Kırıkkale’de yayımlanan bir yerel gazetenin, “Kürtler her şeyi ele alıyor” manşetiyle verdiği haberde, AK Parti Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem’in, Yahşihan İlçesi’ni ziyareti sırasında bir sohbette; “Böyle giderse Türkler azınlık olacak. ‘Bir zamanlar Türkler varmış’ diyecekler” dediği basında yer almış bulunuyor…

Bir milletvekili o da işte, ‘ne dediğini bilmiyor’; ama yazı konum bu değil; Ben bu yazımı, geçen haftaki; “Jön Türk(ler) yoketti, Jön Kürt(ler) de yok ediyor/Didonlar” başlıklı yazımın devamı olarak yazıyorum, derdim de; “Türk, Kürt, Çinli, Alman (vb.) milleti/ırkı yalanları son bulsun artık” düşüncem oluyor. Bu sorun, belki bu yazıdan sonra tartışılır, umabileceğim de ancak bu kadarı oluyor…

Türk, Kürt (vb.) yok, ‘var diyen’ bilim/din/dışı kalır…

26 Haziran 2000 tarihinde, ABD Başkanı Bill Clinton, İngiltere Başbakanı Tony Blair tarafından, “tüm çağların en özel günü” ifadesi ile dünyaya ilan edilmiş bulunan, ‘İnsan Genom Projesi’nin ilk ayağında elde edilen veriler, DNA (Disoksi Ribonükleik Asid) bilgisinin %99’undan fazlasınıntüm insanlar için ortak olduğunu ortaya koymuştur. “ABD Başkanı Bill Clinton, uluslararası çalışmalar sonucu insanların genlerinin haritasının ortaya çıkarılmasını ‘tarihin en büyük buluşlarından biri’ olarak nitelendirdi ve ‘Tanrı’nın yaşamı yarattığı dili öğreniyoruz…Tanrı’nın en kutsal armağanının ne kadar harika, güzel ve karmaşık olduğunu daha yakından anlıyoruz’ dedi.” deniliyordu (1). İnsanoğlunu oluşturan DNA bilgisinin, %99’undan fazlasının “tüm insanlar için ortak olduğunun tespit edilmesi yanında, ‘insan çeşitliliği’nin kabul edilmesi gereken gerçek, insanları ‘alt tür’lere (Homo habilus, Homo erectus vb. şeklinde) ayırmanın da  “anlamsız-imkansız” olduğunu ortaya koyuyordu.

İnsanoğlu arasında görülen çeşitlilik’, kendi türü içersinde görülen bir hâl; deri rengi, saç şekli gibi göze çarpan birkaç karakter açısından çarpıcı farklar görülse de, bu tip dış farklılıklar, insanoğlunun ‘alt türlere’ ayrılabileceğini göstermiyor…

Bir an için, insanları, deri rengine göre makul bir şekilde ayırabileceğimizi düşünelim. Fakat, bunun hemen arkasından, kan gruplarının farklı kümelenmeler gösterdiğinin görülmesi gelir. Karakterler böyle olunca (birbirinden uyumsuz özellikler sergilediklerinden), insanı bir alt türe ayırmak için geçerli bir ölçüt de bulamamış oluruz. Üstelik, deri rengide ırk/ları ayıramaz. Mesela… Büyük Sahra’nın güneyindeki Afrikalılar koyu kahve renklidir, fakat, Beyaz Irktan sayılan milyonlarca Hindistanlı’nın rengi ‘Amerikan zencileri’nden bile koyudur. Saç rengi, göz rengi, saç biçimi, burun ve dudakların biçimi vb… ‘ırkları’ ayırt etmede daha da önemsizdir. Dünyanın siyah derili insanlarında hem düz, hem dalgalı, hem de kıvırcık saçlı insanlara rastlanıldığı gibi, geniş burunlu ve kalın dudaklı insanlara hemen her ‘ırkta’ rastlanılmaktadır.

Bunların yanında insanoğlu, gittiği her yerde, oradaki farklı gruplar ile karışarak yeni topluluklar da oluşturmuştur. Bu şekilde oluşan bir (yeni) topluluk, yeni bir alt tür olarak mı tanımlanacak, yoksa karışan iki topluluğun hiç de birbirlerinden farklı olmadıklarının bir kanıtı mı olacaktır (!), bunun cevabı da yoktur… Bilim, insanoğlunun dış görünüşü ile ilgilenmediği için de, sorun, DNA’da aranmaktadır…

 ‘Ben Türk’üm veya ‘Ben Kürt’üm demek yasak!..

İnsanın genetik şifresi, DNA denen bir yapıda saklıdır. Bu yapı, her insan hücresinde çeşitli biçimlerde dizili bulunmaktadır. Bu farklı dizilimlerin her biri, insanın kalıtsal özelliklerinden birinin modeli anlamına gelen, ‘gen’ dediğimiz yapıları oluşturmakta, bu yapılar, tüm özelliklerimizin şifresini yeni nesillere aktarmaktadır. Ayrıca, derimizin, gözümüzün rengini, uzun veya kısa boylu olup olmayacağımızı, şişman mı zayıf mı olacağımızı (vb.)  de belirlemektedir.

Bu noktada soru, “İnsan ırkları nasıl ortaya çıkmıştır?” olmaktadır…

Bu soruya, “bilimdışı/köktendinci zihniyet” Avrupamerkezci/evrimbilimcilerin verebilecekleri bir cevap yoktur: “Birçok kaynak artık ırk anlayışının hiçbir biyolojik temele dayanmadığını, fiziksel antropologların uzun bir süreden beri Homo sapiens’leri (-insanoğlu denilmek isteniyor) çeşitli ırk ve türlere göre sınıflandırmayı bıraktığı” açıklaması budur (2). ‘Sahte bilim’in bu açıklamasına karşılık, “Gerçek bilim” bu soruya, “Yaradılış” cevabını vermektedir.  

 1960’ların sonlarında yaygın bir laboratuar tekniği olan elektroforezi kullanan bazı genetikçiler, insan ‘ırkları’ arasında ne kadar genetik fark olduğunu araştırmışlarsa da, elde ettikleri sonuçlar, insanları alt türlere ayırmayı amaç edinmişAvrupamerkezcileri şaşırtmıştır. Çünkü, insanoğlu arasındaki genetik farklılık yok denecek kadar azdır, bir tane bile “ırk geni” yoktur.

Irk geni’;yalnız bir ırk’ın bütün üyelerinde olup da diğer ırkların hiçbirinde rastlanmayan ‘gen’oluyor. ‘Irk geni’ olmayınca da, “saf ırkda olmuyor; Saf ırk diye birşeyin hiçbir zaman olmadığı biliniyor (3). Hâl bu olunca da, “Türk” veya “Kürt denilenlerin (vb…) de, hiçbir ırksal özelliği yok, dolayısıyla da, kimsenin, –Ben Türk’üm veya –Ben Kürt’üm (vb…) demek lüksü de bulunmuyor. Dahası, böyle bir iddia koca bir yalan olur, oluyor. İnsanı ‘Saf ırk’ yapacak (!) veya ‘alt türlere’ ayırmaya yarayacak ‘Irk geni’ olmayınca da, 2002 yılında ölen ünlü evrimbilimci Stephan Juy Gould; “Belli genlerin görülme sıklıkları bir gruptan ötekine bazen önemli ölçüde değişebilir ama, bütün insan ırkları aynı hamurdandır” diyordu (4).

İnsan ‘ırkları/çeşitliliği’ ‘aynı hamur’dandır…

İnsan ‘ırkı’ sözkonusu olmayınca, o zaman da soru; hem “Tek bir ata”dan gelinip, hem de farklı bir renk ve farklı bir ırka sahip olunması mümkün müdür ya da “Tek bir atadan” farklı renk ve ırkların ortaya çıkması mümkün müdür?.. oluyor..

Bu sorunun cevabı, –Evet… olur, bu şöyle oluyor:

Bilindiği gibi, her anne baba, büyük anne ve büyükbabaların karakterleri, belli oranlarda yavrularına geçer. Bu oranlar “Mendel Kanunları” adı altında incelenmektedir. Yaradılışın gereği olan bu kanunlara göre, mesela bir fert boy bakımından % 50 ihtimalle annesine, % 50 ihtimalle de babasına benzeyecektir. Ferdin, hemen hemen bütün özelliklerinde bu veya buna yakın oranlarda bu özellikleri görmek mümkündür. Fakat, bazı karakterler  vardır ki, ortaya çıkmaları, yani bir fertte tesir göstermeleri, bazı şartlara bağlıdır. Tıpkı, yıldızların görünmelerinin gecenin gelmesine bağlı olması gibi. Çünkü, Güneş onların görünmelerine mani olur.

İşte, bazı ‘çekinik (resesif) karakterler’ de, baskın (dominant) karakterlerin tesiri altındadır. Çekinik karakterler, ancak bu tesirlerden kurtulduğu zaman, ağırlığını hissettirecektir. Fakat bu, belki de nesiller sonra mümkün olabilecektir (5).

Bunu şöyle de düşünebiliriz: Bir an için, dışarıya kapalı bir kabile düşünelim. Çevresindeki diğer kabilelerle hiç bir irtibatı olmayan, diğer topluluklarla ilişkisi kesilen bir toplum düşünelim. Kendi içine kapanan gruplar da, zamanla farklı kalıtsal özellikler baskın çıkar ve bu gruplar birbirlerinden farklılaşırlar. Her grupta ortaya çıkan genetik özellikler, kabile fertlerinin sahip olduğu irsi karakterlerin toplamına eşittir. Belli sınırlar içersinde yer alan böyle bir bölge, “Gen Havuzu” olarak da adlandırılabilir. Bu gen havuzundaki çekinik karakterler, zamanla melezleme sonucu birbiriyle karışarak yeni ve değişik karakterler hasıl ederler. Sözkonusu olabilecek çeşitlilik gen havuzununsınırları içersinde gerçekleşmekte, insana yeni bir genetik bilgi eklememektedir.

İşte, yeryüzündeki değişik renk ve ırk karakterlerine bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü, insanoğlunun  (Yaradılıştan) sahip olduğu genetik çeşitlenme potansiyeli, insanoğlunu ‘ırk denilen özelliklere’, “çeşitliliğe” ayırmıştır… Şöyle ki…

Yeryüzündeki, ilk insan olan Adem aleyhisselamın genetik yapısında (tıpkı, muhtelif karakterleri ihtiva eden bir gen havuzu gibi), çok farklı renk ve ırk özellikleri bulunmakta idi. Bütün bu karakterler bir anda ortaya çıkmadı. Daha sonraki nesillerde (zamanla) ortaya çıkan bazı genetik açılımlar sonucu, değişik karakterler-farklı fertler (ırk denilen çeşitlilikler) hasıl olmuştur. Ortaya çıkan insan grupları, deri, saç veya göz şekli gibi göze çarpan birkaç karakter açısından çarpıcı farklılıklar gösterse de, bu dış farklılıklar bizi, genel farklılığın boyutu çok fazladır yanılgısına düşürmemelidir. İnsan Genomu Projesi’nin sonuçlarından biri de zaten bu, insanlar arasında fazla bir farklılık olmadığının kesin bir olgu olmasıdır…

Çünkü, ‘Irk denilen’, ortalama karakterlerde çok az fark gösterirler. Bu sebeple de, sıkı bir Darwin/Evrim savunucusu olan ve 2002 yılında ölen bilim tarihçisi, Harvard Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Stephan Joy Gould; evrimcilere, “insanların eşitliği tarihi bir tesadüftür. Yarın kahvaltıdan önce onu beş kez tekrarlayın “ diyordu (6). Yaradılışı,inkâr adına düşülen acze bakın: “insanların eşitliği tarihi bir tesadüf/müş”… Yuff… Şaşırmayın, Yuh değil… doğrusu Yuff… ‘Tek/Bir Tanrı’yı inkâr uğruna düşülen acz de bu oluyor…

 ‘Tek Tanrı’ reddediliyor, “Çok tanrıcılık” kabulediliyor…

Halk arasında, insanın maymundan türediğinin iddia edildiği bilinir. Oysa, maymun bu iddiayı ileri sürenler için sadece bir “ara ata”dır. Tıpkı, maymun’dan önceki “ara ata” olan (-yer’den ağaca çıkarak önce, yarı fare-yarı maymun, sonra da maymun olan) bir yer fare’sinin,  “ara ata” olması gibidir (7). Yani bunların hiçbiri ‘evrensel (ilk) ata’ değildir. Tıpkı, tavukların, salyongozların, kurbağaların, balıkların veya benzeri hayvan veya bitkilerin, evrimbilimcilerin (Sahte Bilimci Köktendincilerin) “ilk atası” olmadıkları gibi’… “..insanlar tavuklarla 280 milyon yıl önce, kurbağalarla 490 milyon yıl önce, ilkel omurgasızlarla 750 milyon yıl önce…ortak ataya sahiptir.” (8), insan ve fare ortak bir ataya sahiptir (9),“Ağaçlar da, insan da, balık da, salyangoz da, kısacası tüm canlı varlıklar, gezegenimiz tarihinin ilk dönemlerinde tek ve aynı yaşam başlangıcından(ortak bir ata’dan) kaynaklanmışlardır.” denilmesi de (10), bu ‘ilk ata’ arayışı sorunu oluyor….

Peki de, bir kısım insanların, sözkonusu edilen bu “ortak ata”sı kimdir?..

Evrimbilimciler, hayvanları ve insanları içine aldığını ileri sürdükleri Prokaryot’lardan, Ökaryot’lara geçişin nasıl bir canlı türüyle olduğu (ökaryotların ata’sının nasıl bir canlı türü olduğu) sorusunun cevabı olarak; “…ökaryotların atasının  (-evrensel ortak ata olduklarını ileri sürdükleri canlının), kulağa hoş gelmese debir barsak paraziti olan giardia benzeri bir canlı olduğu tezinin ağırlık kazandığı görülüyor.” açıklamasını yapmaktadırlar (11). Buna benzer açıklamalar olunca, ata’larının maymun olduğunu zannedenler,  “Maymundan geldiğimizi düşünüyorduk, oysa bugün yaşayan her şeyin atasının bakteri olduğu ortaya çıktı. Atalarımız mikrop!” şaşkınlığını gösterebilmektedir (12)…

Avrupamerkezci Evrimbilimcilerce, insanoğlu dahil bütün canlıların “ortak atası” olduğu ileri sürülenGiardia; insan sindirim sisteminin olağan sakinlerinden bir bağırsak solucanı, bir E.colidir. Kalınlığı milimetrenin bindebiri kadar,  uzunluğuysa, bunun yaklaşık iki misli olan bir çubuk. Peki neymiş bu E.coli, nasıl bir şeymiş? “E.coli çoğalır; E.coli evrilir. Öyleyse, E.coli’de kendisini maddesinden öteye taşıyabilecek bir türuzun bellek olmalıdır. Başka bir deyişle, E.coli denetim şeritlerine ve otomatik imalat donanımına benzer birşeyler içeren otomatik bir fabrika olmalıdır. Aslına bakarsanız, bu, işin yalnızca bir kısmı. Tüm bu donanım bir arada bulundurulmalıörgütlenmeli ve beslenmelidir (-bunlar yetmiyor tabii, dahası da şunlar:). E.coli, donanıma üzerinde çalışabileceği parçaları, işlevivini sürdürecek enerjiyi sağlamalıdır. Talimatları izleyecek imalat makinalarının yanı sıra, bu talimatları yeniden basacak bir tür donanım daha olmalıdırbir fotokopi makinasına benzer bir şey. Ve bunların tümü, kütüphane şeridinin doğru parçalarındaki talimatlar doğrultusunda, imalat donanımı içersinde başarıyla yerleştirilmiş olmalıdır.” (13). Kısacası; insanoğlunun değil, ‘Sahte bilimcilerin’ “ata”sı olan bu ‘bağırsak solucanı, kendi kendini üreten bir makine olmalıdır. Giardia denilen bağırsak solucanı; bir robotun, gerekli malzemeyi bularak kendi kendini üretmesinin de ötesinde bir şey olmalıdır. Bu şekilde hayal edilen bir solucan, “evrimcilerin-evrimbilime” inananların “ata”sı olmaktadır. 

Canlılığın ve insanoğlunun, daha ilmi olan “balçıktan (çamur’danyaratıldığı” açıklamalarını kabul edemeyenlerin, kendilerine“ilk ata”olarak bir bağırsak solucanını, sonrasında ‘ara ata’ olarak da;balık, sürüngen, fare, maymun vb. gibi hayvanlarıkabul etmeleri, Bir/Tek olan “Yaratıcı”yı kabul etmemelerinin, buna karşın ise‘pek çok yaratıcı’yı kabul etmelerinin, yani “çok tanrıcılığın”sonucu olmaktadır. Buradaki ‘acze’ de bakın… Tabii ki buna da  Yufff…

Bu vesile ile belirtmek isterim ki de; bizim, “Türk” ve “Kürt” yoktur açıklamalarımızın, bugünlerde ülkemizde yeşertilen, “Anadolu’da Türk hiç olmadı” veyabenzeri kasıtlı açıklamalarla karıştırılmaması gerekiyor. Bu bakış açımız, rahmetli Mehmet Akif’in belirttiği; “adı batsın onu İslama sokan kaltabanın” görüşü, ama aynı zamanda, “devletimizin bütünlüğü” için de gereken görüş oluyor…

Sahte ‘millet-ırk/ulus devlet’ üretimi…

İnkar eden Harami olur..Üretilmiş millet sorunu var” başlıklı yazımda; “Sümer adı, geçmişte bir coğrafyanın, Aşağı Mezopotamya’nın adı iken, nasıl bu kelimeden/coğrafyadan bir millet, ‘Sümerler ulusu’ üretilmişse, tıpkı bunun gibi, geçmişte ‘Armaniya’ denilen bölge isminden de –aynı dili konuşan halklar üzerinden– ‘Ermeni milleti/devleti’ üretilmiş ulunuyor. Bir ‘karışım toplumu (çeşitlilik) olan Anadolu’dan, hâlâ da “millet/devlet üretimi’ de zaten sürüyor, sürdürülüyor. Ermenilere ‘tarih’ yazan ‘Sahte Tarih Yazıcıları’nın bugünkü torunlarının, günümüzde Kürtlere de, tıpkı Ermeniler gibi 4000 yıllık bir tarih ve de “tarihsel bir mit” olan Gılgamış’tan da “Kürt kahraman” ürettikleri gerçeği de, bu görüşümüzü destekliyor. Bugünlerde Türkiye’yi parçalamak için ‘Kürt devleti/milleti oluşturulması’ örneği gibi, 19’ncu yüzyılda da Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak için, Yunan, Bulgar ‘devlet/millet’ üretilmesi gibi, ‘Ermeni millet/devleti’ de ‘üretilmiş’ bulunuyor…” diyordum (14). İşte, “Türk milleti de” buna benzer şekilde, ‘gavurların (gayrimüslimlerin) desteğiyle’ üretilmiş, kendisine bir ‘tarih de yazılmış” bulunuyor. Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856) ve bunları destekleyen diğer uygulamalar, “ırk/millet/devlet” üretimine katkı olmuş oluyor. Bu tip ‘üretimlerin’ sonucu da malûm; Osmanlı yıkılmış, yaşadığımız II.Tanzimat Döneminde “yıkılmayanı” yıkmak için de, uy(u)duğumuz “AB uyum yasaları” ile, “Kürt milleti (ırkı/devleti)” de üretilmiş bulunuyor

Yakın bir zamanda Kırgızistan’da yaşanan çatışmalar sonrası “ünlü Türkçümüz” Altemur Kılıç’ın; 16.06.2010 tarihli, “Kırgızistan’dan bir ses” başlıklı yazısına konuk olan, gazeteci Nuyan Yiğit’in oğlu ve Atatürk’ün silah arkadaşı rahmetli Süreyya Yiğit’in torunu –Kırgızistan’da bir Türk Profesörü araştırmacısı olarak görev yapmakta olan– Dr. Süreyya Yiğit’in şu açıklamaları bize ne olup olmadığını öğretiyor: “Dr. Yiğit bir tarih turu yapıyor: ‘Diyelim ki 2010’da değil de yüz elli yıl öncesine gitsek. Takvim de yıllardan 1860’i gösterse, bu tarihte İsmail Gaspırali daha henüz dokuz yaşındadır. Ve bu topraklarda yaşayanlara çok masum bir soru sorsak, mesela ‘Kimsin?’ desek alacağımız cevap ne Kırgız ne de Özbek olacaktır. Niye? Çünkü, Kırgız ve Özbek yapay kavramları daha icat edilmemişti de ondan. Bu tarihlerde alacağımız cevap olsa olsa ‘Ben Müslümanım, Türkistanlıyım, Türküm’ olacaktır”. Hiç bir kimse Oş’ta yani Babür’ün şehrinde kendisine “Ben Kırgızım” demezdi yüz elli yıl önce! Hatta yüz elli değil, yüz yıl önce 1910’da bile kimse kendisini Kazak veya Kırgız olarak tanıtmıyordu…” diyordu (15). Bu açıklamadaki, “Ben Müslümanım…Hiç bir kimse..‘Ben Kırgızım’ demezdi” ifadeleri neyin ne olduğunu ortaya koyuyor. “Ben Müslümanım (gerçek kardeşlik)” cevabının yanına, ayrıca da, ‘Türkistanlıyım, Türküm’ açıklaması da eklemleniyordu ama, biz; bir coğrafyada yaşamanın o coğrafyada yaşayanları “ırk yapmadığını” biliyoruz. Ayrıca da, Osmanlı’dan da, “Türk denilmediğini”, kimliğin sadece “Müslüman” tanımı olduğu da bilinebiliyor. ‘Dini’ nitelikli ‘millet’ kavramından, ‘ırksal’ ya da ‘etnik’ millet kavramına geçiş için ise; “24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından itibaren ise, ‘dinî’ nitelikli ‘millet’ kavramı artık kullanılmaz…‘ırksal’ ya da ‘etnik’ millet kavramı ile tanışırız.” deniliyordu (16)…

1800’li yılların başında (19.yüzyılda), –bırakın Kürt olunması masalını– “Türk olmak” da hiçbir anlam ifade etmiyordu. Tarihin karanlık yüzü 19’uncu yüzyılda; “Anglosakson-Judea ortaklığı”nın Katolik Hıristiyanlığa (laiklik) zaferiolan 1789 Fransız İhtilali sonrası, “aynı coğrafyada aynı dili” konuşan insanlardan “millet/devlet üretimi (ulusculuk)” başlatılıyor; Yunanlılar, Bulgarlar, Ermeniler, dahası Türkler, Kürtler (vb.) ‘türetilmiş milletler” olarak doğuyordu. Sonradan üreyen ‘Türklük’te ısrarı olan ‘Zeybekçe’, inkâr etse de “din” ile “millet” ilişkisini kendisi de ortaya koyuyor…

‘Zeybekçe’ inkâr etse de…

Eski görevleri şu bu olan, ‘Türkçümüz’ Namık Kemal Zeybek’in, “Halkımız biliyordu ki ‘Ermeni olmak demek, Ermeni inancına girmek demektir. Gregoryan olan Ermeni olur.’ Yanlış anlaşılmasın…‘Milliyet eşittir din demiyorum. Ama bazen aynen böyle olur diyorum. Örnekler çoktur: Pakistan’ı Hindistan’dan ne (-Din) ayırır? Hırvatlar niye Sırplardan ayrı milliyet (-çünkü Hıristiyan mezhep farkı var)? Şimdi asıl diyeceğime geliyorum…Çünkü! Asırlardan beri gelen anlayış da öyleydi. Müslüman olursa ‘Müslüman milleti’, Gregoryan olursa ‘Ermeni’.” açıklaması (17), millet denilen ile, “inanç/din”  ilişkisini açıkça ortaya koyuyor. Çelişkisi şu ki; “Büyük Türk şairi Fikret’in oğlu Amerikan milletinin üyesi Haluk’a ne dersiniz? ‘Olur mu? Babası Türk, oğlu Amerikan.’…Ama Amerika’ya yerleştiği için değil…Protestan olup Amerikan kültürü içinde eridiği için…Sadece din değiştirdiği için de değil…Çünkü dinleri başka olsa da Türk Ortodoksların, Gagauzların ve Müslüman olmayan başka Türklerin varlığı da bir gerçektir. Çünkü bilinçleri korunmuş; Türkçeden ve ‘Türk Kültür Alanı’ndan kopmamışlardır.” derken (18), millet olmayı hem “din/inanç ile” irtibatlandırıyor, hem de bu görüşünü inkâr ediyor; tamamen inkâr edemediği için de, üzerine “din/İslam kreması” çekiyor! Hem ‘soy/ırk anlamında Türk’ olmayı reddediyor, hem de Müslüman olmayan Gagauzları (soy anlamında) Türk sayıyor. 19. yüzyıl “Gavur modellemesi DİL saldırısı”nda olduğu gibi de, “Dil”den millet oluşturuyor; “Kültürün temel taşıyıcısı da ‘dil’dir. Bu kültür ve bilinç alanına girenler o milletten olur; çıkanlar da başka bir millete dahil olur.…Bilim budur. Ve bu anlamda Türk milleti binlerce yıldan beri vardır.” da diyor (19), ama tabii ki de, “binlerce yıllık Türk milleti” açıklaması da diğerleri gibi, ‘bilim gerçeği’ olmuyor, bilimdışılık oluyor…

Namık Kemal Zeybek, “ırk anlamında Türkçü” değil de, “kültürel anlamda Türkçü” olduğunu söylese de, ırkçılığını bitirmiyor; “Kaygusuz Abdal’a ne demeli ki Adem’in bile Türkçe konuştuğunu söyler, ‘Garipname’sindeTürklük binlerce yılın bir gerçekliğidir. Kimsenin üretimi falan değildir Türklük. Türk Kültürü demektir. Bu kültür içinde yaşayan herkes de TÜRK’tür…Bilim gerçeği budur.” diyordu (20). Her şeyi “Türk’e göre yorumlayan” ‘zeybeğimizin’; “Hz.Adem’in dili Türkçedir” ve “Türklük binlerce yılın gerçeğidir” palavralarının da “bilimle ilgisi yok”, “Kültürel Türklük” dedikleri şey, “kafatası/ırkçılıkla” kandırmanın bir başka versiyonu, yani, “Yeni Irkçılık” oluyor. Bu sebeple, ‘zeybeğin’; “Türk Milleti için en doğru tanım, ‘Türk Dili ve onun taşıdığı ortak kültür alanı içinde yaşayan..’ tanımıdır…ilmi gerçek budur.” açıklaması da (21), ırkçılığın bu “yeni versiyonu”nun yansıması oluyor. Türklük kimsenin ‘üretimi’ değildir ‘feryadı’ ise, “Hz.Adem’i Türkçe konuşturan’ zihniyetin nasıl bir “üretim” olduğunu ortaya koymasının yanında, “İslam dini açısından” yüklenilen sorumluluğunu da gösteriyor… 

2005 yılında yazdığım, “´Zeybek´çe ya da bir ´Karga´ gerek” başlıklı yazımda, bir başka Türkçü, Prof. Dr. Mümin Köksoy’un; Adem aleyhisselamın Sümerlere peygamber olarak gönderildiğini, Sümerlerin –ilk Türklere– mensup oldukları ifade edilerek de, ‘Hz.Adem’in, Türklere peygamber geldiğinin’ ileri sürüldüğünü, ayrıca da, Alanya Türk Ocağı tarafından düzenlenen bir konferansta konuşan Namık Kemal Zeybek’in, ‘Uygarlığın Türklerle başladığını’, Türk Milleti’nin kökünün Sümerlere dayandığı, Hz.İbrahim’in Sümerli olduğunu, dolayısıyla da, ‘Peygamberimizin de Türk olduklarını’ buyurduklarını da yazmış, “tüm Zeybeklerin” desteksiz atıcı’ olduklarını da belirtmiştim (22). Palavra çayıra salınınca da; Türk Tarih Kurumu Başkanı (iken) Prof.Dr.Yusuf Halaçoğlu da, hurafe çeşitliliğinde yerini alıyor; Roma tarihinde önemli bir yer tutan Etrüskler, yüzde 97 ihtimalle Türk’tür (!)diyordu (23). Dişi kurdun beslediği “Romus-Romuilus” kardeşler ile ‘bizim dişi kurdumuz’la ‘örtüşmesi’ de bu oluyordu. Halaçoğlu, bugünlerde, Kürt denilenler için; “asimile olmuş Kürt” diyordu (24), ama sorun şu ki, “Ne mutlu Kürt’üm” demek gibi, “Ne mutlu Türk’üm”ün de olamayacağını bilmeyenlerden oluyor. Orta Asya’dan “göç” de bir “yakıştırma/üretim”, Kazım Mircan’lı ve Haluk Tarcan’lı “Ön Türk Kültürü” iddiaları da doğru olmuyor/du

Türklere ve Kürtlere : İbretlik…

Türkçülerimiz ve Kürtçülerimiz ile ilgili olarak deniliyor ki: “Bundan yıllar yıllar evvel Türkiye’de iki Türk milliyetçisi yoldaş vardı…bunlardan birinin ismi Nihal Atsız, diğerinin adı ise Reha Oğuz Türkkan’dı…Bu bizim iki milliyetçi yoldaş, ellerine cetvel, gönye alıp fotoğrafları ölçerek kimin Türk olup olmadığına karar veriyorlardı…bizim bu iki yoldaş…o kadar Türkçüydüler ki, zamanla aralarında liderlik mücadelesi çıkınca, birbirlerinin ırksal açıdan, safkan olup olmadıklarından şüphe eder hale geldiler…Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan’ın bir dava arkadaşları vardı: İsmet Rasin Tümtürk.1939’da Türkçü Yücel Dergisi’nde ne yazdı biliyor musunuz? ‘Mehmet Akif, Türk değildir. Bir kimse hüviyet cüzdanında Türk yazıyor diye Türk olamaz; onun Türk olabilmesi için iki şartın aynı zamanda onda bulunması gerekir. Birincisi, o adamın damarlarındaki kanın Türk olması gerekir. İkincisi, o adamın kafasının içindeki bütün duyguların en gizli, en ince taraflarına kadar Türk olmasıdır. Akif, Türklükten tamamen uzaktır…Evet; Mehmet AkifArnavut’tu. Peki, İsmet Rasin Tümtürk kimdi? Cenap Şahabettin’in oğluydu. Cenap Şahabettin kimdi; bir iddiaya göre Arnavut, diğer iddiaya göre ise Kürt. Annesi ise Kürt Bedirhan Abdürrezzak torunu Naciye Hanım’dır.…Reha Oğuz Türkkan, can yoldaşı İsmet Rasin Tümtürk’ü desteklemek için hemen bir makale kaleme aldı: İsmet, Plevne şehitlerinden birinin torunudur. Bundan başka, İsmet’in yüzüne bakmak da ırkı hakkında bir hüküm vermek için káfidir. Çünkü İsmet’in yüzü, Türk yüzüdür.’ Arkadaş olunca kafatası ölçümü filan yok! İşin garip yanı İsmet Rasin Tümtürk’ün kız kardeşi Reşika’nın kayınpederi Sülayman Nazif’in de Kürt olduğu gerekçesiyle milliyetçilerin hışmına uğramış olmasıydı. Sülayman Nazif’in Kürt olduğunu iddia eden kimdi dersiniz; kendisi de Kürt olan Abdullah Cevdet.  Peki ırkçıların kitaplarından feyz aldıkları Gustave Le Bon’un kitaplarını Türkçe’ye kim çevirmişti; Abdullah Cevdet!..büyük Türk milliyetçisi Ziya Gökalp, kimine göre Kürt, kimine göre ise Yahudi dönmesiydi!” (25). Şu isimler ve iddiaları doğru” insan/iddia” mı oldular, bakın dünden bugüne…

Osmanlının, “Müslüman” olan “kimliğinin kırılmasına” katkı koyan “Türk denilenler (Jön Türkler)”in ellerinden bu defa, “kendilerine verilen” Türklük kimliği geri alınıyor; şimdi sırada “Kürtler; Jön Kürtler var, “Gelin kafanızı ölçelim” bu defa onlara dedirtiliyor… Dün ‘bugün olarak’ yaşanıyor, yaşatılıyor…

Tarih, ‘ibret alınsa’ tekerrür eder miydi!…

Etmemesi, ‘elde kalan’ın da avucumuzdan uçup gitmemesi için, “gerçek kimliğe” dönülmesi; “Biz Müslümanız, ancak böyle ‘gerçek kardeşiz’..” denilmesi gerekiyor…  

“Değil mi cenge koşan Çerkes’in, Lâz’ın, Türk’ün,

Arab’la, Kürd ile bâkîdir ittihâdı bugün..” / Mehmet Akif Ersoy

Ben bazen yazılarımı, “sivrisinek saz… meselesi” diyerek bitirmeyi seviyorum…

Ahmet MUSAOĞLU / 27.07.2010