “fundemantalizm” olduğu görüşüm oluyor. Başlangıçta, “Katolik Hıristiyan fundemantalizmi” olarak yaşatılan hâl, sonrasında; 16. yüzyıldan, ama özellikle de Fransız İhtilalinden (1789) sonra, “Anglosakson-Judea ortaklığı” funtemantalizminin “gücü/zulmü” ele almasıyla bugüne kadar geliyor, süregelen bu “olgu”, sömürgecilik veya ırkçılık olmuyor. Batılı Beyaz Adam, “Fundemantalist olduğu” için işgaller/zulüm yaptı, hâlâ da yapıyor, bugünkü yoksulların dünkü atalarına ait “hammaddeleri çalıp”, “Sanayi Devrimi” denilen yalana “sermaye” de yaptı;  bugünkü “zenginliğinin/gücünün” altında, mazlumların akan “teri” ve “kanı” bulunuyor.

Eserlerimde veya makalelerimde, konuşmalarımda ifade ettiğim gibi, “yaşam/insanlık tarihini” açıkladığı iddia edilen, “Batılı Beyaz Adam”ın “Tarihsel Kültürel Modeli” olan,  ‘İlerlemeci Evrim Kuramı’, ‘Batılı Beyaz Adam/Dininin’, “insan/din evrim süreci”nin ‘baştacı’ olduğunu öngören bir ‘Sahte Tarihsel Kültürel Model’ içeriyor. Malthusculuk veya Sosyal Darwinizm de diyebileceğimiz bu model; ‘Batılı Beyaz Din’in, insanlığın ilerleme merdiveninde ‘en yüksek basamak’ olduğunu, bu basamağın altındaki ırk/Dinlerin seviyelerinin  ‘aşağı basamak’ olması sebebiyle, değiştirilmelerigerektiği şeklindeki bir ‘inancın’ merkezinde bulunuyor (4). Her ne kadar Ünlü İngiliz/Protestan tarihçi Arnold Toynbee; “Modern Batılı ırkçılar Beyaz ırkları doğuştan üstün sayarlar, ama Ortaçağın Batı dünyası insanlığı ırka değil, dine göre sınıflandırmıştı.” diyerek ” (5), sorunu ve sorumluluğu Orta Çağ’a, yani sadece “Katolik Hıristiyanlığa” atıp, bugünkü Batılıyı ‘ırkçı’ gibi gösterse de; Toynbee’ın bu değerlendirmesi, bir “Protestan Hıristiyan” olarak kendisinin de “çatıştığı/savaştığı” mezhep olan “Katolik Hıristiyanlığa saldırısı”ndan başka bir şey olmuyor. Yoksa, onun yaşadığı dönem de, bugün yaşananlar da “Koloni tarihi” denilen dönemde yaşatılanların aynısı, “dini amaç” için oluyor. Zaten Toynbee’nın, “… insanın dini o insanın hayatında derisinin renginden çok daha önemli ve anlamlı bir etmendir…Ayrıca, Hıristiyan ve putperest olarak ayırmak beyaz ve renkli olarak ayırmaktan ahlaken de daha iyidir” demesi de bu oluyor (6). Batılı Beyaz Adam’ın, ırkçılığının, ‘din kökenli’ olduğu (7) tartışılır bile olmuyor. Böyle olduğu için de, “Protestan Hıristiyanlık”,insanın yararı için Tanrı tarafından inşa edilmiş bir dünya imajını Avrupalıların doğal kaynakları evrensel bir boyutta kullanma hakları olduğunu haklı çıkarmak için kullanılıyor (8). Bu sebeple, Charles Darwin denilen papazın da içersinde bulunduğu, İngiliz Savaş Gemisi Beagle’nın, taa Güney Amerikalara kadar gidip, oradaki insanların hammadde kaynaklarını çalmaları yanında, çocuklarını İngiltere’ye getirip Hıristiyan  yapmaları da (9) bu oluyordu. Dolayısıyla da, yaşatılan ırkçılık değil, “dini/köktendinci hareket” oluyor…

İşte, “Sir” unvanı da verilen Naipaul, böyle bir “devşirmelerden” biri oluyor. Ülkesinden 18 yaşında elde ettiği (denilen) bir “bursla” Londra’ya kapağı attığının söylenilmesi bu oluyor. Bu sebeple, Naipul isimli gavur, kolonyalist ve emperyalizm yanlısı bir kimlik” olMuyor, “köktendinci bir Hıristiyan”, ama, efendilerinin, Doğu’nun ‘Batılılaştırılması’ veya ‘biçimlendirilmesi” amacında kullandıkları “asimile kimlik” ve/veya “kimliksizlik kişilik” de oluyor. Kimliğini “terk edip”, bir başka kimliği “kendi kimliği” gibi yaşaması, “saldırısını/ısırmasını” daha da artıran bir “yaklaşımda” olması oluyor. Beyaz Adam’ın ‘uşağı’ bu adama, Nobel ödülü ‘verilmesi’ is, 11Eylül 2001 ile Müslümanlara karşı doğurtulan “Yeni Haçlı Seferi” gereği oluyor…

Nobel ödül(l)ü, Yeni Haçlı Seferi…

ABD’de, “kendilerince yaşatılan” 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısı, ‘ebedi uygar olanların (!)’, ‘ebedi uygar olmayanlara (değiştirilmeleri gerekenlere) açılan ‘Yeni Haçlı Seferi’ kapısı oluyordu. İyi/uygar olan kendilerikötü/uygar olmayanlar, inanç yönünden ‘şeytan/deccal’ görülen Müslümanlar oluyordu. ‘İkiz Kuleleri’ni ‘vurmaları’ sonrasında ABD (Eski) Başkanı Protestan Bush’un, İngiltere Başbakanı Protestan Blair’ ile, Katolik İtalya Başbakanı Berlusconi’nin, kanlı dudaklarından saçılan ‘uygar olmayan Müslüman dünyası’ tanımlamalarını hatırladığımızda, Naipaul’e verilen 2001 Nobel Ödülü’nün de ne olup olmadığını anlamamızı kolaylaştırıyor.

Bu ‘Yeni Haçlı Seferi’nin fiili başlangıç tarihi ‘11 Eylül 2001’ saldırısı gibi görülse de, teorik başlangıcı, Yeni Dünya Düzeni (Küreselleşme) açıklamaları ile doğan “BOP (GOP) ve “Küresel Isınma”, yani İslam coğrafyasını “teslim alma” projelerinin başlatıldığı döneme kadar iniyordu.  Bernard Lewıs, 1990’da, “Müslüman Öfkesinin Kökleri” isimli eserinde; “Bu tarihi rakip (Müslümanlar) bizim Yahudi-Hıristiyan mirasımıza ve seküler değerlerimize -her ikisinin dünya ölçeğinde yayılmasına- belki irrasyonel tarzda; ama kesinlikle tarihi nitelikte bir reaksiyon göstermeye devam etmektedir.” diyordu. Bernard Lewıs ‘kusması’ sonrasında yaşananlar, Samuel Huntington’ın ‘Uygarlıklar Çatışması’tezi, Francis Fukayama’nın, ‘Tarihin (Günlerin) Sonu’ çalışması zemininde gerçekleşiyordu.

İşte, üzerinde daima “köktendinci şaibe” taşıyan “Nobel ödülleri”, “tarihi dolanları/bitenleri müzelere tıkanlara” verilen ödüllerden biri oluyordu: “Belki gözlerden kaçmıştır: Francis Fukuyama, tarihin sonunu ilan eden o ünlü ve arsız zafer bildirisinde, liberalizm dışındaki ideolojilerin yanı sıra, sanat ve felsefeye de ölüm fermanı çıkarmıştı. Liberalizmin 1990’lardan itibaren kesinleşen zaferi, tarihin erişebileceği son noktaydı Fukuyama’ya göre. Sonrası sen sağ, ben selamet: “Tarih sonrası dönemde sanata da felsefeye de (-din olan İslam’a dayer ve gerek olmayacak; sadece insanlık tarihinin ürünlerinin sergilendiği müzelerle ve onların bakımlarıyla ilgilenilecek…‘Tarihin Sonu mu?‘ başlıklı bildiride başvurulan tanıklardan biri de Naipaul.. Fukuyama’ya göre tarihin sonunu hazırlayan yeni dünya düzeninin inşası, Naipaul’un kaleminde tam da o kastedilen Asya ülkelerinin imhasıdır.” deniliyordu (10).İşte, “Nobel ödülü”, “tarihin sonuna” gelmiş devletleri, ama esasında, Fundemantalist Angolosakson-Yahudi ortalığı”nın, “tamamen yok edilmesini” gerekli gördüğü “Katolik Hıristiyanlığı” ve de hâlâ da kendisine direnip yokolma kulvarına sokulamayan” “İslam dinini/geleneğini” “müzeleştirmeye” katkı koyanlara verilen “ödül”, Yeni Haçlı Seferi’nin bir versiyonu oluyor. Amerikan Yahudisi Samuel Huntington’un dediği gibi de, Batılı Beyaz için sorun İslam’dır: “Batı için temel sorun İslamcı köktendincilik değildir. Bu sorun bizzat İslamdır…farklı bir medeniyettir.” (11), istenen, bu “medeniyetin/İslamın” müzeye konulması oluyor…

İşte, Naipaul’e “Nobel-2001” ödülü de, bu “amaca” katkı için verilmiş oluyor.

Nobelli veya Nobelsiz (sinema filmlerine, edebiyatına, yöneticilere, sporla iştigal edenlere vb.), genelde hemen her türlü ödül, bu/amaç için, asimile olup “kendi kimliğinden” kopmuş, ama koptuğu kimliği “imha edenlere” verilen ödül(ler) oluyor. Ödüller, yok edilmesi istenilen “tarihleri/dini” müzelik yapanlara veriliyor. İslâm’ı içine sindirememiş, İngiliz’den daha İngiliz, Hıristiyan’dan daha Hıristiyan, derisinin rengi karaya çalmasına rağmen bembeyaz görünmeye çalışan Naipaul’a (12), bu “özellikleri” sebebiyle ödül geliyor. Naipaul’a ödül verilmesi için, “..bu ödülün verilmesi bana, tesadüf eseri olsa gerek tam da Irak savaşı sırasında ‘Kurtlarla Dans’ ile Oscar alan Kevin Costner‘ı hatırlattı. Sekizinci göbekten bir akrabasının Amerikan yerlisi olduğunu iddia eden bu bembeyaz Holywood aktörü ödülü alırken hiç utanmadan sıkılmadan ‘we thank you’ demişti!” deniliyor (13). Bu tip “Yerli Olmayan Yerliler”deki “nasıl bir ruh” diye sormayın, ödüle “teşekkür edenler”, ‘köktendinci ruhun kalemlerine’ bu ödül veriliyor.

Fakat, sorun şu ki, Arnold Toynbee’ın; “…modern çağın beyaz derili Batılı Protestanı, Hıristiyan yaptığı kara deriliye ne kadar değişik gözle bakıyor. Yeni Hıristiyan belki de beyaz adamın dininde manevi selamet bulmuştur; belki beyaz adamın kültürünü benimsemiş, onun dilini…konuşmasını öğrenmiştir…ama derisini değiştirmedikçe bütün bunların ona bir yararı olmaz…” ifadeleri (14), “Yerli/milli olmayan Yerliler”in durumunu/geleceğini de ortaya koyuyor…

Ajans meselesi… ‘Yerli/milli olmayan Yerliler’…

Naipaul davet(sizliğ)i için Ali Bulaç, “Hiç düşünmüyoruz, seçtiğimiz, davet ettiğimiz kişi doğru kişi mi diye. Davet etmeden düşünmemiz lazım.” derken (15), Salih Tuna, “Hepsi bir yana da, şimdiye değin neyi nasıl yaptığını anlamakta hep güçlük çektiğimiz “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı” bu toplantıyı niçin destekliyor?” diye soruyor (16), Fehmi Koru’da,“İstanbul 2010 Ajansı tarafından ‘parlamenter’ atanmış Naipaul.” diyordu (17). Aslında “kimin niye/neyi davet ettiği” biliniyordu. Bu isimlerin arkadaşları diyebileceğimiz isim olan, 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Edebiyat Yönetmeni Ahmet Kot ise, “Naipaul’dan yeni bir Selman Rüşdi yaratmak isteyenler oldu ama çıkmaz. Bu krizi tetikleyenler, Naipaul’un yeni kitabına baksınlar. Gündemimde Naipaul değil, Türkiye’nin geleceğindeki büyük fotoğraf var” diyordu ama, o da diğer isimler gibi; “dünyada neler olup bittiğini” bilmeyenlerden oluyordu…

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı,  Avrupa Konseyi tarafından 2010 Avrupa Kültür Başkenti ilan edilen İstanbul kentini, 2010 yılında gerçekleşecek etkinliklere hazırlamak üzere,  2 Kasım 2007 tarihinde kabul edilen 5706 sayılı özel yasa ile kurulmuş bir kurum; devlet, sivil toplum örgütü ve özel sektör temsilcilerinin biraraya geldiği bir organizasyon oluyor. Bu Ajans, Naipaul’ı, bugünlerde İstanbul’a getiremiyordu (!) ama, 2-4 Temmuz 2010 tarihlerinde getirmiş bulunuyordu. Demek ki de, “İslam düşmanı” Naipaul, “Müslüman” olarak tanımlanan “insanlar eliyle –ne yaptığı, ne yapacağı biline biline– davet alıyordu.Naipaul, İstancool etkinliğinekatılıyor, Ajans da, yine aynı ajans, “2010 Ajansı” oluyordu. Haliyle de, her iki etkinlik de, Avrupa Kültür Başkenti sponsorluğunda yapıldığına göre, “olan bitenden” Hükümetin, herkesin, “İslamcı aydın” denilenlerin de haberleri bulunuyordu. Dahası ise, İstanbul 2010 Ajansi, İstancool’ etkinliğiniİngiltere merkezli uluslararası (küreselci) isim “Liberatum”’ın Türkiye ortağı İstanbul 74 ve  Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla yapıyor, erkek/bayan çeşitli ikon(can)ları  İstanbul’da buluşturuyordu. Liberatum’un kurucusu ve Istancool’un da “fikir babası” olan 26 yaşındaki Pablo Ganguli, “nasıl oluyorsa”, 26 yaşına rağmen “10 yıldır” dünyada benzer başka kültürel aktiviteler de düzenliyordu.

Pablo Ganguli, kendisine sorulan, “26 yaşındasınız. Ve 10 yıldır dünyanın dört bir yanında, önemli sponsorlarla festivaller düzenliyorsunuz. Nasıl başladı hikâyeniz?” sorusuna; “-Calcutta’da doğdum. 16 yaşındayken kişisel sebeplerle Hindistan’dan ayrıldım. Tutku dolu her iş gibi başladı aslında. Benim tutkum edebiyattı. İngiltere’ye gittim ve kendi şirketimi; Liberatum’u kurup edebiyat ağırlıklı, kültürel organizasyonlar yapmaya başladım.. Beni mutlu eden de farklı kültürleri bir araya getirmek, bariyerleri yıkmak..” diyordu (18). “Yerli/milli” diye tanıdığımız insanlar, amacı, “Türk gençleriyle dünya gençlerini, farklı kültürleri “birleştirmek”, yani, “çeşitliliği” yok edip, “Tek Tipleştirmek” olan bu gavurla iş yapıyordu. Yerli Ajansımızın düzenlediği ‘İstancool’etkinliği, “Kültürel Diyalogu güçlendirmeyi” amaç edinmiş bulunuyordu.

Bu noktada şu: İstanbul Modern’de gerçekleştirilen benzer etkinlik için “sesi çıkmayan” Hilmi Yavuz, o “haklı itiraz” yazısını neden yazdı? Bu da tabii ki akledilmeli de, görüyor musunuz şu “diyalog” denilen hurafeyi; her yer ve zeminde karşımıza çıkan o oluyor. Naipaul ve Gaguli gibi adamlar ve delikanlılar ‘tehlike’ değil, asıl sorun, “Yerli olmayan Yerliler”; “Biz/İslam” olanı reforme eden, “Bizden” kabul ettiğimiz insanlar oluyor…

Nedir bu ‘Avrupa Yazarlar Parlamentosu’ ya da Schengen…

Naipaul’ın “izinde” veya “karşısında”ki tartışmaları için, Ömer Lekesiz; “Konunun özü, “Avrupa Yazarlar Parlamentosu” ve buraya yerli yazar “atama fiili”dir. Kurmadığım… amacından emin olmadığım bir parlamento neden benim şehrimde toplanıyor?…Türkiye’den hangi yazarın parlamenterlik koltuğuna oturacağını kim ve nasıl belirledi?..Cihan Aktaş, belli ki parlamenter atanmanın heyecanıyla bunları soramamış, sorgulayamamış…onun tek meselesi Naipaul’un “erdemsiz bir kafir yazar” olması da değil, “onur konuğu” olması…Yani Cihan Aktaş da Hilmi Hoca gibi konunun özüne değil teferruatına…ilgi duyuyor. Parlamentonun… amaçlarını sorgulamıyor; ben neden bu parlamentoda yer alıyorum, nedir benim bunlarla işim, ilişkim…sormuyor, sorgulamıyor…Ne Hilmi Hoca, Cihan Aktaş’ı kandırsın. Ne de Cihan Aktaş beni. Burada.. Naipaul”un Müslümanlara hakaretinden daha fazla bir şey var. Her biri potansiyel bir hakaretçi olan yazarların oluşturduğu bir parlamentonun varlığını kabul etmek ve onun içinde yer almak Naipaul’un onur konukluğundan çok daha vahim bir durumdur…” diyordu (19). Gerçekten de bu sorun vardı ama, konunun esası bu olmuyor, “vahim durum” diyen bile, “yaklaşmakta olan tehlike”, “Tek Tipleştirmeyi” bilemiyordu…

            Oysa yıllardır ve bu yıl da şunları söylüyordum: “Dünya tarihinin yaklaşık son 200 yılına damgasını vuran “Fundemantalist Anglosakson-Judea ortaklığı”nın; KüreselciNlerin, insanlığa ‘Babil Yolculuğu’ yaptırdığını, Katolik Hıristiyanlığı yok ederken, İslam/coğrafyasını da hem yok ettiğini, hem de -Müslümanım diyen insanlar eliyle de reforme ettiğini, amaçlanın ‘Küresel Tek Yapı(Küreselleşme)’ olduğunu yıllardır yazıyorum…Yapılan “belleksiz toplum”,  “değersizleşen değerler” oluşturmak; ‘kültürel çeşitliliği yıkım’ gerçekleştirmek oluyor. Bellekleri boşaltılanlara peşinden de, –tıpkı Maalouf gibi-, ‘Küresel Tek Yapı’ya ait, “Ortak (Küresel) değerler” yükleniliyor!.  Kıyametçi/Köktendinci Anglosakson-Judea ortaklığının, “Babil Sendromu çözümü” olan “Küresel -Tek- Devlet-Dil-Din” amaçlarına uzanmaları, aşağıdaki vasıtalar üzerinden oluyor…Yerel ve Bölgesel işbirlikleri (Birleşmeler) üzerinden (de)… Küresel –Tek- Yapı’nın ortaya çıkması için, dünya ülkeleri arasında,  “Bölgesel Birlikler” kuruluyor…Bu tür “yerel” ve “bölgesel birlikler”, ‘Küresel –Tek- Yapı’ya eklenti kolaylığı için gerekiyor..Türkiye’nin, bölgesinde de “vizeler kaldırması” gücümüzden değil, bu yapıya eklentiye ‘kolaylık’ oluyor.” diyordum (20). Tam da bugünlerde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Beyrut’ta düzenlenen Arap Bankalar Birliği Konferansı’nda “2010 Liderlik Ödülü”nü aldıktan sonra yaptığı konuşmada, “bölgede” Schengen tarzı (-yani sınırların kaldırıldığı, ortak uygulama ve ortak veri kullanımı, yani küreselleşmegibileşme gibi) yapılanma oluşturulması gerektiğini açıklaması da (21), Yerel/milli olan için olmuyor, Küreselleşmeye (Tek Yapı’ya) katkı olacak gibi görünüyor…

İşte, Tayyip Erdoğan Bey’in, 1.HATAY “Medeniyetler Buluşması”nın açılışında, 2005’de; Artık Babil Kulesi sendromunu aşmanın da vakti geldi” dediği (22) “Babil Sendromu çözümüne” uzanacak “bölgesel yapı tuzaklarından” biri de, “Avrupalı Yazarlar Parlamentosu tuzağı” oluyor. Bu parlamento; “Avrupalı Yazarları birleştirme”, çeşitliliği yok edip “tek tipleştirme”, bunun için “melezleştirme” fikri oluyor. Böylelikle, “geleneksel sınırları” genişletmek (yıkmak), Avrupa edebiyatının sınırları denilirken, “Milli sınırların yeniden yapılandırılması” yaşatılıyor, kimlik, küreselleşme tartışılıyor, bunun için, “melezleşme (melezleşmiş edebi metinler, yani çok kültürlü ama, sonradan birleştirip tek’leştirmek için parçalı lego/yapılar) oluşturuluyor. Tabii ki bundan “olumsuz” etkilenecek olan, “din”; İslam dini ve de ona bağlı kimliklerin, “imha edilecek” olması oluyor. Sıklıkla da söylüyorum, Batılı Beyaz Adam’ın dininin üstün olduğu ilkesianlaşılmadan, dünyada yaşananların sağlıklı bir değerlendirilmesi yapılamaz, yapılamıyor. Bizdeki yazar ve entelektüel olarak bilinenler, bu gerçeği, ne yaptıklarını bilmeden de tartışıp duruyor, Naipaul’a karşı çıkanlar veya çıkmayanlar,  “Milli olana-İslama/yıkıcı” olmalarını sürdürüyor…

 ‘Senin şerefin nerde?’… ve ‘Ahmak’…

Naipaul daveti için; “Bu şerefsizin burada ne işi var?” diye soran Salih Tuna; “Demem o ki: “Şeref konuğu” olarak davet edilmesi üzerine, “Bu şerefsizin burada ne işi var?” tepkisini koyduk ama elbette Naipaul’un da kendisine göre bir “şerefi” var… Bir dini aşağılayan ve o dinin bütün müntesiplerine nefret dolu ifadelerle hakaret eden bir adamın -bin tane Nobel alsa da- benim şeref telakkimde yeri yok.” da diyordu. Salih kardeşim sanırım İHL’liydi, bilirler, bizde bilelim; Kur’an’a göre “her şey çift mi!.

2010 Avrupa Yazarlar Parlamentosu’ndaki Komisyon Moderatörlüğü yapacak Yazar Cem Akaş; Naipaul’ın, gelmeyişi üzerine, görevinden istifa ettiğini açıklıyor, “Naipaul’un ‘sahibinin sesi’yle yani Batının sesiyle konuşan ‘oryantalist bir sömürge yazarı’ olduğunu söyleyenlere de sormak istiyorum, biz kendimize ahmak diyemeyecek miyiz? Dediğimizde ‘sahibimizin sesi’yle mi konuşmuş olacağız? Ancak ‘sahiplerimiz’ bize ahmak dediğinde mi ciddiye alacağız bu sözü?” diyordu da (23). Şahsen Benim hiç sahibim olmadı, “hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım”, “Ben” hep “kendi sesim” oldum, hep söylediğim gibi de, “yaşam tercih”tir, isteyen, “sahibinin sesi” olur, isterse de kendine, “ahmak” da diyebilir, Aziz Nesin “öngörüsü” üzerinden de yazmıştım, “bana ahmak diyen varsa eğer”, asıl o “ahmak” olan oluyor…

Ahmet MUSAOĞLU / 27.11.2010